Bir İleri İki Geri (Kızılcık Şerbeti, 14.bölüm)

YAZAR :Simay DEMİR 

Bir arkadaş grubundan bir sohbette bir arkadaşım “Ben toplumsal eşitliğe inanıyor olsam da, toplum biz erkeklere dahi sonsuz haklar vermiş gibi gösterip prangalıyor aslında” dedi. Bu dediğinin üstünde çok düşündüm. Ataerkil bir toplumda yaşayıp bu toplumun kurallarından rahatsızdı. Çünkü erkek gibi davranmalı, sorumluluk almalı, para kazanmalı, ve erkeklere yakışır bir işte çalışmalıydı. Aksi takdirde çevresi tarafından yaftalayıp ciddiye dahi alınmayacaktı. Karısına insancıl davranıp değer verdiğinde yahut onunla birlikte ev işlerine yardımcı olduğunda kılıbık, hanımıyla birlikte bir karar verip ona danıştığında hanım köylü oluyorlardı. Fatih de, Mustafa da tamda bu düşünceyle yetiştirilmiş, Ömer dahi gençliğini toplum kuralları yüzünden yengesiyle işkence gibi bir evlilikle yok etmişti.

Fatih bu hafta çok değerli ailesi tarafından defalarca ezildi ve o hala bunun sorumlusu olarak Kıvılcım’ı görüyor. Aslında ekran karşısında onu izlerken “Bu sana müstahak” demeden duramasam da onun da bildiği tek şey babasının lafından çıkmamak. Ne yazık ki Mustafa gibi Nursema gibi o da büyüklerinin lafından çıktığı, işlerine gelmeyen bir şeyi yaptığı anda hakarete uğrayıp kocaman insan demeden azar işitiyor. Buna ilk masada annesinin “Oğlum sen bu kızın elinde oyuncak mı olacaksın?” dendiğinde şahit oldum. Halbuki Doğa sıradan biri değil karısıydı. Sonra babasının “Ağırlığını koy” demesi aslında ona nasıl bir rol çizildiğini de gösteriyordu. O erkekti karısını alttan alamaz, gönlünü almak için çaba sarf edemez, onun suyuna gidemezdi. (Tıpkı Abdullah’ın şu an Pembe’ye yaptığı gibi.) Zaten kadın dediğin neydi, kimdi ki koskoca Ünal ailesinin biricik oğlu ayağına gidip af dilesin? Zor kullanacak, gerekirse kolundan tutup sürükleyecekti. Erkek olmak bu demek değil miydi? (Gerçi yapmadığı şey de değil hani, neyse yazar hanım bunu düşünüp sinirlenmeyecek yine). Abdullah da Pembe de bir tek bu türlüsünü bilip çocuklarını da öyle yetiştirmişti. Onların göremediği, görmek istemediği şeyse hayatta, toplumda değişiyor. Mutlu olmanın, artık başka ihtiyaçların karşılanmasına bağlı ve Pembe de Abdullah da bunu zor yoldan öğrenecekler diye düşünüyorum. Çünkü toplum onlar istese de istemese de değişmeye başladı. Kıvılcım gibi Doğa gibi kendi ayakları üstünde duran kadınlar yetiştiği sürece de değişmeye devam edecek.

Doğa Eril toplumun sonuçlarını canlı kanlı yaşayan biri. Kurallarına uymadığı için azar işitti, psikolojik şiddete uğradı, sınırlandırıldı ve baskı uygulanarak sindirilmeye çalışıldı. Üstelik bunların hepsini aşık olduğu adamın gözlerinin önünde yaşandı. Fakat Doğa Nilay gibi, Nursema gibi sindirebilecekleri biri değil. İşte tam da burada başlıyor bana kalırsa onun mücadelesi. Doğa ilk başta boşanma konusunda çok kararlı olsa da Fatih’in yaptığı jestler aklını karıştırtılmaya başladı bile. Üstelik Fatih davranışları için hala ciddi bir özür dilememişken yine ve yeniden olanlar için annesini suçluyor. Bu da demek oluyor ki Fatih hala aynı yerde ama Doğa bunu görüyor mu artık ondan emin değilim.

Doğa Fatih’e karşı yumuşamaya başladı halbuki unuttuğu şey onun derdi Fatih’in ona olan aşkıyla değil; her olayda ailesinin tarafında olması, fikirlerine saygı duymaması, ailesine hakaret etmesi ve en önemlisi ona artık onu herkesten koruyacağına dair güven vermemesi. Evet aşk ve özlem Doğa’nın bunları görmesine bazen mani oluyor ama Doğa bir daha hiçbir şey olmamış gibi o eve dönerse tüm o savunduklarını yok saymış ve Ünal ailesinin kurallarını kabul etmiş olacak. Halbuki bu bir savaş değil bir evlilik; eşitlik durumu. Fakat Doğa bu evlilikte tek başına savaşamaz, Fatih bir yerden sonra elini taşın altına koymak zorunda. Nursema çok güzel bir şey söyledi aslında. “Onlar ne yaşarsa yaşasın el eleler, birbirlerini seviyorlar.” Fatih henüz dediği şeyi anlayacak durumda değil ama umuyorum ki çok geç olmadan Doğa’nın da diğerlerinin de o evde neler yaşadığının farkına varır ve evliliğini kurtarmak için gerçek bir adım atar. Yoksa onun da sonu boşanmış ve belki de annesinin uygun gördüğü bir kadınla evlenmiş olarak Ömer gibi zindan bir hayat yaşamak olur benden söylemesi.

Ömer’in böyle bir hikayesi olabileceğini tahmin etsem de onun ağzından duymak içimi parçaladı doğrusu. Hem onun için hem de Leman için korkunç bir durum bu. Ömer’in bunca zaman Metehan için bu evliliğe katlanmış olması, Leman’ın psikolojik olarak çökmüş olması ikisi için de hiç kolay olmamış belli ki. Ömer Kıvılcım’a aşık olduktan sonra yeni bir hayat isteği onda artık önüne geçemediği bir hal almaya başlasa da ben boşansa bile toplumun dayatmalarının onlara engel olmaktan geri kalacağını hiç zannetmiyorum. Zira toplumsal olarak Kıvılcım’ın ilişki yaşaması dahi ayıplanacak bir şeyken damadının amcasıyla birlikte olması kabul edilemeyecek kadar anormal karşılanacaktır çok değerli Ünal ailesinde.

Halbuki aşk altında kötülük aranacak bir duygu değildir. Kimse aşık olacağı insanı seçemez. Ömer de belki bu duruma geleceğini hiç düşünmedi ama sırtındaki yük artık onu eziyor. Kıvılcım’a duyduğu sevgi onu ailesi ve geleceği arasında bırakıyor gibi dursa da bence Ömer, Fatih gibi değil, gayet net. Kıvılcım için mücadele edecek ve bu savaşı kaybetmeye de pek niyeti yok aksi halde Kıvılcım da Doğa değil. Ne kadar duyguları olsa da, Ömer boşanmadığı sürece ona kapılarını açmayacak gibi hissediyorum.

Kıvılcım zaten çevresindekilerin söylediklerine aşırı önem veren biri. Zaten bu yüzden “Sen boşanmadan bizim bir daha görüşmemiz mümkün değil” dedi. Çünkü Ömer her ne olursa olsun kağıt üstünde evli bir adam ve Kıvılcım metres yaftası yemeye katlanamaz. Kıvılcım toplumsal kuralları pek umursamasa da olur da Ömer’le ilişkisi ortaya çıkarsa ve insanlar onun hakkında konuşursa, düğünde olduğu gibi psikolojik olarak bunun altından kalkamayabilir. Her ne kadar medeni bir kadın olarak bazı tabuları kabul etmese de insanların sözlerini, toplumun bakış açısını kabul ediyor. Özellikle de karşı tarafın bakış açısını çok iyi bildiği için aşk acısı çekse de Ömer boşanmadığı sürece ona o kapıyı açmayacak. Kıvılcım baskılara boyun eğmez ama her şeyin bir sınırı var. Söylediği, konusu Ünal Ailesi olunca özellikle, bazı şeylere dikkat etmesi lazım. Ünal Ailesi’nde her baskıya karşı yardım eden biri olsa da biri çok yalnız. Doğa Fatih, Kıvılcım ve hatta Nursema bir yana bu ailede en büyük psikolojik baskıyı Mustafa görüyor. O ne annesinden sevgi, ne babasından saygı görüyor, ne istediği mesleği yapabiliyor ne de kendi başına karar alabiliyor.

Mustafa sırf Abdullah’ın oğlu olduğu için istediği mesleği dahi yapamazken, yeteneği ve isteği olmayan bir işte çalışmaya zorlanıp bir de beceremiyor, yapamıyor diye hor görülen bir çocuk. İstediği mesleği yapmak istediğindeyse babası tarafından ciddiye alınmayıp dalga geçilmişken, annesi onu dinlememiş bile. Çünkü neden; çünkü o çok kıymetli Abdullah beyin oğlu, o aşçılık yapamaz, aşçılık ancak Nursema’nın o da evinde kocasına yapabileceği bir şey. İşte Ünal ailesinin bu konudaki düşünceleri tam olarak bu maalesef. Bence bu eril toplumun en büyük özelliklerinden biri. Kadına da erkeğe de belirli misyonlar yüklemişler ve bunların dışına çıkılması durumunda iki tarafta ya zorbalığa yahut dışlanmışlığa uğrar ve bir şekilde toplumdan izole edilir. Ya toplum kurallarına göre yaşar yahut dışlanmaya mahkum edilir. Mustafa maalesef ki boyun eğip hayallerini içine gömen tarafta olmuş. Umuyorum ki aynı şey Nursema’ya da olmaz ve hem hayallerini hem aşkını doyasıya yaşar.

Nursema bugüne kadar sindirilerek, itaat ederek bu yaşa gelmiş bir kadın. Okumuş ama çalışmasına izin verilmemiş, hat çiziyor ama sergiye dahi vermesine izin yok, annesi açık açık benim isteklerimin dışına çıkarsan seni odalara hapsederim diyor. Üstelik bunların hepsi Nursema da onun gibi kocasına bağımlı, onun dediğinin dışına çıkamayan, ne ekonomik özgürlüğü olan ne de varlığının bir değeri olan birine dönüşsün diye yapıyor. Ne yazık ki toplumumuz Pembe gibi oğluna ağam, paşam çekip bir dediğini iki etmeyen, kızına gelince erkeklere hizmetçi gibi büyüten, ezen ve ezilmenin doğal bir şey olduğunu empoze eden kadınlarımızın yüzünden bu halde.Erkekleri de kadınları da biz kadınlar yetiştiriyoruz. Umuyorum ki kızlarımızın eğitim haklarını elinden alıp onları evlere mahkum edileceğine hepsi bir gün kendi ayakları üzerinde duran güçlü kadınlar olur. Çünkü bu döngü ancak bu şekilde kırılabilir.

Bu kırılma için en büyük adayım Ömer, benim. Diğerleri henüz o aşamada değil, özellikle de Abdullah ve Fatih. Ömer içinde bulundukları zoraki durumun farkında, sürekli baskı yemekten, ona dayatılan hayatı yaşamaktan da yorulmuş. Kendi hayatını değiştirme hususunda attığı adımsa ortalığı fena karıştıracak ama ben Ömer’e inanıyorum. O, bu savaşı kazanıp, tabulara, bağnaz düzen takıntısına boyun eğmeyecek diye düşünüyorum.

Abdullah, Fatih ve Mustafa içinse hala pek bir umut yok. Müspet adım hususunda bir tek Ömer var ama diğerleri hala aynı yerde duruyor. Mustafa zaten bu hayatı bırakmış bir adam ama asıl tehlike Fatih. Zira ailesine asla ama asla kafasını dik tutmuyor. Doğa’yı güya seviyor ama onu hala o eve geri götürme derdinde. Doğa’nın hala o eve dönmesi lazım diye düşünüyor. Halbuki Doğa Fatih ile evlendi, ailesiyle değil. Çocuklarını o eve götürmek istememesine rağmen Fatih hala naz yapıyor gibi davranıyor. Hatta bu davranışını da babasından aldığı talimat ile yaptı. Sizi bilmem ama Ömer hariç benim bu adamların değişeceğine dair umudum kalmadı. O zaman artık bir avukat şart, sizce?

O zaman bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek üzere.

Bir Adım Sen, Bir Adım Ben, Son Adım Aşk! (Gelsin Hayat Bildiği Gibi, 27.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT 

Aşk insanın eksik yanlarını, yarım kalanı tamamlama halidir. Aşk insanın ruhuna girdiği an önce o eksik yanı tedavi etmeye başlar. Ben aşkın iyileştirici gücüne inananlardanım. Sadi ve Songül kendi eksik yanlarını birbirleriyle tamamlayarak bir bütün oldular ancak durum bir kişi için başka bir boyuta evrilmeye başladı. O kişi de Sadi’ye başkası değil zira Sadi kendi yuvasını, evini tamamladıkça karşısına şöyle bir korku da çıktı : Ya elimdekileri kaybedersem?

Geçtiğimiz hafta Sadi’nin “Yeminimi tutacağım!” sözleriyle Celal’i ipe çektiği sahnede kalmıştık ve ben bunun sonuçları olacak demiştim. Bu hafta Sadi okula geldiğinde, Melek ona Celal’in ölüm haberini verirken ne gözünde ne de yüzünde gram mimik oynamadı. Melek’e olması gereken oldu derken de ne sesi titredi, ne de herhangi bir pişmanlık emaresi vardı. Kızını koruyan bir baba edası vardı. Yaptığı şeyden gurur duydu mu bilmemem ama bence gayet de memnun diye düşünüyorum. Celal bir çocuk tacizcisi olarak hak ettiğini buldu ve bu olay Sadi tarafından adım adım planlanmış. Mesela olaya intihar süsü verdi ki Ay nur’un başı belaya girmesin, Celal’i öldürdü Melek bir daha asla onunla yüzleşmesin, kendince adaleti sağladı ki Celal başka Melek’lere zarar vermesin ama bu olması gereken miydi? Yani Sadi sevdiği bir başkası zarar göreceği ihtimalinde hep aynı tepkiyi mi verecek yoksa bu sadece bu duruma özel bir durum mu? Açıkçası ben Sadi’nin koruma iç güdüsünün basit bir şey olduğunu sanmıyorum. Oldukça derin bir hissiyatı var ve bence bu sadece Melek’le sınırlı da kalmayacak diye düşünüyorum, çevresinde değer verdiği herkesi korumak isteyen adam bir sonraki tehlike mesela karısına yöneldiğinde daha önce Osman Baba’da olduğu gibi yine aynı şeyi yapacaktır. Yalnız iki olay arasındaki bariz farkı da görmezden gelemem. Osman meselesinde Sadi değil Yaver meseleyi halletmişti, daha sonra Kıvanç’ta da aynısı oldu ancak Celal’ i bizzat kendisi halletmek istedi. Onu kimseye bırakmayıp, yeminim var noktasına kadar geldi, bence bunu biraz irdelemek lazım diye düşünüyorum.

Sadi Payaslı aslında eski kafa model bir adam. Yani her ne kadar günümüzde tanısak da kafası biraz alaturka çalışıyor bence. Celal meselesinde kendisi halletmek istemesine iki türlü bakıyorum ben : Ya bir travması var ya da eskilerin o mahalle kabadayıları gibi kendince suç, suçlu ayrımı yapan bir anlayışı var. Travma varsa, ya da geçmişte bir kişiyi koruyamadığı için kaybetmişse anlarım ama eğer böyle biri yoksa da anlarım. Ben bir hukukçu olarak asla mazur görmesem de bizim ülkede taciz, özellikle çocuğa yönelen tacizde halkın bşr bakış açısı var ve genelde bu suçluları ölüme mahkum etmeyi hak, yerinde bir durum olarak görülür. Bence cezayı devlet, hukuk vermeli ve bu anlayış insanlara empoze edilmeli ancak hala o seviyede değiliz. Sadi ne yemin etti bilmiyorum ama morgtaki sahnede ettiği yeminde ihtiyacı olanlara yardım edeceğini söyleyen bir adamdı ancak bunu yasal olarak yapacağını söylemedi. Sadi’nin bu bakış açısının da değişeceğini pek sanmıyorum. Elinden geldiğince sevdiklerini, masumları korumak isteyecek ve bunu yaparken de yasaları, kendisini önemsemeyecek diye düşünmeye başladım.

Sadi için iki türlü konuşmak mümkün. İlki Celal’i öldürdüğü sahnedeki saf öfkeyle dolu, gözünde gram acıma olmayan bir adam. Öyle ki bir masumun zarar gördüğü yerde, içindeki o öfkeli, net ve yaptığından, aldığı candan gram pişmanlık duymayan 7 Emin’i görürken, diğer yanda evinde pijamalarını giyip, ayıcıklı terlikleriyle karısıyla oda yarışı yapan Sadi’yi gördüm. Baktığında önce “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu?” diyorsun ancak içine girdikçe durum anlaşılır oldu. Sadi evine girdiği anda o mutlu alanında ne geçmişi, ne bir kaç saat önce yaptıkları ne de başka bir şeyi umursamıyor. Aksine, orada hem çocuklaşıp, hem de tamamen bir coğrafya öğretmeni gibi hayal ettiği dünyayı yaşıyor,Sadi. Orada Songül ile güne uyanmak, didişmek, kahvaltı yapıp, gülerek evden çıkmak ve okula gitmek onun uğruna geçmişini feda ettiği, karısıyla hep olmak istediği kovuk gibi bence, hani orası onun güvenli, korunaklı alanı diye düşünüyorum.

Sadi için bu hafta en bariz söylenecek şey içinde aynı Songül gibi bir çocuk olduğuydu. İkisinin evdeki oda kavgalarının bir sebebi belki ikisinin de alfa karakterler olarak dediğini yaptırma meselesi olsa da diğeri de aslında Sadi’nin Songül ile bu oyunları oynamaktan aldığı keyif diye düşünüyorum. Bakın çok net bu savaşı Songül bir dudak büzmesine kaybedeceğini bilerek yapıyor. En sonunda kazanan Songül olacak ancak o aşamaya gelene kadar, o odayı güya kazanmak için her şeyi yaptı ancak en sonunda iş yazı turaya geldiğinde yine Songül kazandı. Bu yazı tura meselesinde ne dikkatimi çekti biliyor musunuz? Daha önce de olmuştu, yine aynısını yaptı Sadi, kazanmışken hep Songül’e kaybettin dedi. Her şeyden anlam çıkarmıyorum ama bu iki defa olunca benim aklıma ne geldi biliyor musunuz? Acaba dedim, Sadi bütün bunları Songül ile didişmekten, yarışmaktan aldığı keyif yüzünden mi yapıyor? Ben daha bu adamın Songül’ün karşısında kazandığını görmedim ki yazı tura meselesinde bence isteyerek kaybediyor. Her defasında tura diyor ve o para hep tura gelir. Paşa hep yukarı dese de en büyük şansı olarak gördüğü, Allah’ındır bir lütfu dediği karısı karşısında zafer kazanası yok diye düşünüyorum. Sadi’nin bu hareketi bile aslında tüm hayatının kontrolünü Songül’e teslim ettiğini göstermiyor mu?

Sadi tam anlamıyla hayatını Songül’e adamış vaziyette ve aslında onun istediği gibi biri olmaya çalışıyor. Mesela bunun en bariz örneğini okulda görüyorum ben. Aysel, neredeyse Sadi’nin üstüne taciz boyutuna gelene kadar gidiyor ancak Sadi ne ona kaba davranıyor ne de sınırı geçmesine izin veriyor. Bu da beni Songül ile ilişkisinin başlarına götürdü. Hatırlar mısınız? Sadi, en başlarda oldukça eril bir dille, tavırla yaklaşıyordu Songül’e ve Songül her defasında onu düzeltmek zorunda kalıyordu. Bu bazen kırarak, bazen şaka yoluyla ama bir şekilde Sadi’yi terbiye etti diye düşünüyorum. Yeliz Hoca da zaten bu adama hayran değil mi? Aslında öncesini, doğal halini bilmiyor Sadi’nin, Songül’ün dönüştürdüğü adamı biliyor. Sadi eski haliyle değil ama bu haliyle de ne çok insanın hayatına dokundu, bir yanda Melek, Mert ve gelincikler diğer yanda Gizem derken çocuklarına hep yol gösterici oldu ancak sanırım yakın zamanda Araz’a da bir ayar çekmek zorunda kalacak zira kendisi için çember daralmakla kalmadı, tamamen iç içe geçti.

Bir süredir Araz’a değinmedim zira kendisi oldukça saçma bir hayat tercihi yaparak geçmiş ve gelecek arasında gidip gelmeye başladı. Bir yanda Gizem’e olan takıntısı diğer yanda bir türlü aklından çıkaramadığı Aylin yüzünden iyice karmakarışık bir hayat yaşıyor. Ben açıkçası Araz’a baktığımda kafası karışık değil iki arada kalmış bir çocuk görüyorum. Gizem, Araz için gelincikler gelmeden önceki hayatını temsil ediyor. Tüm gücün kendisinde olduğu, her şeyi kendi konfor alanından çıkmadan hallettiği hayatını hatırlıyor. Aylin ise aslında bir yerlerde Araz’ın yaşamak istediği hayal diye düşünüyorum. Annesini ararken iyi olmak isteyen bir çocuk vardı, annesinden uzak kaldıkça yeniden o kötü kovuğa sığındı. Zira kendini bir tek orada güvende hissediyor, bu yüzden Gizem onun için bu kadar önemliydi. Gizem için o güven alanından çıkmak zorunda değil ancak Aylin için çıkmak zorunda. Bu yüzden Aylin onun için hem çok heyecan verici hem de tehlikeli ki duygularını sadece kendisine ve Aylin’e diyebiliyor. Ancak onun bu git gelleri ona daha yeni güvenmeye başlayan Aylin için çok yıkıcı olacaktır diye düşünüyorum. Zira Mert bir gölge gibi Araz’ın ensesinde ve Aylin’i kaybetmesine sebep olabilir diye düşünüyorum. Araz o güvenli alandan çıkmadığı sürece de Aylin ile istediği hayatı yaşaması oldukça zor görünüyor. Karabayır Lisesi’nde tıpkı Araz gibi kendi güvenli alanında kalan, oradan çıkmaya korkan biri daha vardı ve o biri Araz’dan da önce çıkmaya başladı o alandan: Melek!

Celal öldükten sonra Melek annesine söz verdiği gibi daha da içine kapandı. Ama aslında onun konuşmak istememe sebebi daha önce de bir çok defa dediğimiz gibiydi. Annesinin inanmadığı bir çocuk, neden başkasına anlatsın ki? Bir insan önce en yakınının kendisine inanmasını bekler, bu güvendir. Ancak Melek ilk darbeyi oradan yedi. Aygün ona hiç inanmadı ancak Melek adalet duygusu da gelişmiş bir kız ve konuşmamak onun için büyük bir sorun. Melek mahkemeye çıktığında açık açık başına gelenleri anlatma yolunda ilk adımı attı. Burada gerçekleri nasıl söyler ne yapar bilmiyorum ama Melek artık uzun bir süre tek başına, bu çok net bir şekilde belli oldu.( Yani kurgusal anlamda diyorum yoksa iki celsede Aygün’ü çeker alırım cezaevinden :D) Bence bu yolda Melek’e doğru yolu gösterecek tek kişi de Songül olur diye düşünüyorum. Baktığında benzer hikayeler olmasa da aynı sonuca çıkıyor. İkisi de gencecik yaşlarında yapayalnız kalmış iki kadın, kim Melek’i Songül ablası gibi anlayabilir ki?

Songül de bir zamanlar Melek’in olduğu yerdeydi ve uzun süre tek başına mücadele etmek zorunda kaldı. Hatta Songül’ün hayatında ne bir gelincik ekibi, ne bir Sadi hoca ne de elini tutan Zülfikar’ı vardı. Büyük ihtimalle sadece halası vardı o da okuldan sonra geride kalanlardan oldu. Bu sebeple Songül’ün burada bir rol sahibi olacağını düşünüyorum, belki Melek için de hayatın güzel bir planı vardır, kim bilir?

Songül bu yaşına gelene kadar pek mutlu olmasa da şimdi hayatının en mutlu günlerini yaşıyor. Çok çile çekti belki ama şimdi hayat ona bambaşka bir yönlü gösterdi. Sevdiği, yanında nefes aldığı bir kocası belki de bir zaman sonra hayatını, kalbini, ruhunu akıtacağı bir bebeği de olacak ve aradığı o huzuru bulacak. Sadi onun tüm eksik yanlarını tamamlıyor ve bunu öyle ince ve derinden yaptı ki Songül’ün ayakları yerden kesilmiş vaziyette. Sadi onun tüm hayallerini, tüm arzularını tek tek yerine getirirken bir yandan da ona asla yalnız olmadığı gerçeğini resmen ruhuna nakış gibi işliyor. Songül artık ahşapta yalnız değil, hatta ahşaba da ihtiyacı kalmadı zira tüm hayatını sarmalayan bir adam var ve o adam tüm hayatını Songül’ün yüzündeki tek gülüşe adadı.

Sadi, Songül’ün tüm hayallerini gerçek yapmak için insan üstü bir çaba harcıyor. En basiti, evde bir kıyafet odası, bir yatak odası yaptırdı. Songül nasıl istediyse öyle oldu ki Songül’ün artık Sadi karşısında nutkunun tutulduğunu görüyorum. Hayatında hiç mutlu olmamış, o mutluluğu tatmamış bir kadın olarak şimdiki mutluluk karşısında artık ayakları yere basmıyor diyebilirim. Sadi, aşık olduğu kadının ruhunda ne eksikse tamamlıyor, nereden yara aldıysa oradan tedavi etmeye başladı. Önce ona karşı Songül bir adım attı, o adıma Songül yanıt verdi ve şimdi ikisi kabul ettikleri bir sevginin içinde, huzurlu bir hayat yaşıyorlar.

Sadi, Songül’ün kalp atışında yaşıyor demiştim ya, bence bu tezim her gün daha da güçleniyor. Sadi, Songül’e ne eksikse onu tamamladığı yetmez gibi ona olan sevgisini, hiç tanışma ihtimali olmadığı Songül’ün anne ve babasıyla yaptı. Songül oraya hep tek başına geliyordu. Ya acısını ya mutluluğunu anlatıyordu ama bunu hep tek yaptı. Hiç Sadi’yi çağırmadı ve bence bunun sebebi her duygusunu orada akıtması diye düşünüyorum. Songül kocasıyla mutlu olsa da kalbini hep orada açtı, hep kendini orada anlattı ailesine. Bu sebeple de hep tek gidiyordu ailesine ve bence Sadi burada Songül’e çok net bir mesaj verdi : Artık ben varım. Ailesine sadece ziyaret yapmasını, her şeyini kendisiyle paylaşmasını istiyor diye düşünüyorum. Diğer yandan da Songül için Sadi’nin yaptığı şey çok özel. Songül ailesi gittikten sonra çok eksik kaldı, hayatını tek başına devam ettirmek zorunda kaldı. Sadi’nin bu jesti hem çok sevdiği adamı onların getirerek içinde kalan son eksik parçasını tamamlamış oldu hem de yeniden aile olma duygusunu, sırtını dayadığı bir insan olduğunu hatırladı. Ve en güzeli tüm bunları Songül istemeden Sadi yapıyor. Onun en derin arzularını görüyor ve gerçekleştirmek için çabalıyor, Songül için bu hayat demek, nefes demek. Ama yine de Sadi için yeterli değil. Sadi, Songül’e dünyaları vermek istiyor ve bunun için de ne gerekirse yapacak diye düşünüyorum.

Sadi ve Songül Acarerklerin mezarında birbirlerine tamamen teslim olduktan sonra Servet üstlerine kabus gibi çöktü. Ne Sadi ne de Songül onun varlığından haber olmasa da saldırının Songül’ün ailesinin mezarında olması Sadi için bir işaret olacaktır. Tüm hayatını karısına adayan adam ona yönelecek bir tehdit karşısında neler yapar, nelerden vazgeçer tahayyül edemem belki ama şunu diyebilirim : Sadi, Servet’in hayatta olduğuna emin olduğu anda Celal’in yanında ortaya çıkan Sadi yeniden içinden çıkacak, Songül’ün güvenliği için her şeyi göze alacaktır.

Sadi ve Songül yılan ekibiyle olan toplantıda dedikodu yaparken aslında Sadi ve Ahmet akıllarında bambaşka bir yerdeydi. Saldıranların kim olduğu belli olmasa da bence ikisi de Servet’in ölmemiş olduğunu düşünüyordu ki Songül’e bunu söylemediler. Ben Sadi’nin bunu net olarak öğrendiğinde de Songül’ün haberi olmadan halletmek isteyeceğini hatta ekibi de buna ikna edeceğini sanıyorum. Songül şu anda çok mutlu ve bunun en önemli sebebi de Servet’in bir ölü olması. Sadi de bu huzur bozulmasın diye bir şeyler yapacaktır ancak herkesin gözden kaçırdığı nokta şu :Songül’ün huzurunun sebebi Sadi’den başkası değil ve Sadi dahil kimse bu durumun pek farkında değil gibi hissetmeye başladım. Sadi kendisini Songül için feda etmeye hazır ve bunun en önemli sebebi ne biliyor musunuz? Sadi hala kendini çirkin, Songül’ü de güzel olarak gördüğü için bu olayda da Songül ‘ü yine delirtecek şeyler yapabilir diye düşünüyorum.

Sadi evlerinde birlikte uyumaya hazırlanırken Songül’e prenses ve çobanın masalını anlatmaya başladı. Kendisini o hikayede çoban olarak görüyor zira kendisini bu aşka layık görmüyor hala. Yani bence içinde bir yerlere Songül’ün sevgisini hak etmediğini düşünüyor. Birlikte uyumak, uyanmak, Songül uzağa kaydığında onu yanına çekmesi, Sadi’nin şükür sebepleri hep. Songül’ün onu sevmesi mucize ve bunu yaşarken bir yandan da deli gibi kaybetmekten korkuyor. Sadi’ye göre melek kadar güzel bir şey onu seviyor ki o da tüm dünyasını ona adamak istiyor, hatta gerekirse onun için kendini yok edecek seviyede bile riskler alabilir,Sadi. Peki Songül bunu ondan istiyor mu? Asla. Songül kocası, belki ileride bebeğiyle mutlu, huzurlu ve sakin bir hayat yaşamak istiyor. Sadi’nin kendisini feda etmesini değil, yeni hayatında, kendisiyle temiz bir sayfada yaşasın istiyor ancak bence Sadi bunu pek anlamış değil. Bu hikayede bunu anlamayan diğer bir kişi kim biliyor musunuz? Karabayır Hastanesinin dengesiz baş hekimi Kıvanç.

Kıvanç bildiğiniz gibi takıntıları, sanrıları olan bir doktor. Haftalardır Sadi’yi takıntı haline getiren, Derya’nın onun yanına gidip kendisini terk edeceğini düşünen biri. Bunun için hayatını dahi mahvetmeye başladığının farkında değil. Mesela hastalarına gerektiği gibi bakamıyor, her günü, her anı Derya ile yaşıyor. Ancak tamamen kendinden geçmedi zira aslında Kıvanç da Sadi gibi ikinci şansına tutunmaya çalışıyor. Hatta bu uğurda kire, pise bulaşmadan yaşamaya çalışıyor ve bu durum başına büyük bir bela açtı. Hastanede rüşveti kabul etmeyince olan Derya’ya oldu ve Kıvanç tam anlamıyla bir cenderede sıkıştı.

Kıvanç daha önce sevdiklerini kaybettiği için onları takıntı haline getirerek akli dengesini bozmaya başladı gibi geliyor bana. Zira Sadi’nin karşısına çıkıp, sanki Derya onunlaymış gibi konuşması şüphelerinin zihnine olan etkisine işaret bence. Sadi’nin tavrı, Derya ile ilgili konuşurken buz gibi tavrı sonrası Kıvanç’yan ilacını yeniden alması tesadüf değil. İyi olmadığını biliyor ve mantığına ihtiyacı vardı. Kıvanç bu ruh haliyle ne kadar devam eder bilemem ama en azından hala mantığı yerinde diye düşünüyorum. Aksi halde gelen notun ardından soluğu Sadi ve Songül’ün evinde almazdı.

Derya bir takım insanların eline düştü ve Kıvanç mecburen Sadi ile Songül’ün kapısını çaldı. Bundan sonra ne olur bilmiyorum ama Derya’nın hayatı için istenmeyen bir müttefiklik gelecek diye düşünüyorum. Peki ya Songül? Kıvanç ve Sadi arasındaki geçmişi öğrenecek mi?

Sadi, Songül’ü en ufak hücresine kadar bilirken Sadi hala Songül için gizemini koruyor. Yazının başlığına bir adım sen, bir adım ben, son adım aşk dedim ama sonrası her zaman vardır. Aşka ulaşmak bir sınav sonrasında aşkla sınanmak da gerekir. Songül ve Sadi birlikte bir ev, yuva kurdular. Şimdi o yuva ne kadar sağlam göreceğiz ve ben uzun yıllardır izlediğim en sağlam aşk hikayesi olarak görüp, yorumladığım bu ikilinin önlerine çıkacak her engeli de aşarak P hayal ettikleri tren yolculuğuna, mutluluklarına tüm engellere rağmen çıkacaklarına inanıyorum…

Bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Sevgi Her Şeyi Yenebilir Mi? (Kızılcık Şerbeti, 13.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR 

Aşkın bir yaşı var mı sizce? Ben aşkın bir ömrü olup olmadığını deneyimleyemeyecek kadar tecrübesiz olsam da bana göre gerçek aşka ömür biçilemeyecek kadar özel bir duygu. Evet belki zamanla insan değiştiğinden, ihtiyaçları farklılaştığından duyguları da değişebiliyordur. Fakat bana göre gerçek aşk tüm engelleri geçebilecek kadar güçlü olmalıdır. Doğa ve Fatih’in aşkı ne kadar gerçek bunu zaman gösterecek sanırım.

Doğa ve Fatih rüya gibi bir tanışmayla başladıkları bu aşka, ailelerin dahil olmasıyla kabusa döndü adeta. Çünkü gün geçtikçe Doğa Fatih’in aslında tanıdığı aşık olduğu kişi olmadığı gerçeğiyle yüzleşti. Ne kendi ne de evlatları için hiçbir mücadele vermeyen, elini taşın altına koymayan biri olduğu kanısına vardı ve aslında içine attığı, yuttuğu her olayın birikimiyle duvar kağıdını yırtılmasıyla Doğa’daki bardak da son damlasını alıp taşmış oldu. Şimdi dışarıdan bakıldığında Doğa sanki sadece bir duvar kağıdı yüzünden gitmiş gibi görünse de; o, aslında çok daha derin mevzuların konuşulmayıp halının altına süpürülmesi sonucu bu noktaya geldi. Mesela Fatih ailesiyle olan hiç bir tartışmada Doğa’dan haksız dahi olsa özür dilemedi, ailesi ne yaparsa yapsın Fatih bir kez olsun Doğa’nın arkasında durmadı. Fakat asıl mesele ne biliyor musunuz? Daha önce yapılan her şey sadece Doğa’nın şahsına yapılıyordu, o yüzden Doğa olanları sindirip susabiliyordu ama bu kez farklı, bu kez hem annesinin şahsına hem de çocuklarının özel alanına müdahale edildi. Bu da demek oluyordu ki Doğa çocuklarını asla istediği gibi büyütemeyecek, o ailenin isteğine uygun biçimde yetiştirileceklerdi. Bu Doğa için bir kırılma noktası oldu ve Fatih’i terk etti. Bence Fatih’i terk etmesinin en önemli sebebi Doğa’nın önceliklerinin değişmiş olması. Doğa Fatih’e olan aşkı sayesinde onunla evlenmeyi kabul etti ve ailesinin evine kendi rızasıyla taşındı. Fakat Fatih ailesinden isteyemediği şeyi Doğa’dan istedi. Ondan değişip ailesine ayak uydurmasını istedi. Belki Doğa Fatih’e eskisi kadar güvenebilseydi yine ne yapar eder onlara ayak uydurmanın bir yolunu bulurdu ama Fatih onu bu yolda yalnız bıraktı ve Doğa istese de artık tek kişilik düşünemez çünkü o bir anne. Daha doğurmamış olsa da o içinde günden güne büyüyen iki canlı barındırıyor ve onları düşünmek zorunda. Bu yüzden bir seçim yaptı ve onları mutlu yetişeceği bir ortamda büyütmek aşkından üstün geldi. Bu tabi ki Fatih’i sevmediği anlamına gelmez. Ama onunda dediği gibi en çok o çocuklarını düşünüyor ve mutsuz olacaklarına aşkından ayrı kalmayı tercih etti. Doğa bu kararında ne kadar ciddi, gerçek düşüncesi bu mu yahut bu kararında duracak mı? Bunu zaman gösterecek ama en az Doğa kadar Fatih’te tam olarak ne istediğini bilmiyor.

Fatih “Doğa’ya sen benim neler yaşadığımı, sana yansımasın diye nelerle uğraştığımı bilmiyorsun” dediğinde durup bir düşündüm Fatih bu evlilik için neler yaptı diye. Bu evliliğe gelin bir de Fatih açısından bakalım. Fatih muhafazakâr bir ailede büyüyen kısmen bu düşünceye sahip biri. Evlenmeden sevdiği kadının hamile olması haberi ailesi için tam bir felaket demekti ki Abdullah bey Fatih’i evlatlıktan men etme noktasına dahi geldi. Üstelik ailesinin hiç onaylamadığı bir gelin adayını “evleneceğim” keskin kararıyla dikildi karşılarına. Belki de Fatih ilk kez babasına karşı çıkıyordu, bu onun için gerçekten büyük bir adımdı ve Doğa için atmıştı bu adımı. Daha sonra aileler devreye girmiş ve her hali ve hareketiyle onu istemediğini açıkça belli eden kaynanasını idare etmek zorundaydı , iki ailenin bir arada olduğu her an ortamda gerginlik hakimdi ve Fatih iki aileyi de idare etmek zorundaydı. Bu da Fatih için çok zordu zira anne babasının dediği onun için emir sayılır ikilemezdi ama ne Doğa ne de annesi buna uymaya pek niyetleri yoktu. Babasına ve onun görüşüne tamamen bu aileyi sırf Doğa’yı seviyor diye ailesine akraba etmişti. Bu yüzden olan her aksilikte yahut gerginlikte ilk olarak Doğa suçlanıyordu ve Fatih buna engel olacak hiç bir şey yapamıyordu. Üstelik üstünde her geçen gün daha büyük aile baskısı oluşuyor ve Fatih boğulacakmış gibi olurken Doğa bu konuda asla ona yardımcı olmuyor aksine bir de sürekli sorun çıkartan tarafta yer alıyordu. İşte Fatih’e göre evlilikleri tamda böyle ilerliyordu. Halbuki Fatih’in tek yaptığı annesi gibi düzeni ve rahatı bozulmasın diye sorunları halının altına süpürmekti. O ne yaptıysa kendi hür iradesiyle yaptı. Paçasını bir olayda en kolay nasıl kurtarabilecekse öyle davranıp, Doğa’yı daha çok hırpalamaktan başka bir şey yapmadı o evlilikte. Belki bizim görmediğiniz, şahit olmadığımız şeyler olmuş olabilir. Fakat sizde taktir edersiniz ki ben hamile haliyle hırpalanan, yıpranan ve bunu aşık olduğu adamın eliyle yaşayan bir kadın varken ortada kimse kusuruma bakmasın ben başkasıyla pekte empati kuramayacağım üzgünüm.

Aslında bence Fatih daha tam olarak ne hissettiğini bile bilmiyor. Ömer’in “Sen Doğa’yı sevdiğin için mi boşanmak istemiyorsun yoksa babandan çekindiğin için mi?” diye sorduğunda Fatih sanki daha önce hiç düşünmediği bir soru sorulmuş gibi afalladı, düşündü ve vermesi gereken cevap neyse onu vermiş gibi bir hali vardı. Üstelik Doğa’nın kapısına geldiği iki kez de babasının zoruyla gelmişti. Farkında mısınız Fatih Doğa’ya Doğrudan ne eve dön diyebiliyor, ne seni merak ettim diyebiliyor ne de düşüncelerini açık açık bunlar benim fikirlerim deyip ona sunabiliyor. Bunun nedenini henüz bilmiyorum ama yaptığı yahut yapamadığı her şey için sürekli birilerinin ardına saklanarak hamle yapıyor ve bu çok belirgin olmaya başladı.

Ömer ki kendisinin sırdaşı ve akıl danıştığı kişi ona bile doğrudan duygu ve düşüncelerini aktarmaktan çekiniyor. Ömer onu zorlamasa Doğa’ya olan aşkını dahi itiraf edemeyecek durumdaydı. Ben bu konuda Fatih ne düşünüyor bilmiyorum ama Ömer onun aksine Kıvılcım’ı kaybetmemek adına en büyük gerçeğini onunla paylaşmak zorunda kaldı. O ne gerçekte Leman’ın kocası ne de Metehan’ın babasıydı.

Ömer yaşadıklarının etkisiyle de olgunlaşmış ve ona göre davranan biri. Kıvılcım konusunda fevri davranmayarak aralarındaki bağı iyice koparmamaya özen gösterdi. Ona ve kendine zaman tanıyarak hem Kıvılcım’ın sakinleşmesini bekledi hem de artık onu çok iyi tanıdığı için ne yapacağına karar verebildi. Kıvılcımsa duydukları karşısında neye uğradığını şaşırdı. Bu sır ikisi için de çok ağırdı bana kalırsa.

Kıvılcım son olanlardan sonra acısını, yaşadıklarını bir kenarda bırakarak işine daha çok odaklanmaya başladı ki bu içindeki duyguları gizlemenin de bastırmanın da en kolay yoludur. Açıkçası zorbalık konusunun üstüne bu denli gitmesini de, bu konuda daha önce dış görünüşü yüzünden kavga ettiği Kübra hanımla çalışmak istemesini de taktır ettim. Bu durum aslında Kıvılcım’ın ilk tanıdığımız andan bu zamana kadar nasıl fark etmeden gelişim gösterdiğini de gösteriyor bize. O hiç tanımadığı bir ortamda bile yan yana durmaya katlanamadığı kadınla kendi okulunda ortak bir çalışma yürütecek duruma geldi ve açıkçası bu ayrıntı çok hoşuma gitti. Bir tek Kübra değil başlarına gelen zorbalıklar yüzünden hayatları altüst olan diğer konuşmacılar oradaki öğrencilere çok güzel örnek olduklarını düşünüyorum. Üstelik zorbalık yapan Buse’ye böyle akıllıca bir ders vermesi de Kıvılcım’ın ne kadar kıvrak zekalı olduğunu bir kez daha gösterdi. Ben inanıyorum o eğitimci olarak öğrencileri için bu kadar güzel mücadele ederken çocukları için çok daha fazlasını bir anne olarak yapacaktır. O gerekirse Ünal ailesine savaş açar yine de kızına istemediği bir şey yapılmasına izin vermez. Pembe’nin aksine kızı ağlayarak eve döndüğünde kulağından tutup mutsuz olduğu eve sırf başında bir erkek olsun diye gönderen bir anne değil çünkü o.

Ben artık Pembe’nin yaptığı hiçbir şeye şaşırmıyorum doğrusu. Oğulları için ayılıp bayılan kadın söz konusu kızı olduğunda “Evlendirelim de kurtulalım bundan” diyebiliyor. Ama en sevindiğim nokta ne biliyor musunuz Nursema artık o evdeki herkesin ne halt olduğunu çok iyi biliyor. O yemek masasında söylediği sözlerin tek bir tanesinde tek bir yanlış yoktu. Ne Abdullah bey samimi orada, ne Pembe ne de Fatih, Nilay bile her an fitne sokmaya çalışıyor araya. Pembe’nin bencilliğini, kendi düzeni için, istekleri için ailesini nasıl ateşe attığını, kimsenin mutluluğunu düşünmediğini pek güzel vurdu yüzüne. Nursema, Doğa hususunda da haklıydı, Doğa asla Pembe’nin samimiyetine inanmadı ve haklıydı da…

Pembe yemekte gerine gerine “Ayağına kadar gittim ama gelmedi” diyecek kadar düştü ama hem Pembe hem Fatih hem de Nursema samimi olmadığını biliyordu, dile getiren sadece Nursema oldu. Biliyor musunuz Nursema, Doğa sayesinde gelişti, değişti. Doğa ona başka bir yol olduğunu, başka bir hayat biçimi olduğunu gösterdi. Zaten Pembe’nin Doğa ile en büyük sorunu bu, onu düzeni için risk olarak görüyor. Eğer ikizler olmasa şu anda Fatih’i boşanma hususunda ikna etmeye çalışıyordu. Torunları başka evde büyümesin diye tüm savaşı ancak karşısındaki de bir anne ve onun bağnaz dünyasına çocuklarını asla sokmayacak kadar da bilinçlenen bir anne. Pembe bir şeyi unutuyor, Doğa eğitimli bir kadın. Bir gün o eve dönse bile Pembe asla ş çocuklar üstünde anneleri kadar kontrol sağlayamayacak ve zaten ben bebekler doğunca Pembe’nin bu evliliğin üstüne kabus gibi çökeceğini düşünüyorum. Pembe’nin bu hırsına şu anda sadece Nursema karşı duruyor. Onun dışında herkes sessiz, üç maymunu oynamaya devam ediyor. Özellikle de Mustafa hususunda ben çok üzgünüm.

Mustafa o evin mazlumu. “Bana Mazlumu getirin!” durumu var ya, işte tam olarak o. Ne olursa olsun olay dönüyor, dolaşıyor bu adamda patlıyor. Mustafa o yıllardır o ailede ikinci planda olduğunun da, annesinin onu sevmekten ziyade acıdığını, babasının ona zerre güvenmediğini bilerek yaşıyor o evde. Ben bu bölüm Mustafa’ya kahroldum doğrusu. O masum masum ağladıkça ben ekran karşısında göz yaşlarına hakim olamadım. Belki de tek istediği babasının birazcık olsun gözüne girmek, karısını birazcık olsun mutlu edebilmekti ama sonunda aldığı tek şey babasından hakaretten başka bir şey olmadı. Pembe nasıl ki Nursema’ya bir artık, bir fazlalık gözüyle bakıyorsa Abdullah beyde aynı şekilde Mustafa’yı öyle görüyor. Evet hata yaptı kabul ama babası ona bu güne kadar biriktirdiği ne varsa saydı döktü ve bu Mustafa’yı çok kırdı. Umarım Nursema’ya da Mustafa’ya yaptıkları gibi yapıp sindirmezler.

Nursema’yı ilk tanıdığımızda ruhsuz, renkleri solmuş, sadece ona söyleneni yapıp mutsuz bir şekilde yaşamını idame ettiren, nefes alan ama yaşamayan biriydi. Ama Umut’la tanıştıktan sonra o güzel gülüşü de renkleri de geri geldi. Umut sayesinde sevilmeye ve değer görmeye layık olduğunu gördü. Bu yüzden Umut’un ona hiçbir şey söylemeden onu engellemesi onu bu denli kahretti. Alev’in ufak bir müdahalesiyle hem Umut’un hem de Nursema’nın gözlerinin içi yeniden parlamaya başladı. Fakat onlar için vuslat pekte kolay olmayacak gibi görünüyor çünkü Pembe Nursema’nın kendi isteği dışında biriyle evlenmesine asla izin vermez ve onları öğrenirse ayırmak için elinden geleni ardına koymayacaktır benden söylemesi.

Aşk sonunda her ne yaşanırsa yaşansın muazzam bir duygu bana göre. Düşünsenize insanların çoğu belki de hiç aşık olmadan geçip gidiyor bu dünyadan. O yüzden sahip olduklarımızın kıymeti bilinmeli ve ona göre davranılmalı diye düşünüyorum.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek üzere.

Sen Benim Şarkılarımsın (Gelsin Hayat Bildiği Gibi, 26.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT 

İnsan hayatındaki en değerli duygu nedir diye sorsalar hiç düşünmeden aşk derim ama tabi bunun şartları var. Bahsettiğim salt tutkunun hissettirdiği geçici durum değil. Benim aşk anlayışım içinde sevgiyi, güveni, merhameti barındırır. Tüm bunlar da bir günde değil, zamanla olacak şeylerdir. Sadi ve Songül tüm olmazlara inat, el ele bugüne geldiler. İkisi de birbirine hem aşk, hem de hayat arkadaşı oldu diye düşünüyorum.

Sadi ve Songül bu yola çıktıklarında büyük ihtimalle zoraki bir ev arkadaşlığı belki de hafiften biraz da arkadaş olmaktan öte bir şey hayal etmediler. Sadi, geçmişin diyetini ödeyip, bir kaç insana yardım edip, en sonunda da ölümüne sebep olduğuna inandığı, intikamını kendince alsa bile diyetini ödeyemediği küçük kızın anısını onurlandırıp, öyle uzun yıllar yaşamadan bu dünyadan çekip gidecekti. Songül de yalnızlığını bölmeden, kimseye bağlanmadan, ailesinin intikamını alıp, mesleğine devam edecekti. Hayat siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir derler ya, bu ikisi için tam olarak bu gerçekleşti. Önce birbirlerine arkadaş, sonra dost, sonra dayanak, sonra aşık ve en sonunda hayat arkadaşı oldular. Birbirlerini geliştirip, hayatın bambaşka bir yönünü gördüler. Sadi ilk kez onu tüm varlığıyla kabul eden bir kadınla yeniden doğarken, Songül de onu her anında yalnız bırakmayan, destek olan, arkasında dimdik, dağ gibi duran bir adamla yeniden yaşama sevincini kazandı. Aşk da zaten bu değil midir? İnsan diğer yarısını bulunca kendinde ne eksikse onu tamamlar. Aksi halde o bence aşk değil sadece bir heyecan olurdu…

Songül Acarerk tüm hayatını bulmaya adadığı adamı sonunda buldu. Servet’in ona babasının adıyla seslenmesiyle kendini neredeyse kaybedecekti ancak ortamda Gizem’in olması, ölme ihtimalleriyle geride durmak zorunda kaldı. Songül ne yazık ki babasının katilini elinden kaçırdı ancak bu oyun daha yeni başlıyor. Servet her zaman olduğu gibi iki adım öncesini görerek bir plan kurdu ve tereyağından kıl çeker gibi olaylardan sıyrılıp, kaçtı. Ancak bunu yaparken eski gücünü de o yalıda, Songül ve Sadi’nin ayakları altında bıraktı. Zira kendisinin resmi ölümü sayesinde kayıtlı tüm mal varlığı, banka hesapları artık polisin elinde. Gücünün oldukça sınırlı olacağını düşünüyorum. Yine de yaşarken oldukça tehlikeli bir adamken, şimdi daha da tehlikeli bir düşmana dönüştü. Özellikle de Songül’ün hayatı büyük risk altında. Ailesinin katili onun hala ensesinde bir nefes ve bunu Sadi dahil kimse bilmiyor.

Songül, Servet’in ölüm haberiyle derin bir nefes alırken, içindeki tüm acısı, öfkesi, hayal kırıklığı gözyaşlarına karışarak aktı, gitti. Ancak bu bir cümle ile anlatılacak kadar basit bir şey değil. Songül’ün en berbat hikayesi, Servet’in kanlı kalemiyle yıllar önce yazılmış, bir kız çocuğu tüm hayatını onu bulmaya, onu yakalamaya adarken nefes almamış, yaşamayı unutmuş. En sevdiği filmin Titanik olmasının en önemli sebebi ne biliyor musunuz? Songül kimsenin onu kurtarmasını beklemeden o ahşapta tüm fırtınaya rağmen nefes almaya çalışan bir kadındı. Su soğuk, rüzgar kuvvetliydi ama o yaşamayı başardı. Tüm hayatını böyle geçirip, artık nefesi zayıflayıp, dayanamayacak hale gelip ahşapı bıraktığında hayatına Sadi bir mucize gibi girdi ve onu hayatta tuttu.

“Artık sana tutunacağım” sözünü bir filme yapılan basit bir ithaf  değil, bir durum açıklaması olarak düşünüyorum. Songül bu yola çıktıktan sonra neredeyse hayatını bile kaybedebilirdi ancak Sadi’ye tutunarak hayatta kaldı. Ne zaman düşse sevdiği adam tam yanı başındaydı. Onun artık bir ahşapa ihtiyacı yok, sarılacağı, dayanacağı bir insan var. Songül, hayatındaki en büyük dayanağına sarılırken, Sadi de en büyük şansını kalbine sığdırıp, onunla yakaladığı huzurun tadını çıkarıyor yani şimdilik… Buraya kadar her şey çok güzel ama tutunduğu ruh kendisiyle iyileşen çok yaralı bir adama ait ve Songül onun iyileştiğini düşünüyor ya da öyle umuyor peki öyle mi? Sadi gerçekten tamamen iyileşti mi…

Sadi Payaslı, oldukça karanlık bir geçmişe sahip, kendini uzun yıllar bir çöplükte kabul eden, oradan çıkınca da sevgiye layık olmadığını düşünerek yaşayan bir adamdı. Busenaz’ın ölümü özellikle Sadi’nin içindeki karanlığı daha da koyu yapan en önemli etken oldu. Sadi için Busenaz sonrası tamamen hayat yapması gereken şeylerden ibaret olmaya başlamıştı ki hiç beklemediği, olmasına dahi ihtimal vermediği bir mucize gerçekleşti : Aşık oldu. Burada Sadi’nin beklemediği mesele kendisinin birini sevmesi değil, aksine o hayatına aldığı insanları sevme konusunda  sorun yaşayan biri değil ancak onun beklemediği sevilme hususunda gerçekleşti. O Songül’ü sevdi, onunla bir hayat ona çok güzel geldi ki bence onun bu yeni kimlik meselesinde kendini en mutlu hissettiği durum, kendisinin aksine beyazlar içerisinde, gülüşünde güneşi gördüğü bir kadınla evli olmasıydı. Bu yüzden Songül onu kırsa bile Sadi ona hiç gönül koymadı. Ona en kızgın olduğu zaman, Songül’ün kendi hayatını riske attığı zamanlar oldu. Sadi, Songül’e aşık oldukça Emin’i ruhunun karanlığına hapsetti, onun yüzleşmek şöyle dursun varlığını bile reddeder hale geldi.

Hatırlıyor musunuz, Sadi Songül’e tablo hediye ederken “Sen beni terbiye ettin!” demişti. Bence ikisinin ilişkisinin en doğru tanımı bu oldu. Songül, Sadi’yi terbiye etti, ruhunu tedavi etti ancak Sadi ona tam olarak kendini göstermediği için olsa gerek Songül sadece gördüğü kısmına dokunabiliyor. Halbuki Songül karşısındaki adamı bütünüyle seviyor, kabul ediyor ki bence sesli söylemese de Sadi de bunun ayırdına varmaya başladı. Bu hususta gözlerinin açıldığı ilk an depoda Songül’ün onu Emin’in düşmanlarından kurtarmaya geldiği an diye düşünüyorum. Songül oradaki adama kocam derken, onsuz asla gülmem derken isimlerin, durumun bir önemi yoktu. O, karşısındaki adamı bir bütün olarak sevdi, değer verdi, kendini teslim etti.

Songül, Sadi’nin her şeyini seviyor. Biliyor ki yaşanan her şey, mazisi, acıları karşısındaki adamın bir parçası. İnsan bulunduğu yere gelmez, bir günde o karakter oturmaz. Songül de bunu hisseder gibi Sadi’ye bir süredir bunu göstermeye çalışıyor. Aksi durumda zaten Sadi’yi nereye çağırsa getirtebilecekken, ben kendi kendime tuzağa düştüm gibi bir cümleyle onu eski hayatındaki kılığında o eve çağırmazdı diye düşünüyorum. Ya da aylar önce ona aşık olduğunu değil, şimdiki halini sevdiğini söylerdi. Songül’se her hareketiyle tüm isimler ve kimliklerden bağımsız Sadi’ye olan aşkını gösterdi diye düşünüyorum ki Sadi’yi ilk kez Songül’ün karşısında bu kadar net gördüm. Sapanca’da aşklarının en özel anını birlikte yaşarken, Sadi tamamen kendisi gibiydi. Bir baktım tamamen tutkulu, sevdiği kadını sahiplenen adam, bir baktım otelin bahçesinde dans edip, karısına şefkatle sarılan adam. Her şeyiyle, gizlenmesine gerek olmadan kendisi gibiydi. Zaten bir tek Songül’ün yanında böyle olabiliyor, bir tek ona gösteriyor kendisini… Ben onu ayrı iki kimlikte iki ayrı insan olarak görmüyorum. Karanlık tarafları var, aydınlık tarafları var ama bunu bir kişilik bölünmesi değil, özellik olarak düşünüyorum. Songül, Sadi’yi her şeyiyle sarıp, sarmaladıkça o da tamamen kendisine döndü, olduğu kişiyle barışmaya başladı ve doğal olarak bunun iyi tarafları olduğu gibi sorunlu olan tarafları da kendisini göstermeye yüz tuttu.

Sadi’nin bir yanı var çok merhametli, çok nahif, sarıp sarmalayan. Ama bir yanı da var ki çok koyu, çok karanlık. O öfkesini biz belki bir kere gördük, Songül ise hiç görmedi. İlk bahsettiğim yanınıysa hep görüyoruz. Songül ne zaman üzülse, sevdiği adama ihtiyacı olsa kolunu uzattığı anda Sadi orada oldu. Servet meselesinde mesela, Songül yalının önünde kriz geçirmek üzereyken Sadi tüm şefkati ve sevgisiyle oradaydı. Halbuki o da çok istiyordu Servet’i yakalamak ama Sadi’nin ilk önceliği hiç bir zaman kötü adamlar yakalamak olmadı. O zaten hangisini yakalarlarsa bir yenisinin geleceğini biliyor, Sadi’nin tek derdi sevdiği insanları korumak. O yalının önünde Songül çırpınırken, onun karısına sarılmasındaki tek meselesi onu ölüm kokan evden çıkarması oldu. Servet’in sadece Songül’ünün ailesine değil Mert’e de zarar vermesi  şimdilik  Sadi için bir sorun değil ama ilerleyen zamanlarda olacak. Zira sevdiği insanları koruma hususunda böylesine takıntılı bir insanın öz oğlunu koruyamadığını öğrenmesi Sadi için kabul etmesi çok zor ve şiddetli bir gerçek olacak diye düşünüyorum.

Servet dışında da oğlunun başı büyük dertte zira Mert’le burun buruna yaşayan bir dengesiz var. Kıvanç gün geçtikçe sanrılar içerisinde yaşarken, Mert’in ona posta koyması bence iyiye işaret değil. İşin uzmanı değilim ama Kıvanç paranoya veya artık şizofrenini mi dersiniz tüm belirtilerini göstermeye başladı. Sadi’nin hala Derya’nın peşinde olduğunu, onu sevdiğini sanıyor. Mert belki bunu anlamıyor ama içgüdüsel olarak belki de tehlikenin farkında ve bu sebeple Kıvanç’a “Ablamdan uzak dur!” dedi.

Kıvanç da bunun üzerine soluğu Derya’nın yanında alarak en zor anda kimi seçersin gibi, saçma sapan bir soru sordu. Bu durum bile Derya’nın ne denli sıkıntılı bir durumda olduğunun ispatı diye düşünüyorum. Kıvanç sedyede yatan hastayı bile Sadi olarak görmeye başladı. İşin acı yanı Derya hiç bir şeyin farkında değil, tıpkı yalan bir ilişkinin içerisinde yaşadığını anlamayan Meltem gibi…

Tabi ki Meltem ve Derya aynı kefede asla değil. Yaver, Meltem’in tamamen kendisini seveceğini düşündüğü bir kimliğe büründü. Aslında onun da yaptığı Sadi den farklı değil. Yaver de ellerindeki kandan dolayı büyük ihtimalle Meltem ‘in onu sevmeyeceğini düşünerek, kendine onun seveceği bir kimlik yarattı ancak arada kocaman bir fark var. Songül, Sadi’nin kim olduğunu biliyor ancak Meltem bilmiyor. Bu da Meltem’ i Songül ile değil maalesef ki seneler önce Derya’nın konumunda yapıyor. Sadi’nin yeni girdiği yolu da düşünecek olursak, o da ağası gibi bir noktada bu sevgiden vazgeçmek zorunda kalabilir. Zira Sadi artık sorunları coğrafya öğretmeni olarak çözmeyi değil, daha farklı bir yolla çözmeye başladı, en azından şimdilik…

Bugüne kadar Sadi, herhangi bir meseleyi halletmek için Yaver ‘i arardı, Yaver gelip sorunu çözerdi. Peki ya şimdi ne değişti? Celal meselesinde ne oldu da Sadi bu işe kendisi karıştı? Şimdi Celal’ in kim olduğu belli ancak Sadi’nin buradakş öfkesi korkunç oldu. Onu en saf öfkeli haliyle gördüğümüz ender anlardandı. Onu bir kez daha böyle gördüğümde Songül’ü kıl payı ölümden almıştı. Şimdiyse durum çok başka. Celal’in Melek’i yaşattıkları berbattı. Aylarca onu istismar eden, Melek’i yaşarken cehennemi yaşatan adamla Sadi’nin de bir hesabı vardı ve o hesabı kesti. Normalde Sadi öfkelense de, o öfkesine bir süre sonra sahip çıkar ama burada hiç olmadı. Hiç fark ettiniz mi Sadi’nin aslında bir zaafı var : Kız çocukları. Şu anda sahip olduğu hayatı Busenaz’ın kefareti için yaşamaya başlamıştı, sonra Gizem okuldan atılırken, annesi öldüğünde, parasız kaldığında bir baba gibi yanında oldu, şimdi de Melek’in başına gelenler onun hiç bilmediğimiz bir yanının çıkmasına sebep oldu. Sadi de bir travma mı var yoksa hassasiyet mi bilmiyorum ama bu her neyde, onu kız çocuklarına karşı aşırı korumacı yapıyor. Melek meselesi ise onda bir şeyleri uyandırdı diye düşünüyorum. Sadi ufak ufak değişmeye başladı, öfkesini kontrol anlamında eskiye oranla daha kontrolsüz oldu ve şimdilik Songül tüm bu değişimin çok dışında zira Sadi onun yanındayken dünyanın en sakin, en şefkatli insanı. Sadi için bu durum yeni mi başlıyor yoksa bir kereliğine mi mahsus bilmiyorum ama eline yeniden kan bulaşması iyi bir şey değil diye düşünüyorum.

Bir insan yapacağı şeyde haklı olsa, onu en yakınına söylemekten çekinmez. Sadi’yse Celal’i aldığını Songül’e söylemedi. Songül artık tamamen sorunsuz bir evliliğin içinde olduğunu düşünerek evde eşini beklerken, Sadi o dakikalarda ileride kendisini ve belki de ilişkisini zora sokacak bir adım attı diye düşünüyorum. Songül, ailesinin katilini bile öldürmek istemezken, Sadi’nin kendi adaletini yeniden sağlaması nelere sebep olacak bilmiyorum ama bu dönemde Sadi’nin kaybolmaması için yeniden Songül’e, güneşine ihtiyacı olacak diye düşünüyorum…

Yazımı bitirmeden iki şeyden daha bahsedeceğim. Bu bölüm itibariyle artık Songül’ün geçmişiyle ilgili tüm sırlara vakıf olduk diye düşünüyorum. Onun hikayesinin karanlık kısmı kapandı ve tabii Songül’ün o rahatlamış anlarını sevgili Devrim Özkan yine muazzam bir şekilde ekrana yansıttı. Devrim artık ruhu rahatlayan karakterin tüm acısını, rahatlamasını, yüklerini atmasını emniyetteki sahnede sadece beden dili ve mimikleriyle verdi. Tedirgin beklerken elleriyle oynaması, ardından gelen tiz bir sesle ağlaması, ayağa kalkıp, geri oturması, yeniden kalkması  o anı en derinden yaşadığını gösterdi diye düşünüyorum. Bölümün geri kalanında da , Songül’ün huzurunu, tutkusunu, mutluluğunu tek bir mimik ve jest kaçırmadan mükemmelen aktardı. Devrim her zaman olduğu gibi Songül’ü hem kendi yaşadı, hem de bize iliklerimize kadar hissetrirdi. Ancak karakoldaki o çaresiz anlarında bir an gerçeklik algısını bana unutturup, Songül’e sarıma arzusu uyandırdığını da söylemeden geçemeyeceğim.

Diğer yandan Ertan Saban’a bir parantez açmak istiyorum. Öncelikle son sahneden başlamak gerekirse ben en son Kuzuların Sessizliği filminde Anthony Hopkins performansında bu kadar gerildim herhalde, tek bakışıyla sanki dünyadaki herkesi öldürecek kadar öfkeli bir adama dönüştü. Kendisi bu duyguyu tek bir bakış ve tiz bir ses tonuyla verdi. Bölüm boyunca Sadi karakterinin içindeki beyaz ve siyah kısımları izlerken, Ertan Saban aradaki dengeyi öyle müthiş kurdu ki ben karakterin bir değişime girdiğini en doğal haliyle gördüm.

İyi senaryo, iyi reji önemlidir ama elinizde karakterleri ekrana taşıyacak, yaratılan karakteri hatasız ekrana taşıyan oyuncularınız yoksa gerçekten yağmurlu havada susuz kalmışsınız demektir. Devrim Özkan ve Ertan Saban burada neredeyse kusursuz diyeceğim bir performans sergiliyorlar.

Tüm ekibin ellerine sağlık, haftaya yeniden görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Bir Damla Gözyaşı (Kızılcık Şerbeti, 12.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR

Hayat çok karmaşık hepimizin farklı farklı sorunları ve sorumlulukları var. Üstümüze yüklenen roller ve bu rolleri yerine getirmemiz gereken zorunlu durumlar her zaman yanı başımızda. Doğa mesela daha dün öğrenciyken bu gün iki çocuk bekleyen bir anne, üstelik bildiği, gördüğü ortamdan tamamen koparak yepyeni bilmediği bir ortamda evliliğini yürütmeye çalışıyor, ama aynı şeyi kocası için söyleyemeyeceğim.

Bu bölüm bir kez daha anladım ki Fatih sadece kendi çıkarları söz konusu olduğunda Doğa’ya iyi davranıyor. İlişkileri güzel gittiğinde bir koca olduğunu hatırlıyor. En son kavga mesela neden çıktı? Doğa domuzlu bir duvar kağıdı yaptırdığı ve bu Fatih’in anne babasına ters düşen bir durum olduğu için. Düz bakınca durum tam da bu ama alt metni kesinlikle böyle değil. Çünkü sözde ailesine çok düşkün Fatih beyimiz bu zamana kadar onlarca kez ailesini çiğnedi zaten o zamanlar bir kez bile sorun etmemişti ailesinin dini görüşünü. Şimdi biraz geçmişe gidelim ne demek istediğimi daha kolay anlatacağım bu sayede.

Daha aileler ilişkilerinden habersiz, aralarında bir sorun yok, Doğa modern, güzel, kendi ayakları üstünde duran akıllı ve zeki bir kadın. Yani kısacası sorumluluk yok dert yok. Bu yüzden her şey güllük gülistanlık. Peki bu ilişkide gerçek yüzünü göstermeyen kişi kim? Ben hemen söyleyeyim: Fatih. Çünkü Doğa’nın nasıl biri olduğunu, nasıl bir yaşamı olduğunu ve ailesinin onu isteyip istemeyeceğini çok iyi biliyordu. Ama çok sevgili Fatih beyimiz ne yaptı tüm her şeye o çok önem verdiği “Anne babasının dindarlığına” rağmen evlenmeden ilişkiye girdi, kızı hamile bıraktı. Bakın bu az buz bir şey değil; İslam dini için günahlar arasındadır ve Fatih’in bunu yaparken dindar anne babasının düşündüğünü hiç zannetmiyorum. Onların düşüncesinin neden o zaman bir önemi yoktu? Doğa’ya yahut Kıvılcım’a gelince mi dindar olduğu aklına geliyor? Ben Fatih’e ciddi manada çok kızgınım ve bu kızgınlığım kolay kolay geçer mi hiç zannetmiyorum. Çünkü Fatih doğrudan Doğa’ya düşüncelerini söylemekten, annesine bunu nasıl yaparsın demekten dâhi aciz biri. Bu yüzden Fatih yine ve yeniden anne babasının arkasına saklanarak Kıvılcım’a olan öfkesini kustu. Daha önce de bahsetmiştim Fatih sırf sorumluluktan kaçmak için özellikle annesini öne sürüyor ve onun üzerinden Doğa’ya yükleniyor. Halbuki bunların hiçbiri olmak zorunda değildi. Pembe ki ailenin büyüğü, Doğa’yı karşısına alıp o duvar kağıdını neden istemediğini belirtseydi Doğa başka bir tane seçip olay yine tatlıya bağlandırdı. Ama Pembe’nin tek derdi o evdeki kadınları yönetmek olduğu için bunu bile isteye yaptı. Şuna eminim ki Pembe sırf Kıvılcım o duvar kağıtlarını aldığı ve kendisine danışılmadığı için yırtıp attı. Domuz figürü de sadece işin bahanesi oldu. Onun en büyük nedeni o duvar kağıdını Kıvılcım’ın seçmiş olmasıydı. Halbuki bu ilişkide onların gerçekten mutlu olmasını isteyen çok az kişiden biri Kıvılcım.

Kıvılcım Fatih Doğa’ya iyi davrandığı, kırmadığı ve ona engel olmadığı sürece bir kez bile aralarına girip ayırmak istemedi. Hatta Fatih’in yaptığı zorbalığa denk geldiği halde Doğa affetti diye ses çıkarmadı. Ama görünen o ki Fatih ona söylenen sözleri henüz sindirebilmiş değil. Yine de Kıvılcım şu an için Fatih’in öfkesini görebilecek durumda değil zira özel hayatı darmadağın ve Kıvılcım bu duruma hiç alışkın değil.
Kıvılcım her ne olursa olsun Ömer konusunda haklı bana kalırsa, o şu an kendini kandırılmış hissediyor ve bunun tüm sorumlusu ona evli olduğunu söylemeyen Ömer. Yine de tüm olanları oturup düşündüğünde söylediği ilk şey “Ben ne yaptım” demek oldu. Çünkü o bu güne kadar ilke edindiği her şeyi bir kenara bırakıp belki de ilk kez kalbinin sesini dinledi. Aslında dıştan bakan biri olarak bu konuda Ömer’in Kıvılcım’a açık olmamasını anlayabiliyorum ancak Kıvılcım açısından baktığımızda büyük bir ihanete uğramış gibi hissetmesi kadar doğal bir şey de görmüyorum. Bu yüzden Ömer’le ilişkisini kesmesini de, konuşup bir daha kendisiyle görüşmek istememesini de doğal buluyorum. Zira o bir kadın olduğu kadar bir anne ve bir eğitimci de aynı zamanda. Bu rollerinin hepsinin ayrı ayrı sorumluluğu var üstünde ve bunları aksatmadan yerine getirmek zorunda.

Ben Kıvılcım’ı eğitimci kimliğiyle görmekten çok hoşlanıyorum doğrusu. Daha önce de Metehan ve Çimen üzerinden yaptıkları daha sonra, engelli çocuklar için yaptıkları çok önemliydi benim için. Ama bu sefer müdahale ettiği konu toplumun maalesef ki kanayan yarası. Artık kanıksadığımız zorbalığa böyle çözümcül yaklaşılması, sonuçlarına değinilmesi ve zorbalığa uğrayan kişinin gözünden bunu göstermeleri benim için ayakta alkışlanacak şeylerdi doğrusu. Maalesef ki sosyal medyada görüyoruz. Pelin gibi, Muhammed gibi çocukları yaşıtları tarafından gerek fiziksel gerekse psikolojik olarak zorbalığa maruz kalıyorlar ve aileleri dahi güvenebildikleri kimse olmadığı için buna ses çıkaramıyorlar. Onları anlayacak dinleyecek kimse olmadığı için de yitip gidiyor, içlerine kapanıp asosyal damgası yiyorlar. Bu konuda Kıvılcım’ı çok taktır ediyorum doğrusu. Hayatı ne kadar karışık olursa olsun sorumluluklarını asla aksatmıyor, özel hayatını okul bahçesinin dışında bırakıyor ve sadece bir eğitimci olarak giriyor o okula. Kıvılcım okulda iyi bir eğitimci olduğu kadar evde de iyi bir anne bana göre. Doğa’yı üzdüğünü bildiği için mutlu olması için çabalıyor halbuki Pembe Nursema’nın acı çektiğini bile bile ona eziyet etmeye devam ediyor.

Fatih nasıl ki annesinin arkasına saklanarak Doğa’ya istediğini sayıp döküyor Pembe de aynı şeyi dinin arkasına saklanarak yapıyor. Yaşadığını söylediği dini bile isteye kendi çıkarları için kullanıyor. Her şeyden önce İslam dini hoşgörü dinidir ve kul hakkına çok, çok önem verir. Peki Pembe annelik hakkıyla Nursema’ya hesap sorarken ona gerektiği gibi anne oluyor mu? Yahut ona evlatlık hakkını veriyor mu? “Bir kalbi kırmak Kabe’yi yıkmak gibidir” hadisi varken Pembe iki gönlü bile isteye kırarken hiç de İslam’a uygun davrandığını görmedim ben. En basitinden o Nursema’ya iftira atarak “Nişanlı” deyip hem İslam dinini hem de Peygamber efendimizin “İnsanı helak eden yedi şey” diye nitelendirdiği hadisini çiğnedi. Onu Umut’un gözünde yalancı ve başka biriyle nişanlı olduğu halde başka bir erkekle görüşen biri konumuna düşürdü. Üstelik çok muhafazakâr Pembemiz işine gelince yalan üstüne yalan söylüyor ve bunu yaparken günah yahut haram çizgisini düşündüğüne de hiç tanık olmadım ben. Ve tabii ki hem evlatları hem de tanımadan etmeden Alev’e göre yargıladığı Umut, o resmen bildiğin ayrımcılık yapıyor. Bakın İslam dininde bunların da hiçbirinin yeri yok ama bir “Domuz” figürü kadar mesele olmadı Pembe hanım için. Eğer Kıvılcım değil de Fatih seçmiş olsaydı o duvar kağıdını Pembe’nin gıkı dahi çıkmayacaktı, bunu bilmek için müneccim olmaya gerek yok bence. Üstelik Pembe’nin din anlayışı da Abdullah beyin çizdiği sınırlar içinde ne hikmetse. Peki sizce Abdullah gerçekten dindar biri mi? Kusura bakmayın ama buna da net cevabım hayır.

Abdullah Ünal aile babası, sözde çok dindar ve ailedeki herkesin fikrine saygı duyuyor. Ama ben bir kere bile ne Fatih’e ne Mustafa’ya ne de Pembe’ye saygı duyduğunu gördüm. Bütün gün ağzında hürmetten bahsediyor, ama karısını çiğnemekten, gelinlerinin arkasından konuşmaktan geri kalmıyor. Ne Fatih’in ne de Mustafa’nın hayatına da evliliğine de hürmetli. Üstelik Alev’in adını her duyduğunda yaptığı şeyler bile Pembe’ye ihanetten başka bir şey değil benim nazarımda. Başkasının mahremine böyle duygular beslemek ne kadar doğru? Alevden etkileniyor ve bunu açık açık Alev’e belli etmese de tüm hareketleri o yönde.

Alev ve annesini dinlerken Alev’in neden Abdullah bey konusunda aklının karıştığını bir kez daha anladım. Annesi bir kez olsun Alev açısından bakmamış olaylara, sürekli Kıvılcım ile kıyaslama yapmış aralarında. Alev de görünür olmak için yaramazlık yapıp durmuş çünkü sadece o zamanlarda Sönmez hanım onunla ilgilenip varlığını görebilmiş. Alev aslında ne yaptıysa annesi onu görsün diye yapıyor ve maalesef ki hatalar da bunun akabinde geldi. Alev’i olduğu gibi görüp, dinleyen, onu dikkate alan tek insan Abdullah olunca Alev de ne yazık ki bir anda ona doğru çekilmeye başladı.

Abdullah bey Alev hiçbir şey yapmadan, kıyaslama olmadan yanında oluyor Alev’in. Derdini anlatmadan anlıyor, yardım istemeden çözüm buluyor Alev’in dertlerine. Alev ailesinden görmediği ilgiyi görüyor Abdullah’ın ilgisinde. Bu yüzden ona karşı zaafı oluşup aklı karışıyor. Bunların hepsi Alev için çok doğal şeyler. O evli bir adamdan hoşlanabilir de sevebilir de birlikte de olabilir. Daha önce yaptığını kendi söylemişti ama ya dini bütün Abdullah bey ona ne oluyor? O nasıl olur da böyle davranabilir bir kadına? Gerçekten arık aklım almıyor.

Yazımı bitirmeden önce içimi dökmek istediğim bir konu daha var; İslam dini kadın erkek ayrımı yapmaksızın günah ve sevap yazdırır. Ama ben diziyi izlerken kendimi cahiliye dönemindeymiş gibi hissediyorum. Erkeklere sonsuz hak tanınıp kadınların birer mal, birer hiç olduğu, söz hakkının olmadığı bir dönem izliyormuş gibi hissediyorum. Madem bize iki farklı ailemin yaşam biçimi, muhafazakârlık ve sekülerlik adı altında bir şeyler sunulacaktı keşke ben bana vaat edileni görebilseydim. Ama maalesef gördüğüm tek şey dini kullanan dinden bihaber yozlaşmış bir aile ve moderniz deyip asla modern olmayan başka bir aile görüyorum. Bana göre ne muhafazakârlık ne de modernlik böyle bir şey değil kimse kusura bakmasın. Diziyi izlerken artık gerçekten zihnen çok yoruluyorum, mantıklı hiçbir şey görmüyorum, en basiti Doğa Fatih’in “ortalık kadını” benzetmesini yuttu, kendi okulunda, şiddet uygulanarak, kolundan sürükleyerek çıkardığı anları unuttu, çocuk gibi azarlanışını yok saydı ama bir duvar kağıdı için çekti gitti. Bu beni tatmin eden bir çatışma değil üzgünüm. Sözde din üzerinden çatışma yapmak istediler ama dinle ilgili zerre bir şey yoktu orda. Pembe de Fatih de sırf Kıvılcım seçti diye böyle davrandılar. Fatih iki ileri bir geri sayarken Doğa’ya olan sözde aşkı artık bana zerre geçmiyor, inandırıcı gelmiyor çok üzgünüm. Ben Fatih’in tüm ailevi çatışmalara rağmen karısının yanında olup onun elini tutmayı bırakmayacak, bu uğurda birlikte hareket edecekler diye beklerken Fatih istisnasız haklı ya da haksız her konuda sadece ailesini destekleyen korkak, bencil bir adam olarak kazındı beynime. Şimdi ben nasıl onun Doğa’ya gerçekten bir eş olacağına inanayım siz söyleyin. Diziyi daha ne kadar izler ve yorumların bilmiyorum ama dediğim gibi artık beni çok yormaya başladı bazı şeyler.
O zaman bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere.

SANA BİR SIR VERECEĞİM

YAZAR: Büşra K.

Kan bağı olmadan aile olunabilir mi? Bu soruya elbette herkesin verebileceği bir cevabı vardır. Gelin hep birlikte 2013 yılında bu soruyla yola çıkıp hayatlarımıza giren Sana Bir Sır Vereceğim dizisinin soruya verdiği cevaba bakalım: Kızı kaçırılımış acılı bir anne ve garip davranışlar sergileyen oğlunun durumunu anlamaya çalışan bir babanın yolları kesiştiğinde kaderlerinin ortak olduğunu gördüler. Çocukları belli güçlere sahip özel çocuklardı ve bu özel güçlerinin peşinde olan insanlardan kaçmak zorundaydılar. Karşılarına çıkan birkaç çocukla beraber yeni bir semtte, yepyeni insanların karşısında bir aile gibi davranacaklardı. Bu başlarda hiç kolay olmamıştı. Çocukların özel güçleri başlarına dert açıyor, haliyle aile topluma uyum sağlamakta zorlanıyordu. Birbirlerine duydukları güven ve sevgi bağı, onlara bütün zorlukların üstesinden gelmeyi de öğretmişti.

Peki hayata 1-0 geride başlayan bu çocukların dünyaya bakışı nasıldı? Ya da 1-0 önde mi demeliyiz? Bunun cevabını sahip oldukları özel güçlerle Aylin ve Tilki şöyle vermişti: “Bence ceza, çünkü herkes gibi değiliz.” “Hayır bence ödül, çünkü herkes gibi değiliz.” Hafızalarımıza kazınmış olan ikonikleşmiş replikleriyle “Aytil” çiftini de bu diziyle tanıyıp sevmiştik.

Ülkemizde ilk ve tek fantastik dizi olan Sana Bir Sır Vereceğim, yalnızca bir diziden ibaret değildi bizim için. Kendisiyle tanıştığımızda hayatı yeni tanımaya başlayan küçük çocuklardık her birimiz, ondan öğrendiklerimizle ve bize kazandırdığı dostluklarla beraber büyüyüp bugün birer yetişkin haline geldik. Hiçbirimizin kan bağı yoktu, hepimiz tamamen hepimizi tanımıyorduk bile; ama birbirimizden ‘aile’ diye bahsettik hep. Aile olmuştuk çünkü, SBSV Ailesi… Bu dizi bize bunu öğretmişti: en başta da söylediği gibi kan bağı olmadan aile olmayı. Aynı amaçla çıktığımız bu yolda kalplerimizin bir olması yeterdi, yetti de. Bütün sbsv ekibi ve izleyiciler olarak kalben bağlanmıştık birbirimize. Bugün hala hiç kopmamış olduğumuzu görmekse, sahip olduğumuz en büyük hediyemiz.

Yayınlandığı dönemde fırtınalar estiren dizinin fanlarının hazırlamış olduğu derginin görsellerini sizlerle paylaşmaktan gurur duyuyoruz:

SİZ HİÇ BÖYLE GÜZEL KAPAK GÖRDÜNÜZ MÜ?

 

 

ÇOK SEVGİ, BÜYÜK BİR BAĞLILIK: İŞTE KARŞINIZDA SBSV !

 

 

 

İŞTE O BÜYÜLÜ KADRO!

İNANAMIYORUM! RÖPÖRTAJ MI O ?

EKİN KOÇ İLE RÖPORTAJ

DEMET ÖZDEMİR İLE RÖPORTAJ

 

EHHH BİRAZ DA GENEL KÜLTÜR:

ŞİİR DEMOCANDA

 

 

 

Eveeett bu ekranlardan “Sana Bir Sır Vereceğim” gibi çok özel bir dizi geçti. Bilenler bilir ülkemiz fantastik dizi hususunda çok başarılı değildir. Ana akım dediğimiz seyirci de pek yüzüne bakmaz bu işlerin ama bu dizi başkaydı. Kendine bir evren yarattı. O dünyada sosyal medya aleminin gördüğü en tatlı hayran kitlesine sahiplerdi. Bir daha gelir mi böylesi? Elbette gelir ve hatta daha iyisi de gelebilir ama ilkler hem özeldir hem de böylesine samimi bir işin bir daha geleceği de muamma…Yeniden tüm ekibin, yazanın, oynayanın, çekenin ellerine sağlık.

 

İYİ Kİ SBSV…

 

 

Senin İçin Her Şeye Değer (Gelsin Hayat Bildiği Gibi, 25.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT 

Hayat iniş çıkışlarla dolu bir yolculuktur. İnsan tercih bu hayatı tercih ettiği şekilde yaşar ve bedelini öder. Ama iyi ama kötü olur bu ancak bir şekilde olur. Sadi gençlik yıllarından bu yana bir hayat tercihi yaptı ve onu yaşadı. O hayat için, içinde olduğu dünya için bir çok şeyi feda etti ve bir gün bu dünyadan çıkma şansı yakaladı. Ona yeni bir hayat ve yeni bir kimlik verildi. Sadi ikinci şansının bu verilen kimlik olduğunu sanıyordu ta ki onu gözetleme işine verilen polise aşık olana kadar. İnsanın ruhu değişmedikçe, doğru ve yanlış arasındaki farkı net göremez diye düşünüyorum. Songül de Sadi’ye tam olarak bunu yaptı, onun ruhunu besledi, değiştirdi ve şu an karşımızdaki o bambaşka adamı yarattı.

Sadi, yeni hayatına başladığında öğrencileriyle bir kefaret, yardıma ihtiyacı olan çocuklara yardım ederek, zor durumda olanlara yardım eli uzatarak bir hayat yaşayacak, sonra da uygun bir vakitte ölecekti. Sadi’nin en başında planı buydu ama işler pek öyle gitmedi. Songül ile tanıştığında ne ona aşık olacağını ne de onun kendisini bu kadar değiştireceğini tahmin bile etmemiştir diye düşünüyorum. Asıl mesele zaten Sadi’nin değişmesi değil, şu anda yaşadığı hayatı sadece ikinci şansı için değil, Songül için de yaşaması. Hatta sadece onun için bambaşka bir dünya inşa etmeye çalışıyor. Sadi çöplük diye lanse edilen o dünyadan çıkmak için her şeyi geride bırakan bir adam ama o dünya bir noktada Songül’e zarar verme noktasına gelince, Sadi’nin gözü ne ikinci şans ne de yeni hayatını gördü. Gözünü kırpmadan kendisini yeniden o dünyanın içine gireceği bir konumda buldu ve bundan zerrece pişmanlık da duymadı. Halbuki Sadi bugüne kadar geçmişini anmak dahi istemeyen, Emin ile ilgili bir çok şeyden nefret eden bir adamdı. Hatırlarsanız onun geçmişi Songül’ü kafasına silah dayama noktasına getirince bütün kimliklerinden sıyrılarak hayatını sonlandırmaya karar vermiş, Songül yetişmese gerçekten onun hikayesi orada bitecekti. Sadi’nin kendiyle ve de geçmişiyle barışmaya başladığı anda da tam olarak o andı. Zira orada Sadi Payaslı olarak değil baya baya Emin’di ve Songül onu ölümden çekip aldı. Sadi tam da o an anladı karısının komple, her şeyiyle kendisini sevdiğini, değer verdiğini. Abartmak istemem ama bence Sadi’nin kalbi, ruhu bence tam olarak o an çiçeklendi, tüm ama ve fakatlardan kurtularak kendini bu sevginin kollarına bıraktı diye düşünüyorum.

Ne demiş üstad?” Her şey bir insanı sevmekle başlar…” Sadi bir kaç sene kefaret ödeyip sonra da kendini yok etmek için başladığı yeni hayatında artık gelecek planları yapan, hayatına devam etmek isteyen birine dönüştü. Sabah uyandığında aynada gördüğü adama artık kızmıyor. Onun artık kızgın ya da üzgün olması için bir sebebi yok çünkü her sabah onu karşılayan, seven bir kalp var hayatında. Sadi kendisine böyle bir şeyin hayalini kurmaya bile izin vermezken, şimdi bunu Songül ile paylaşıp, mutluluğun tadını çıkarıyor.

Songül çevresine sevgi saçan, mutlu olduğunda herkes mutlu olsun isteyen bir kadın. Tüm hayatı acılar içinde geçmiş olsa da hayat ona da bir yol sundu ve nefret ederek girdiği hayat onun nefes alma alanı oldu. Songül için hep diyorum ya Sadi’nin içinden bambaşka bir adam çıkardı diye peki size sormak istiyorum. Sizce Songül bunu kasten, bilerek ve özel çaba ile mi yaptı? Kesinlikle hayır. Songül sadece olduğu gibi davrandı, kalbindeki ışıkla Sadi’nin karanlığına güneş gibi doğdu o kadar. Sadece severek, önemseyerek, hayatta herkesin ikinci şansa, sevilmeye layık olduğunu göstererek yaptı bunu. Halbuki 12 yaşından bu yana Songül de sevgisiz, eksik büyüdü ancak o Sadi’den farklı olarak kalbini karartmadı. Aksine o küçük kızın umutlarını, hayallerini, neşesini hep saklı tutmuş içinde ve gün gelip de aşık olunca, ruh eşini bulunca o çocuk olduğu gibi ortaya çıktı. Hayatında her şeyi tek başına yapmaya çalışırken şimdi onu kendisinden de önce düşünen, her hareketini izleyen, aldığı nefesi nefesi sayan bir adamla olmanın huzurunu yaşıyor. Bu hayatın mucizesi, aşkın en güzel sonucudur diye düşünüyorum.

Songül ve Sadi sıradan bir karı koca hayatı  yaşayan bir çift değil. Birbirlerine çok aşık bir çfit olmalarının yanı sıra onlar iş ortağı, arkadaş hatta suç ortağı bile oldular. İki insanın birbirine aynı anda bu kadar farklı şekilde bağlanmasını sadece aşkla açıklamak bence mümkün değil. Sadi ve Songül birbirlerine büyük bir aşkla bağlı ancak o kadarla sınırlı değil diye düşünüyorum. Bence onlar aşık olmadan önce birilerine güvenip, inandılar, arkadaş oldular aşk akabinde geldi. Buna kısaca bağlılık da diyebiliriz diye düşünüyorum. Sadi ve Songül birbirlerine kalpten bağlı, çıktıkları her yol ortak, varmak istedikleri her yere birlikte varmak istiyorlar bence bir insan böyle birine sahipse çok da fazlasına ihtiyacı kalmaz diye düşünüyorum.

Songül yılan ekibiyle Sadi’nin tüm itirazlarına rağmen bir kumarhanede gizli göreve gitti ve tabii ki ne Taylan ne de kendisi hiç bir şey bilmediği için sudan çıkmış balığa döndüler. Rulet masasına ilerlerken birden operasyona Sadi’nin dahil olmasıyla içeride işler iyice karıştı. Songül’ün kocasını orada görmesine şaşırmamasına ya da sevinmesi anladım ama huysuz şirin lakabıyla bilinen bir başkomiserin buna ses çıkarmaması beni oldukça şaşırttı. Hatta ayak uydurması, Sadi’nin kurallarıyla oynaması derken bana biraz kal geldi arkadaşlar şimdi ne yalan söyleyeyim?

Başa dönelim, Sadi ve Songül ilk kez gizli görevde değiller. Daha önce de defalarca kez başka karakter ve rollerde gizli göreve çıktılar. Talat ve Afife sonrası da Alfonso ve Frenceska olarak bambaşka kimliklerle rollerini müthiş oynadılar diye düşünüyorum. Burada bir parantez açmam lazım, Sadi’nin karısına ya da diğerlerine güvenmediğini sanmıyorum. Ama daha iki gün önce ölümden çekip aldığı karısını, daha Kırdarlar yakalanmadan tek kişiyle hem de hiç bilmedikleri, bulunmadıkları, nasıl davranacaklarını bilmedikleri bir yere tek göndermesi mümkün değildi. Servet defalarca kez Songül’ü öldürmek istemişken,bunu onu yalnız ya da korumasız gördüğü her an yeniden yapacağı ihtimali ortada dururken Sadi daha önce de dediği gibi evde oturup, belgesel izlemez. Bu yüzden Taylan ve Songül’ün operasyonunun tam ortasına daldı. Az önce de dediğim gibi Taylan gibi birinin Sadi’yi bu kadar kolay kabul etmesi benim bütün antenlerimi açmama sebep oldu.

Taylan ve Ahmet başsavcı başından beri Sadi’ye kendilerinden biri gibi davranıyor. Semih hiç böyle değildi ama onlar böyle devranmaya devam ettikçe ben bir karıştım. Özellikle de Taylan ile başlamak istiyorum. Şimdi bu adam değişti desem Bahri ve Melike’ye de aynı şekilde yumuşak davranması lazım diye düşünüyorum. Ancak nedense öyle değil. Bu kartal ateşi operasyonunun altından ne çıkar bilemem ancak sandığımız gibi sadece dışarıdan desteklenen bir şey olmadığını düşünmeye başladım.

Öncelikle böyle düşünmemin en önemli sebebi böylesine büyük bir operasyonu Sadi’nin bilip, Songül’ün bilmemesi. Şimdi ben kendimce Songül bilmiyor diye kabul ettim, çünkü bugüne kadar daha bir kere bile Songül bu kelimeye bir tepki vermedi. Defalarca hem Sadi hem de Taylan söyledi ama Songül asla tepki vermiyor ya da onun ağzından bu kelimeyi hiç duymuyoruz. Size komplo teorisi gibi gelmesin ama bu operasyonun doğrudan Sadi ile ilgisi olduğunu düşünmeye başladım ben. Başka bir yere çıkmıyor mesele, her nedense bu işin sonunda Sadi’nin çok önemli bir rolü olacak ama bunu şimdilik Songül’ün bilmemesini sağlamaya çalışıyorlar diye düşünüyorum. Sadi’nin ikinci şansı için bu iş nereye varacak bilmiyorum ama Sadi, Songül yanında olduğu sürece onun için her şeye göğüs gerecek kadar güçlü ve sadece kartal ateşi değil her şeye, herkese yetişecek kadar güçlü bir adam olduğunu düşünüyorum.

Sadi bu hayata kaybedilen bir kız çocuğu için girdi ancak bir çocuğun ölmesi için sadece hayatının sona ermesi gerekmez. Sadece doğacak Busenaz’ın değil, Sadi’nin yanı başında solan çiçek Melek’in de hocasına çok ihtiyacı var…

Ah Melek, ah… Bu hafta beni perişan etti desem yalan olmaz. Melek bizim hikayemizin sesi en duyulmayan ama en güçlü kız çocuğuydu. Bir kabusun içinde yaşarken sesi çıkmadı zira o sesi kimse duymaz diye düşünüyordu. Melek, sırf annesine zarar veriyor diye üvey babasını sakatlayarak cezaevine giren bir kız çocuğu. Bir delikte yaşayan Melek, eve döndüğünde ıslah evinden çok daha kötü bir cehennem onu bekliyordu. Zira babası sadece annesini döven değil, Melek’i de istismar etmek isteyen bir canavar. Melek uzunca süre sesini annesine duyurmak istedi. Bağırdı, çağırdı, anlattı ama ne yazık ki olmadı. Aygün, kızının sesini asla duymadı. Ona hiç inanmadı. Belki zamanında inansa, o evi terk etse, kızıyla yeni bir hayat istese bugün ne cezaevine girecekti, ne de Melek başına gelen o felaketi yaşayacaktı. Aygün, sonunda kızını duydu ama onu dinlerken değil, Celal ona tecavüz etmek isterken Melek’in korku ve çaresizlikle attığı çığlığı duydu. Aygün bugüne kadar olanların kefaretini ödemek ister gibi her şeyi üstüne alarak, kızının adını bu işin dışında tutmak istedi. Açıkçası ona çok kızsam da yapmaya çalıştığı şeyi anladım. Kızına inanmayan bir anne olarak, Melek daha fazla hırpalanmasın, bunu kimse duymasın diye tüm sorumluluğu üstüne almak istedi ancak buna bir kişi asla inanmadı : Songül.

Melek ve Aygün teslim olmaya geldiklerinde onları emniyette Songül karşıladı. Olanlar anlatılırken Songül’ün yüzünde bir ifade vardı ve zaten Melek’e dokunduğunda onun irkilip, canının yanması Songül’ün aklına başka bir olasılık getirmemiştir. Üvey baba, eline aldığı bıçakla kocasını öldürmeye kalkan bir anne, canı yanan, ürkek bir kız çocuğu… Zaten başka ne olabilir ki? Adli vakalarla biraz haşır neşir olan herkesin aklına ilk nu ihtimal gelecek ki Songül tüm sevgisiyle sardı Melek’i, korumak ister gibi acısını almak ister gibi sarıldı. Dahası ondan daha küçük bir yaşta kimsesiz kalan bir çocuk olduğu için onun yaralarını sarmak istedi ve bence bunu biraz da olsa başardı diye düşünüyorum.

Melek emniyetten Zülfikar ile ayrılıp da okula geldiğinde başı öndeydi. Hep ama hep önde… Aylin’i omzuna yatarken de Sadi ile konuşurken de omuzlar içerideydi zira her kız çocuğu gibi başına gelen şeyden ötürü utanıyor. Sadi, Melek ile konuşurken onunla belli bir mesafedeydi ancak Melek’e verdiği güven buradan bile anlaşıldı. Melek için Sadi çok özlemiş ama biz bunu pek anlamamışız. Zira bakar mısınız? Melek sadece ona açtı içini, ona döktü. Utandığını söyledi. Songül, Melek’in yalnızlığını ve nasıl olduysa Sadi de çaresizliğini anladı. Hayatta güzel şeyler de oluyor derken, arkadaşlarını, Songül ve kendisini söylerken ona umudunu kaybetmemesini, çaresiz olmadığını anlatıyordu. Melek şimdi kendini berbat hissetse de artık onu, hayatını bitirmek isteyen bir cani yok yanında, yalnız değil. Zaman geçtikçe daha da güçlenerek, ayağa kalkacağına eminim. Melek çok güçlü bir insan, bunu da başaracak. Başına gelenlerin ardından yıkılmayacak diğer kale kim biliyor musunuz? Mert Yılmaz.

Mert sonunda üzerine atılan iftiradan kurtulup, yeniden evine, ablasına, arkadaşlarına kavuştu. Ancak giden adamla dönen adam arasında dağlar kadar fark var. Mert daha sert, daha güçlü geri geldi. Evde yemek masasında bir şeyler söylerken aslında eksikliğini anlatıyordu. Mert, Derya yüzünden hayatı oradan oraya sürgün hayatı yaşamakla geçmiş. Yanında ne anne diyeceği biri ne de babası vardı. Derya bir şekilde kendisi anne olamadığı için, yani neden demedi hala muamma ama şu anda bile bu yalanı ısrarla devam ettiriyor. Hatta öyle bir tavrı var ki, ben anne olamadım Sadi de baba olmasın, tatmasın bu duyguyu kafasında ilerliyor. Derya’nın geçmişteki sebebini bilmiyorum ama şu anda bunu söylememesi için bir sebep olduğunu sanmıyorum. Zaten Mert babasıyla bir çok özel zamanı kaçırdı, asla ileride doğacak Busenaz ya da adı ne olacaksa o küçük çocuğun kuracağı bir bağ gibi bir ilişkisi olamayacak zira o çocuk hem istenen hem de bir evlilik içinde doğan, Sadi’nin dizinin dibinde büyüyecek bir çocuk olacak. Mert’in asla sahip olmayacağı şeyler bunlarken, başına gelenlerin ardından en azından sırtını dayayacağı bir babasının olmasını hak ettiğini düşünüyorum. Derya, Sadi’ye olan öfkesinden ne bunu ne de Kıvanç’ın dengeeizliklerini fark edemiyor. Anlıyorum bir yandan oğlunu kaybetme korkusu fa yaşıyor ancak en azından babasına söylese, bu durumu bir şekilde toparlarlardı diye düşünüyorum. Şimdi hele bir de Servet’in Mert’e bulaştığını öğrenen Sadi’ bin Derya karşısında çok da sakin kalmayacağını düşünüyorum.

Servet demişken, artık yolun sonu geldi demiştim. Teknede Songül’ü öldürmek için tekneyi batırmak istedi ancak Sadi’nin manevra kabiliyetini, on parmağında on marifet olduğunu bilmediği için yapamadı. Ancak kafasına koydu, Songül’ün sonunu getirecek. Açıkçası ben Servet’in aşırı takıntılı ve ruhsal sorunları olan biri olduğunu düşünüyorum. Aksi halde göz göre göre bu kadar hatayı kimse yapmaz. Ancak güç onu kör etmiş, Songül’ün üstüne geldiğini, polis olduğunu bile bile onlara tuzak kurdu. Servet bence hırsının kurbanı olacak ama orada bir tanıdık yüz daha karşımıza çıktı : Gizem.

Gizem küçük torun için o evde kalırken, Mert’in başına gelenleri duyunca kendisinin de hedef olduğunu düşünerek ya da bağına bir şey gelmesi ihtimaline karşı Araz’ın silahını çaldı. Songül ve Sadi tam tuzağa düşmüşken karşılarında Gizem’i buldu. Şimdi ne olacak bilmiyorum ama Afife ve Talat hem kendilerini, hem Gizem’i hem de küçük Aslı’yı o cehennemden sağ salim çıkarmak zorundalar. Yapacaklar mı, bakak görek artık.

Uzun zamandır izlediğim en güzel bölümlerden birini izlediğim için tüm ekibe, senaristlerimize, başta Devrim Özkan ve Ertan Saban olmak üzere tüm oyunculara ve kamera arkasında çalışan set emekçilerine teşekkür ederim. Gönlünüze bereket.
Bu haftalık da benden bu kadar, haftaya görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Geçmişin Gölgesinde (Sıfırıncı Gün, 3.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT 

Geçtiğimiz hafta vurucu bir sahneyle veda etmiştik Sıfırıncı Gün’e. Salih’in adamlarının koyduğu bomba ile ekip havaya uçacak mı diye sorarken, bir anda o masada kendi çocuğunun da olduğunu öğrenen Salih için işler bir anda değişik bir hal aldı. Açıkçası ben çocuğu olmasaydı da onların ölmesine izin vermeyeceğini düşünüyorum. Zira öncesinde de ölüm emri değil, izleme emri vermiş gibi duruyor.

Salih bomba meselesini öğrenir öğrenmez yola çıktı ve ekiple aynı masada buldu kendini. Salih bir yandan çocukları masanın altındaki bombaya yönlendirmeye çalışırken diğer yandan da çocuğunun kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. Salih hem ekibe yaklaşmaya çalışırken diğer yandan da onların hayatını kurtarmak için büyük bir çaba sarf etti. Salih’in ekibin tamamını öldürme niyetinde olduğunu hiç düşünmüyorum, aksine onların neler bildiğini öğrenip, her daim göz önünde tutmak istedi diye düşünüyorum. Kadir’i neden öldürdü, ya da bu duruma nasıl geldiler ya da o mu yaptı bilmiyorum ama Salih’in girdiği yoldan geri dönmesinin artık çok zor olduğunu düşünüyorum.

Salih karakter olarak tam bir manipülasyon ustası olarak çıktı karşımıza. Etrafındaki herkesi, her şeyi istediği duruma ikna eder gibi düşünmeme sebep olmaya başladı. Bunu öncelikle etrafındaki insanlara uyguladığı hakimiyetle anladım. Salih her şeyi bir şekilde kontrol ediyor, her yerde müthiş bir hakimiyeti var ve insanlar üzerindeki etkisi de öyle küçük değil ki biz bunu hem Nisan hem de Selin ile olan ilişkisinde de net olarak görüyoruz diye düşünüyorum. Salih, çocuğunun hayatta olduğunu öğrendiği andan itibaren ekibin içine iki koldan sızarak hem kendi çocuğunu bulmak hem de ekibin legal, illegal tüm operasyon ağlarını avucunun içine aldı. Burada özellikle Nisan ile kurduğu bağ ileride ekibin kendi içerisinde de sorunlar yaşamasına sebep olacaktır diye düşünüyorum.

Nisan uzun zamandır, abisinin, Kadir Babasının katillerinin peşinde dolaşırken, her ihtimalin altını kazırken birden karşısına çıkan Salih’le artık kan mı çekti dersiniz, ne dersiniz bilemiyorum ama bir bağ kurdu. Ona yavaş yavaş güvendiğini hissediyorum. Şimdi iki arkadaşının polisliği bitmiş, her gün bir tuzağa uyanırken neden bu kadar kolay inandığını düşündüm. Bence Nisan için bu hayatta ne olursa olsun sözüne güvendiği üç insan var : Özgür, Kadir ve Meriç. Salih de Kadir’in tanıdığı, güvendiği biri olarak çıktı karşısına ve sanırım babam seviyorsa kötü değildir diye düşünerek sorgusuz sualsiz güvendi diye düşünüyorum. Bir de tabi Salih’in eski bir polis olarak onlara yardım etmesi, Kadir’in anısına saygı duyması gibi etmenler birleşince Nisan, Salih’e güvendi.

Diğer yandan Selin’e de değinmek istiyorum. Salih ve Selin arasında adını koyamadığım ama kökleri çok derine inen bir bağ var gibi hissediyorum. Salih’in ağzından çıkan Selin için kanun hükmünde ve hiç bir sözünü tartışmaya dahi açmıyor. Salih ondan bir şeyler yapmasını istiyor, sebebini bile sormuyor. Buradaki bu bağın sebebini merak etmeden duramıyorum. Ya bir can bağı ya da bir baba kız ilişkisi bence bunun sebebi diye düşünüyorum. Aralarında duygusal anlamdaki bağ aşk olamayacak kadar saf duruyor. Aşk komplike bir duygudur. İçinde bir çok duyguyu barındırır ancak burada böyle bir şey yok. Daha çok saf ama güçlü bir bağ hissediyorum. Salih sayesinde Selin şimdilik Mert ve dolayısıyla ekibin hayatına dahil olmuş gibi duruyor, bu ilişki nereye gider bilmiyorum ama Selin için çok zor bir duruma sebep olacağını düşünüyorum.

Selin ve Mert arasında şimdilik iş gibi duran ama bence çok daha farklı bir bağ kurulmaya başladı. Mert, Selin’e şimdilik aşk gözüyle bakmasa da bence ona saygı duyuyor. Özelikle de küçük bir kız çocuğunu onun sayesinde babasına kavuşturunca, Mert’in Selin’e bakış açısı değişti diye düşünüyorum. Bu ikisi arasındaki ilişki bir süre bu şekilde iş çerçevesinde devam eder ancak her şey ortaya çıktığında Mert’in Selin’e vereceği tepki beni korkutuyor. Mert o kadar uzun zamandır kontrolsüz devam ediyor ki onu ekip zor tutuyor. Bunun sebebi de Kadir’in ölümü. Bununla doğrudan ya da dolaylı şekilde bağlantılı olduğu biriyle böyle yakın ilişkiler kurması kendini ihanete uğramış gibi hissetmesine sebep olursa, zaten deli fişek olan Mert’i kim durdurur bilemiyor ve hatta tahayyül edemiyorum.

Mert ekibin en delisi ama onun böyle olmasının altında yatan sebepler ortaya çıktıkça daha iyi anlamaya başladım. Mert, babasını kollarının arasında kaybetmiş, ölümle küçücük yaşında tanışmış bir çocuk. Kadir ona sahip çıkmasa belki  de ya ölü ya da suçlu olacaktı ancak o polis oldu. Mert’in emir almaya çok müsait bir bünyesi yok, almıyor da zaten. Daha önce babası gibi gördüğü Kadir’i takip etmiş, şimdi de kardeşi gibi gördüğü Özgür ve ekibini takip ediyor. Yoksa birinin ona kolay kolay emir verip, yönetebileceğini sanmıyorum. Bu sebeple şu anda kendi güvenli alanında, arkadaşlarının yanında, yani ailesi bildiği insanlarka yoluna devam ediyor.

Mert karakteri itibariyle Fatih’e de asla güvenmiyor diye düşünüyorum. Ancak Özgür’ün onun teklifini kabul etmesi, Mert için yeter de artar bile. Bir de işin ucunda Kadir ve arkadaşlarının katilini bulmak olduğu için şimdilik ya sabır çeke çeke görevine devam ediyor. Ben açıkçası Özgür ve Mert gibi birbirine taban tabana zıt iki karakterin nasıl bu kadar iyi anlaştığını da sorguladım ve ulaştığım cevap beni çok üzdü. İkisi de aynı yerden yaralı. Mert babasının ölümünü izlemiş, Özgür de babasının gözden çıkardığı bir çocuk. Bu iki adam da Kadir tarafından sahiplenilmiş belli ki ve polis olmuşlar. İkisi de aynı yollardan mı geçti bilmiyorum ama kalbini gördüğün bir insanı sevip , yanına yoldaş etmişsen geride kalan farklılıkların çok da bir önemi kalmıyor diye düşünüyorum.

Özgür’le ilgili her şey hala çok flu ama en azından ailesel bazı travmalarının olduğunu öğrendim. Özgür’ün babası bir huzur evinde sanırım ve oğlu ile görüşmek dahi istemiyor. Ne yaşandı da bu hale geldiler bilmiyorum ama bu durumun Özgür’de bazı şeylerin değişmesine sebep olduğu aşikar. Mesela babası varken bir başkasına baba demiş, onu öylr görmüş biri, o. Kadir öldüğünde kendi öz babası gibi cenazesini alıp, herkesi toplayan da Özgür’den başkası değildi. Burada ciddi bir sorumluluk ve hayatındaki insanlara kol kanat geren bir insan görüntüsü çiziyor. Özellikle de olanlardan sonra elinde kalan, tek tutunduğu dal kalan Nisan’a karşı korkunç bir koruma kalkanı geliştirdi. Özgür için artık sevdikleri söz konusu olduğunda o sakin halinden eser kalmadığını bomba olayında gördüm ve size bir sır vereyim mi? Özgür’ün kontrolden çıkması an meselesidir.

Özgür restorandaki bomba meselesinden sonra özellikle Nisan hususunda oldukça hassas birine dönüştü diye düşünüyorum. Mesela Nisan’dan olaylardan uzak duracağına dair söz almasına rağmen onu bir dakika bile boş bırakmadı. Zira sevdiği kadını da inadını da gayet iyi biliyor. Özgür, Nisan olayların dışında kalsın diye uğraştıkça tam tersinin olduğunu onu bombacının elinden alana kadar fark etmedi. Nisan kendisi dışında birinin bir şey yapmadığımı düşündükçe kendini daha da riske attı. Ben burada Özgür’ün de bir aydınlanma yaşadığını düşünüyorum. Ya Nisan’ a gerçekleri söylemesi gerekiyordu ya da sevdiği kızın bir sonrakine belki de cesedini alacaktı ki bu sebeple sonunda içinde ne varsa dökmeye başladı.

Özgür, Kadir amire verdiği söz, Nisan’ı koruma içgüdüsüyle tüm hayatını bir belirsizliğin içine hapsetti. Geleceği belli değil, nereye gideceği ne yapacağı her şey bir anda toza döndü. Nisan’ı herkesten korumak istiyor ama bir yandan da etrafı sürekli birileri tarafından kuşatılırken yanı başında, üstelik de polis olan bir kadını uzak tutmak hiç de kolay değil. İş bomba koymaya kadar gelince zaten dengesini de iyice kaybedince Nisan’a anlattı ama ben yine de onun çok da uzak duracağını hala sanmıyorum. Özgür nasıl ki en sevdiklerini kaybetmemek için savaşıyor, aynı şekilde benzer bir savaşı da Nisan veriyor. Ailesini , baba gibi gördüğü insanı kaybeden Nisan da sevdiklerini, Özgür’dü kaybetmemek için bu savaşın içinde yer almaya karar verdi ve Özgür’ün bunu durduramayacağını anlaması lazım diye düşünüyorum. Hele de kapılarına kadar gelen Salih gibi bir düşman varken, birlik olmaları daha önemli.

Salih ve ekip ilk kez fiziksel olarak karşı karşıya geldi. Büyük bir operasyon oldu ve ekip neredeyse Salih’i ele geçirecekti. Salih yine son anda bir hamleyle kendini kurtardı ancak geride bir de delil bıraktı. Ekip ondan bunu çözer mi bilmiyorum ama Salih kendine olan güveni, zekasına olan itimatı ve Nisan’la kurmak istediği bağ yüzünden bir şekilde yakayı ele verebilir diye düşünüyorum.

Salih sonunda kızının kim olduğunu öğrendi. Nisan’ın kapısına gitti ve büyük ihtimalle de gerçeği ona söylemek isteyerek gitti oraya. Geçmişte olanlar neyse, hala kendini haklı gördüğü için bu konuda da kendisini suçlayacağını hiç sanmıyorum ama Nisan öz babasına ne diyecek? Nasıl bir hisle hareket edecek ya da öğrenecek mi onu bilemiyorum. Bekleyip, göreceğiz.

Yazıma burada son veriyorum. Açıkçası haftalardır ana karakterlerden olan Özgür’ün motivasyon ve ilerleme kaynaklarını merak ediyorum ancak bu hafta da hala elimizde pek bir şey yok. Bu da dizinin akıcılığına ciddi şekilde ket vuruyor. Özgür ile olan sahnelerin dinamiği yok oluyor. Umarım yeni bölümle birlikte o kısım biraz daha hareket kazanır, haftaya görüşmek üzere.
Sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

AŞKSIN SEN (Kızılcık Şerbeti, 11.bölüm)

Yazar : Simay DEMİR 

İlişkiler hayatımızın her anında var olan ve bizi biz yapan şeylerdir. Arkadaşlık, dostluk ilişkisi, ebeveyn evlat, karı koca, patron çalışan ve daha sayamadığım onlarca ilişki var sürdürdüğümüz. Yaşantımızın çoğu bu ilişkilere göre yön bulur ve çoğunlukla mutluluğunuz da huzurumuz da bu ilişkilere bağlıdır. Çok sevdiğiniz bir arkadaşınız mesela size kızıp küstüğünde, yahut size artık değer vermediğini düşündüğünüzde o an oluşan üzüntü bütün bir gününüzü etkileyebilecek nitelikte. Yahut çalışan herkesin bildiği patron ve üstlerin uyguladığı mobbing hayatın ta kendisi ve hayatımızın zindan olma, yaptığımız işten zevk almama, işe istekli gelmeme sebeplerin başında geliyor bana kalırsa. Bunun aynısının evlilik ve aşk ilişkisinde de geçerli olduğunu düşünüyorum. Partnerimiz bizi anlayıp dinlemiyorsa, bize kendimizi değerli hissettirmiyorsa, o ilişkiden mutsuz olmamız kaçınılmaz olur. Doğa mesela, Fatih onu dinlediğinde, kararlarına saygı duyduğunda onun hatırı için bir şeyler yaptığında yüzündeki gülücük asla eksilmiyor. Ama tam tersi bir durumda Doğa’nın mutsuzluğu gözyaşı olup güzel gözlerinden süzülüveriyor dışarı.

Bu hafta Doğa ve Fatih’i ağzım kulaklarımda izledim desem yeridir. Fatih’in eşine kıyamayan tavırları, karısı istiyor diye erik turşusu bulma çabası, tatil planını hemen kabul edip hayata geçirmek istemesi bana çok tatlı göründü. Demek ki isteyince oluyormuş değil mi dedirtti. İkisinin çok farklı yanları olsa da birbirlerini dinledikleri zaman aslında gayet farklılıklarını aşabilecek, ortak yolu bulabilecek olgunlukta insanlar ama evli bir çift olarak öyle bir olgunluğa sahipler mi diye sorarsanız, cevabım şu an için hala hayır olur. Çünkü daha kendi kararlarını arkasında duramıyorlar, onlarında birer birey olduklarını gösterebilmiş değiller. Dahası Umut’un Nursema’ya söylediği bir söz onlara uygulandığında o noktaya gelmeleri biraz zaman alacak gibi duruyor. “Evlilikte ben kendimden biraz vereceğim, sen kendinden biraz vereceksin bu sayede ödün verdiklerimizin hesabı olmayacak.” Halbuki ikisi de hala tartışma sırasında ben senin için şunu yaptım, sen benim için bunu yapmadım kıyaslamasına giriyorlar. Fatih ve Doğa’nın ilişkisi yavaş yavaş rayına girmeye başlarken Kıvılcım ve Ömer’in romantik akşamı hayatın buz gibi gerçekleriyle yerini bir kabusa bıraktı ve ilişkileri ilk kez sınanmaya başlandı.

Kıvılcım Ömer’e tam anlamıyla güvenip kendisini teslim etmişken Ömer’in söyleyemediği gerçekler Kıvılcım’a bir tokat olarak geri döndü. Ben çok istemiştim olaylar bu raddeye gelmeden Ömer kendisini Kıvılcım’a anlatsın ama Ömer’in onu tamamen kaybederim korkusu belki de bu ilişkinin sonu oldu. Ömer sırf evli olduğunu öğrenirse bir daha yüzüne bakmaz diye ondan hayatının en büyük gerçeğini sakladı. Ama bence bu evliliğin ardında bambaşka şeyler var. Söylenenleri kafamda birleştirmeye çalışıyorum hala bir eksik var ama Pembe’nin “Ömer ve Leman konusu başka, orda çok yaşanmış acılar var.” Demesi, Ömer’in yakınmaları, Abdullah’ın “Verilmiş sözler vardı ve sen ailemiz için fedakarlık yapmak zorunda kaldın” sözleri bana bambaşka şeyler döndüğü izlenimi veriyor. Ömer zaten sevmediği, kalbini vermediği, görücü usulü biriyle tanışıp, sırf ailesinin gelenekleri var diye evlenecek karakterde biri değil. Bu yüzden geçmişte ne yaşandı, Ömer neden evlenmek zorunda kaldı, bu emanet meselesi ne? Aşırı merak ediyorum doğrusu. Yine de Kıvılcım şu an için bunların hiçbirini bilmiyorken sırf Leman eve geldi diye kendinden nefret etme noktasına gelmişken, Leman’dan hala evli olduklarını öğrendiğinde kendisine de Ömer’e de çok şeyler yaşatacak maalesef.

Kıvılcım gururu için yaşayan bir kadın, etrafındakilerin düşüncesi onun için çok önemli. Ama şimdi evli bir adamı baştan çıkarmaya çalışan, metres konumuna düştü. Bu onun için çok ağır bir durum. Üstelik hiç kimsenin onaylamayacağını düşündüğü bir ilişkiyi dahi yaşamayı kabul etmişken Ömer’in ona böyle bir şey söylememiş olması Ömer’le aralarına koca koca uçurumlar koyacak gibi duruyor. Şimdi ne olur Ömer kendini Kıvılcım’a nasıl ifade eder bilmiyorum ama umarım Kıvılcım kendini tamamen kapatmaz. Zira bu ikisinin de hak etmediği bir şey. Kıvılcım Ömer ikilisi kadar sevdiğim bir çift daha var; Nursema ve Umut.

Umut ve Nursema’yı her izlediğimde “Umut sen ne güzel bir adamsın” diye geçiriyorum içimden. Nursema’ya karşı olan o nahif tavırları, Nursema’nın durumunu anlayıp asla üstüne gitmemesi, ona destek olup yapabilecekleri için cesaretlendirmesi ve bence en önemlisi ona değer verdiğini her an hissettirip yanında olması Nursema için paha biçilemez. Üstelik fedakarlığı bilen, farklılıkları görüp ona göre davranan iki taraf var, bu yüzden ben Doğa ve Fatih gibi çok büyük çatışma yaşayacaklarını düşünmüyorum. Tabi ki onların en büyük engeli farklılıklarından ziyade Pembe olacağını düşünüyorum.

Ben Pembe’den yakınmaktan bıktım Pembe otuz yaşındaki kızına eziyet etmekten bıkmadı. Bazen Pembe’nin ne yapmaya çalıştığını cidden aklım almıyor, bir insan çocuklarının arasında nasıl bu kadar ayrımcı olabilir? Oğlu dizinin dibinde olsun diye antlar verdiren, iki günlük tatile yollamayan, küçük oğlu otel aldı büyük oğlu üzülecek diye otel aldırmak isteyen kadın, kızı sergi açmak üstelik bunu babasının gücü olmadan yapmak istiyor, kendi ayakları üstünde durmak istiyor diye bağırıp çağırıyor, kısıtlamalar koyuyor. Bakın çok açık söylüyorum toplumu bu hale getiren, kadınları kocalarına muhtaç bırakan, her türlü şiddete, hakarete susmasını öğütleyen yine Pembe zihniyetinde insanlar. Kimse kusuruma bakmasın bu dindarlık ya da muhafazakârlık falan değil, bu bildiğin dini çıkarları için kullanmak. Fakat burada Kıvılcım’a da bir parantez açmak gerekiyor. Evet Kıvılcım’ın tüm savaşı çocukları kendi ayakları üzerinde dursun diye ki bunu gerçekten takdir edip çok da saygı duyuyorum. Ama Kıvılcım tersi bir durum için kızlarının üstüne gitse de o da zamanında Doğa’ya aynı şeyi yaptı. Fatih’i kendi kriterlerine göre beğenmediği için Doğa’dan ondan ayrılmasını istedi, aynı şekilde elinden telefonunu alıp odaya hapsetti ve rızası dahi olmadan çocuğunu aldırmak istedi. Şu an Nursema’ya uygulanan baskının aynısını Doğa da yaşadı. Pembe de Kıvılcım da çocukları dahi olsa asla onlara böyle davranma hakkına sahip değil.

 Kimse kusuruma bakmasın ama Fatih’te tam annesinin oğlu; her şey onun istediği gibi olsun, herkes önce ona saygı duysun derdinde. Bebeğinin olmasını bile erkek olup Ünal ailesine bir veliaht verme düşüncesinden başka bir şey değil. Doktora ilk gittiklerinde mesela Doğa bebeğin sağlığını sorarken Fatih cinsiyetini sordu, Doğa hevesli hevesli kendilerine ait bir dünya ve gelecek ile ilgili rüyasını anlatırken onun yine tek sorduğu şey bebeğin cinsiyeti oldu. Önceliği asla Doğa, bebeği ya da hamilelik falan değil sadece babasının kucağına vereceği erkek torun derdinde hepsi bu. Aslında bu hafta gördük ki aile sorunları, üçüncü şahısların müdahalesi olmadan, kendilerine odaklandıkları zaman onlar çok güzel bir aile olabilecek durumdalar. Fatih Doğa’yı kırıp dökmeden dinlediğinde, Doğa ortak bir yol bulmaya çalıştığında ve ikisinin de mutlu olacağı bir karar verilmiş olduğunda yani aileler işin içine girmediğinde gayet sürdürülebilir bir evlilik hayatları olabileceğini çok net görmüş olduk. Fakat bir yandan, Pembe’nin baskıları, bir yandan Ömer Leman ve Kıvılcım meselesi, öte taraftan Abdullah ve Alev’in durumu suların pekte durulmayacağını gösteriyor.

Abdullah henüz farkında değil ama Alev’in içindeki boşluğu dolduruyor. Hastanede onu gördüğü an kendini çocuk gibi salması buna en büyük işaret bence. Hani çok güçlü görünmek için direniriz de o an çok ihtiyacımız olan kişi çıkıp tüm yaralarımızı saracakmış gibi kendimizi bırakırız ya, işte tam öyle gördüm ben Alev’i. O çoktan Abdullah beyi bir kurtarıcı olarak koymuş bir köşeye. Kendi bunun farkında mı bilmiyorum ama o sarılışı bile bunu çok net ortaya koyuyor. Abdullah beyin şefkati, onu her an korumaya ve kollamaya hazır duruşu Alev’in bilmediği tanımadığı bir duygu bu yüzden onun yanında küçücük bir kız çocuğuna dönüşüyor. Bunun adını aşk mı koyacak kendince, yoksa bambaşka bir şey mi izleyip göreceğiz.

Kızılcık Şerbeti kadınlarının hepsi bir başka alemde ve hepsi kendimce çok haklı. Burada en nahif olarak Doğa’yı görüyorum. Hamile ve en doğrusu neyse onu yapmaya çalışıyor. Fatih’e çok aşık, bu hafta neredeyse beni de ikna edecek boyuta geldi ancak köprüyü geçme meselesi olduğunu düşünüyorum. Pembe zaten ne Doğa ne Nursema ne başka bir şey varsa yoksa oğulları, Kıvılcım da aynı şekilde sürekli olarak hayat yönetmeye kalkıyor. Nursema ise kendi yolunu bulmak için dişlerini çıkarması gerektiğini hala göremedi. Bakalım vu kadınlar neler yapacak, göreceğiz.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek üzere hoşçakalın.

 

Sen Hep Gül Komiserim (Gelsin Hayat Bildiği Gibi)

YAZAR : Şeyma BULUT 

Bazı dizi karakterleri vardır, sanki gerçekmiş gibi insan içine sokmak ister, onunla empati kurar,acısıyla hüzünlenir, mutlu olduğu zaman yüzünüzdeki tebessüme engel olamazsınız. Bu her zaman olmaz ama bazen işte, ender zamanlarda bu gerçek olur. Songül de böyle bir karakter olarak çıktı karşıma. Onu o kadar sevdim ki ağlarken hüzünlendim, gülerken ondan daha çok mutlu oldum. Onu tanıdıkça şunu çok net söyleyebildim : Songül Acarerk Payaslı bu ekranlardan geçen en güçlü kadınlardan biri, iyi ki onunla yollarımız kesişti. Sizce?

Songül ile ilk tanıştığımda onun kendinden emin, net ve vakur duruşundan çok etkilendim. Emniyet müdürünün odasında sonrasında nedenini öğreneceğimiz bir sebepten İstanbul’a tayin olmak istiyordu. Arkasındaki ekrana yansıyan bir çift mavi gözün tüm hayatını değiştireceğini bilmeden ailesinin intikamının peşinden gidecekti. Aslında müdürünü de ikna etmek üzereydi ki 7Emin lakaplı Emin Güngören, Songül’ün çalıştığı organize şubeye arz-ı endam edene kadar. O andan sonra Songül’ün hayatı asla tahmin edemeyeceği şekilde değişti. Kendi işinde, yalnız ve başarılı bir komiser olarak çalışırken bir anda kendini trafik şubede, Emin’in karısı olarak buldu.

Songül Acarerk hayata hep mücadele etmek zorunda kalanlardan oldu. Hayatını işine adamış, başka bir kişiyi ya da hayali düşünmeden yaşamış bir insandı. Onunla ilk karşılaştığımız zamanları düşünüyorum da, nasıl duvarları yüksek bir insandı değil mi?Songül Komiser oldukça sert, gülmeyen, yalnız olmayı kendine kimlik edinmiş, hayatında idealleri, işi ve ailesinin katillerini yakalama arzusundan başka bir şeyi olmayan bir kadındı. Emin’in teslim olup da tanık koruma programına girmesiyle, adı şimdi Sadi Payaslı olan, hiç tanımadığı bir adamla evlendi, Songül. Hayatıyla ilgili planlarının böyle olmadığını İstanbul’a giderken gizli gizli akıttığı gözyaşlarında gördüm. O kadar istemediği bir duruma düştü ki ne yapsa nereye gitse işin içinden çıkamadı. Artık trafik polisiydi ve yıllarca peşinden koştuğu kötülerden biri olarak gördüğü bir adamın karısı oldu. Songül için hayat planlamadığı şekilde ilerlerken varlığına tahammül edemediği adamın hayatının aşkı olacağını da, onunla birlikte yaşlanma, çocuk hayalleri kuracağını bile düşünmediğine adım kadar eminim. Songül’ün ben Sadi ile tanışana kadar hayal kurduğunu bile sanmıyorum zira kendini öyle bir kapana hapsetmiş ki yaşarken ailesi gibi kendisini ölüme mahkum ettiğinin farkında bile değildi…

Songül, 12 yaşında anne, babasını bir suikast sonucunda yitirmiş, tüm çocukluk hayallerini, gülmeyi, umudu o yaşında bırakmış bir kadın. Anladığım kadarıyla akademiye gidene kadar halası tarafından büyütülmüş, sonrasında da onunla da sağlıklı ilişki kurmadan hayatına devam etmiş. Songül için hep kullandığım yalnızlığı kendine kimlik edinmiş tabirinin çok doğru olduğunu düşünüyorum. Songül, bilinçli bir şekilde hayatına kimseyi almadı bence. Zira Ankara’dan giderken onu kimse ile vedalaşırken görmedim. Kimseye hoşçakal demedi, o telefonu bir kez bile çalmadı. Ya da halasının cenazesinde yanında Sadi ve Yaver dışında kimse yoktu. Buradan da Songül’ün sevilmeden değil, kimseyi yanına sokmadan bir hayat sürdürdüğü anlamı çıkıyor. Bunun bir çok sebebi olabilir ama bence en büyük sebebi Songül bu hikayede sağ çıkma planı olan biri değildi. Ailesinin katillerinin ona da bir şey yapma ihtimalini göz önüne alarak kimseyi geride bırakmak istemedi diye düşünüyorum. Songül’e ilk pusu atıldığında destek ekipleri değil, Sadi’yi arayarak onunla vedalaşmak istedi. Ölmemek için bir çabasını dahi görmedim. Songül onca yıl sadece ailesi için adaleti sağlayacağına inanarak yaşadı bence ve hayatta kalmak, hayal kurmak, ileriye dair umut beslemek bu planların arasında yoktu diye düşünüyorum. İşte tam bu sırada bir şey oldu ve Songül gülmeye, yaşama sevinci duymaya başladı. Tabir-i caizse, yeniden hayata döndü, gülmeye başladı, çevresine insanları almaya, onlarla bağ kurmaya başladı.

Bir insanı bu hayatta en güzel şekilde aşk değiştirir. Aşk insanı değiştirir, geliştirir, umut verir, devam etme isteğinin doğmasına sebep olur. Aşk Songül’ü öyle güzel değiştirdi ki “Hadi bana eyvallah!” diyen kadından “Yaşamak istiyorum!” diyen kadına dönüştü. Az önce size Songül için geride kimseyi bırakmak istememesinden bahsetmiştim ya bunun dışında neden kimseyi hayatına almıyordu biliyor musunuz? Onlara güven duymuyordu. Songül bence Sadi ile tanışana kadar kimseye güvenmeden tek başına hayatını yaşıyordu. Bu yüzden onun planlarından, İstanbul’a gelme sebeplerinden de kimsenin haberi yoktu. O ne zaman düşse tek başına kalkan, kalbinin kırıklarını elleriyle toplayan, kimseye eyvallah etmeden, bağlanmadan yaşayan biriydi. Sonra Sadi girdi hayatına. Ona kısaca “Tüm bunlarla artık tek başına mücadele etmek zorunda değilsin, ben varım” dedi. Songül’ün kendini zorla hapsettiği o gri dünya birden rengarenk oluverdi. Bu aşkın mucizesi değil de nedir?

Songül ağlayarak geldiği, nefret ederek evli rolü yapmak zorunda olduğu insana günden güne aşık oldu. Sadi önce onun önyargılarını kırdı. Hatırlarsanız Songül ilk tanıştıklarında Sadi ile ilgili oldukça netti. Suçlu, o dünyaya ait, güvenilmez biriydi. Hatta ailesi ile ilgili ilk ipuçlarına ulaştığında, Sadi’nin resmini gördüğü anda hükmünü vermişti. Ailesini Emin öldürdü ve sıra da ondaydı. Sadi, kendi kafasına namluyu dayadığında Songül için kırılma noktası oldu. İnandığı her şey ve karşısında kendisine inanmadığı için hayatından vazgeçen bir adam vardı. Belki de hayatında ilk kez biri onun için böyle bir şey yapıyordu ve Songül Sadi’ye inanmayı tercih etti. İçindeki tüm kuşkulara, güvensizliğe rağmen inandı. Sadi, Songül’e önce inanmayı öğretti. Sonra ailesi ile ilgili gerçekleri anlatarak güven duymayı, birine yeniden güvenebileceği inancını aşıladı. Bunlar çok küçük şeyler gibi dursa da Songül gibi tüm hayatını sadece kendisine inanarak ve kimseye güvenmeden geçiren bir kadın için devrim niteliğinde gelişmelerdi.

Songül, Sadi’ye aşık olmadan önce inandı, sonra güvendi. Bununla beraber hayatındaki bazı ön yargılar yıkıldı. İnsanların değişeceğine, gelişim göstereceğine inanmaya başladı. Sadi adım adım Songül’e unuttuğu tüm duyguları yaşattı diye düşünüyorum. Bu aşk öyle ilk bakışta gelmedi. Zamanla, yavaş yavaş Songül’ün tüm ruhunu sarmakayarak geldi. İlk kez bir adam onun için ölümü göze aldı mesela. Daha aralarında hiç bir şey yokken “Dokuz canım olsa, dokuzunu da senin için veririm!” dedi. Songül farkına bile varmadan bu adama çekildi. Öyle ki anne babasından sonra en değer verdiği insan oldu. Kaybetmeye dahi tahammülü yok , incinmesine dayanamıyordu. Bu yüzden kendisi yüzünden ikinci şansını kaybedeceği korkusuyla aşkını geride bırakmak bile istedi, Songül. Ona zarar vermektense kendisini yeniden, hem de bilinçli bir şekilde yeniden yalnızlığa mahkum etmek istedi ancak yapamadı. Zira Sadi, Songül’ü öyle bir hayatın içine soktu ki, Songül artık bırakın yalnız yaşama geri dönmeyi, bunu düşünmek bile istemiyor. Sadi’nin olmadığı bir hayatı yaşamak onun için artık neredeyse imkansız çünkü içindeki duygu sadece aşk değil. Songül için Sadi sadece aşk değil sırtını dayadığı dağ, sığındığı yuva ve kalbini ellerine bıraktığı en değerli varlığı diye düşünüyorum.

Songül, Sadi’ye öylesine derinden bağlandı ki onun kendisini aldattığına inandığında yıkılması da aynı şiddetle oldu. İçeriden başladı çürümesi, paramparça olması ve bunu kimse dururamadı. Seneler sonra birine kendini öyle bir teslim etti ki her şeyin yalan olduğu düşüncesi Songül’ü perişan etti. Sadi’nin onu hiç sevmediğini, kandırdığını, kullandığını düşündü. Bu düşünceler bir süre sonra sırtında koca bir küfeye dönüştü. Sadi’nin karşısına çıkıp sormaya bile korktu. Duyacakları onu öylesine korkuttu ki bir süre yüzleşemedi bile ve ben açıkçası onun içine düştüğü durumu gördükçe kahroldum. Bir insan bir ihtimalden bile bu kadar korkar mı? Korkarmış. Songül, gerçekleri Sadi’nin yüzüne vurduktan sonra da onu dinlemek istemedi zira bu defa da Sadi’nin onu kandırmasından korktu. Yine yalan söyleyeceğinden, manüpüle edileceğinden korktu. Songül’ün bu dönemde hissettiği tek duygu da korku değildi tabii ki, kendini suçladığı, hayalleri yüzünden bile kendine kızdığı bir döneme girdi. Kafasının karışıklığı, üzüntüsü, acısı onu öyle bir tüketti ki bu hayatta en büyük korkusunu, olmasından deli gibi korktuğu düşünceyi Sadi’den istedi  : Git!

Songül, her şeye rağmen Sadi’nin gitmesini de, ondan ayrı bir dünya kurmasını da istemedi. Zaten bu yüzden olayların ardından Ankara’ya dönmedi. Görev aşkı değil, Sadi’ye duyduğu sevgiden gitmedi. Ona karşı olan hisleri gururunun da öfkesinin de önüne geçti. İşin aslı ne biliyor musunuz? Songül artık içinde Sadi olmayan bir hayat istemiyor. Ona kızsa da öfkelense de onunla devam etmek istediğini düşünüyorum. Sadi tüm kimliklerini geride bırakıp gittiğinde de o ismi önemli olmaksızın sevdiği adamın peşine düştü. O an anladım ki Songül, Sadi’nin varlığına, her şeyine aşık. Zira bulduğu adam Sadi değil, Emin’di. Kendini feda eden, düşmanlarının önüne atandı. Buna rağmen Songül o eli yeniden tuttu. Sadi ona yalan söyledi, belki korkusundan bazı gerçekleri sakladı ama Songül’ün kendisine zarar verme noktasına geldiğinde kendinden vazgeçecek kadar da çok sevdi. Bu adanmışlık karşısında Songül de hayatına yeniden Sadi’yi alırken ikisinin de birbirinin en büyük zaafı olduğunu gördüm.

Songül Acarerk Payaslı çok güçlü bir kadın. Bu hayatta en büyük zaafı Sadi ve bence onun dışında asla bir zaafı yok. Emniyette Serdar’ın ailesine ihanet eden insan olduğunu çözdü ve asla renk vermedi. Normalde Songül fevri bir karakter. Orada ters bir hareket yapması olası olsa da yapmadı. Adım adım gitti ve Serdar’ı kıskıvrak yakaladı. Olay sırasındaki vakur duruşu, sakin tavrı bence takdire şayandı. Buradan da Songül’ün sadece sevdiği adam hususunda zayıflıkları olduğunu, onun yanında fevri olabildiğini görüyorum ama onun dışında gayet de kendinden emin, akıllı bir kadın.

Songül güçlü olmak zorunda kalanlardan. Ailesini kaybettikten sonra bu hayatta tek başına kaldı, tek başına mucadele etti. Bu yüzden o akıllı, dik duruşlu ve güçlü olmak zorundaydı. Serdar karşısındaki o öfkenin ardından gelen sakinliği, üstüne çip takacak kadar çok yönlü düşünmesi hep senelerin ona verdiği tecrübelerden diye düşünüyorum. O her şekile devam etmek, yolundan dönmemek zorundaydı ve başardı. Anne, babasının ölümüne sebep olarak onu yalnızlığa mahkum eden adamı kıskıvrak yakaladı. Metin Acarerk ona gökyüzünden gururla bakıyordu, ben buna yürekten inanıyorum.

Bu hayat Songül’e başlangıç aşamasında hiç adil davranmadı. Onu önce büyük bir yalnızlığa itti. Tek başına devam etmek zorunda bıraktı. Kimseyi sevmedi Songül, kimseye güvenmedi. İlk ergenliğine, ilk üniversite sınavına, sonra akademiye hep tek başına gitti. Mutlu anlarını paylaştığı kimsesi yoktu. Sadi hayatına girdiğinden beri hayat ondan aldığı her şeyi tek tek ödüyor ve Songül artık çok başka bir hayat yaşıyor.Songül aşık olduğunda ilk olarak unuttuğu gülümsemeyi hatırladı. Artık mutlu, gülüyor. Ona gülüşünü geri veren bir insan var. Hatta öyle ki, bu gülüş için kendinden vazgeçecek kadar seven bir insan var. Songül hayatına tek başına devam ederken, kimseye güvenmeden yaşamaya alışmışken şimdi dünyadaki herkesten çok güvendiği bir insanla hayatına devam ediyor.

Hayat ondan önce iki can, sonra da mutluluğu almıştı. Songül önce mutlu olmayı hatırladı. Sadi ile hayatından öyle mutlu ki ne olursa olsun gülebiliyor. Dahası kaybettiği iki candan sonra şimdi yeniden aile olmanın ne demek olduğunu hatırlayarak yaşıyor. Sadi ve Yaver ona unuttuğu, hatırlayınca canı yandığı tüm duyguları geri verdi. O artık aşık, sevdiği adamla mutlu, kardeş dediği insanın varlığıyla huzurlu bir kadın. Bu işte mucizedir, aşktır, gökkuşağının sonundaki altın kesesini bulmaktır….

Songül her yanı yara bere içinde bir hayat yaşarken, tek başına yaralarını sararken artık yalnız değil. Sadi ona aşkıyla, sevgisiyle, bağlılığı ile unuttuğu tüm güzellikleri geri verdi. O artık hayaller kuran, ailesini büyütmek isteyen, işinde başarılı ama her şeyden öte mutlu bir kadın….

Songül benim hayatımda ayrı bir yeri olan özel bir karakter oldu. Her anı o kadar gerçek ki hep kendimden bir parça buldum. Hayat onu bundan sonra nereye savurur bilmiyorum ama onun vazgeçmeyen ruhu, inatçı yapısı, içindeki savaşçı kadının kazanamayacağı mücadele yok. Yeter ki tüm bunların gücünü aldığı kalbine bir şey olmasın.

Songül büyük yol kat etti. Kadınlar çiçek gibidir, sevildikçe tomurcuklarında sakladıkları güzellikleri, renkleri ortaya çıkar. Songül de hayatında görmediği sevgiyi gördükçe güzelleşti, dünyaya daha farklı bakmaya başladı. Yüreğinden yaralı, kimsesiz bir kadınken şimdi ona bakınca mutlu oluyorum. Songül sevgiyle bu hayata yeniden dört kolla bağlandı, şimdi içindeki o sevgiyle herkesi sarıp sarmalıyor. Sadi’nin ikinci şansı için geldiği dünyada yaptığı en güzel şey Songül’ün yaralı ruhunu sarıp, sarmlayarak iyileştirmek oldu. Sadi bunu yaparken kendi de iyileşti… Bu aşkın mucizesidir.

Peki Songül neden bu kadar sevildi? Bence karakterin yazılması dışındaki en önemli sebeplerinden biri de sevgili Devrim Özkan! Hep diyorum ya Devrim, Songül’ü senelerce heybesinde saklamış, beslemiş, büyütmüş ve şimdi tam zamanında bize sundu. Songül’e öyle güzel ruh üfledi ki karakteri direkt içime sokmak istedim. Songül’ün tüm acılarına, sevinçlerine, her bir duygusuna bizi öyle güzel ortak etti ki bunu anlatacak kelimem yok. Sadece iyi ki Songül’ümüze ruhunu Devrim verdi diyorum.  Oyunculuğunun her bir zerresini akıttığı bu özel karakter her zaman kalbimde yaşayacak ve umarım bu yolculuk daha da uzun süreler devam eder. Songül’ün bize, bizim de ona anlatacak çok şeyimiz var.

Songül ile harika bir altı ay geçirdik. Böylesine güçlü, özel bir karakteri tanıdığım, yorumladığımiçin kendimi ayrıcalıklı hissediyorum.

İyi ki doğdun Songül  Acarerk Payaslı, iyi ki doğdun hayatımıza…

Hoşçakal Kadir Baba (Sıfırıncı Gün, 2.bölüm)

YAZAR :Şeyma BULUT 

Baba kimdir? Neye denir? Bizim doğumumuzda biyolojik olarak etkisi olan mıdır yoksa çok daha geniş midir anlamı? Çok daha geniştir. Baba arkandaki dağdır, kurulan yuvayı bir arada tutandır, hayata karşı seni kendini güvende hissettirendir. Kadir Uygur tam da böyle bir babaydı. Belki tek çocuğu vardı ancak Özgür, Nisan, Mert, Gönül, Tuna ve hatta Fatih’i bile babasıydı. Ekip diye kurduğu polis timinden birbirine kalpten bağlı bir aile kurmuş. Geçmişte neler yaptı, onu ölüme neler sürükledi, Salih ile arasında geçenleri bilemeyiz ama bildiğim tek bir şey var mi ardında kalbi kırık bir değil altı çocuk bıraktı.

Kadir hastanede ölüm, kalım savaşı verirken onun yoğun bakım kapısının önünde bir sürü insan iyi haberlerini beklerken hepsinin gözünde korku vardı. Bu sevdikleri bir insanın ölümüyle ilgili hissettikleri korkuyla açıklanamaz sadece diye düşünüyorum. Daha da fazlası “Biz ne yaparız?” bakışı gibiydi. O kara haber geldiğinde herkes kendince yaşadı acısını. Nisan ilk Özgür’e sarıldı, Tuna ve Gönül oldukları yere çöktüler, Fatih oturduğu yerde tutamadı gözyaşlarını. Herkes kendince acısını yaşıyordu. O anda duygularını dışa vururken iki kişi asla göz yaşı dökmedi : Mert ve Özgür!

Özgür ve Mert oldukça garipti mesela. Cenazede dahi ağlamadılar. Mert’i anladım, bazı duyguları kolay kabullenen bir yapısı yok. Geçen yazıda da söyledim, kendini soyutlama, uzak tutma telaşı vardı. Aynısını cenazede de gördüm. Oldukça ketumdu. Kadir babalarına son görevlerini yerine getirirken sadece o ikisinden tek bir damla göz yaşı akmadı. Kadir için şehitlere atılan saygı atışında da sonrasında ekibe sarılırken de ikisinin çok vakur ve dirayetli duruşları dikkatimi çekti.

Şimdi duygularını saklama hususunda profesyoneller, acılarını göstermek istemiyorlar diyeceğim ama savcı ile olan durum ortadayden bunu söylemek de çok yerinde olmaz. Savcı Özgür ve Mert’i sorguya aldıklarında ikisinin de duygularını ortaya koyan, onları göstermekten geri durmayan karakterler olduğunu gördüm. Burada farklı durumlar var o zaman. Daha önce Meriç ve Ferhat’ın cenazesine, şimdi de Kadir’in cenazesinde hep aynı durum olunca aklıma bir tek şey geliyor. Özgür de Mert de ekibin yanında güçlü durmak zorunda gibi bir misyon edinmişler kendilerine ama ikisinin olaylar karşısındaki durumları çok farklı. Özgür çok ayrı yaşıyor acısını, Mert ise çok ayrı yaşıyor.

Kadir’in ölümünün ardından Mert sürekli bir köşede, kendiyle iç hesaplaşma halindeydi. Üzüldü, ağladı, kendini bıraktı. Başkalarına göstermedi ama kendisiyle kaldığında o acıyla yüzleşiyordu. Özgür’se hiç yüzleşmedi. Yapılacak işler, sorumluluklar olduğu bilinciyle hareket ettiğini gördüm. Ta ki Mert onun kalbine dokunana kadar. Mert ve Özgür iki candaş, iki ekip arkadaşı, can yoldaşı olmuşlar birbirlerine. Acılarını, üzüntülerini, korkularını saklamıyorlar diye düşünüyorum. Birlikte çöktüler ve kaybettikleri babalarının ardından ağlamaya başladılar. Ancak Mert ve Özgür’ün buradaki acıyı saklama motivasyonları asla aynı değil. Yaralarını birbirine göstererek sarmaları çok özel olsa da ikisinin diğerlerinden acılarını göstermek istemeyen ruh hallerinin sebebi çok başka diye düşünüyorum.

Mert’le başlamak gerekirse geçen hafta da aynısını söylemiştim. Yüzleşmekten geri duran bir yapısı var. Mesela Kadir’in naaşı odadan çıkarken Mert’in ilk hareketi arkasını dönmek oldu. Halbuki o korkak biri değil. Miami gibi bir yerde kafadan operasyonun içine tek başına dalacak kadar cesur, ona yönelen tehditlerden korkmayacak kadar gözü kara biri. O zaman burada başka bir şey var. Mert değer verdiği insanların acı çekmesine dayanamıyor. Tek başına büyüyen bir çocuk olarak, ailesi gibi gördüğü insanların ne acılarını görmeye dayanabiliyor, ne de onlara acılarını gösterip tekrar üzecek kadar cesur. Bu yüzden köşe bucak kaçıyor Mert olaylar başladığı zaman. Halbuki bu duygusu dışında hiç bir duygusunu içince tutmayan, akıllı bir adam. Çapkın olduğu söyleniyor ancak kadınlara zaafı olan biri de olduğunu görmedim. Bence Mert ekibin en haşarı elemanı olarak görünse de bir şey yapılması gerektiğinde önünü sonunu ya da kendisine ne olacağını düşünmeden yapacak kadar dik kafalı ve gözü kara olduğunu düşünüyorum. Yani Özgür’ün taban tabana zıttı olan biri diyebiliriz bence, sizce de öyle değil mi?

Özgür demişken… Az önce acıları gösterme motivasyonundan bahsetmiştim size ya işte burada beni en çok üzen karakter Özgür oldu. Hastanede herkes acısını yaşarken morga doğru cenazeyi almaya giden Özgür oldu. Mert köşesine çekildiğinde yapılacak işler var diye oradan oraya koşan yine Özgür’den başkası değildi. Özgür ekip içinde sorumluluk alan tarafta. Büyük ihtimalle Kadir öldükten sonra herkes onun omuzlarına yıkıldı. O acı çekemez zira herkes acı çekerken onları birinin toplaması, sahip çıkması lazım. Ejder’in peşinden gitmek, zorunda ve bu acıyı yaşarken kendine üzülerek bunu yapmaz diye düşünüyor, Özgür. Farkında mısınız bir tek o içine kapanıp kendini bir köşeye saklamadı. Daha önce Mert’le katillerin peşinden giderken arkasında gözü yaşlı bir sevgili bıraktı çünkü yapması gereken buydu. Kadir hayattayken de ondan sonra ekibin sözüne baktığı insandı ama şimdi daha büyük bir sorumluluk var sırtında. Ayrıca Özgür bu yolda bir çok şeyini feda ederken, Nisan’ın çığlıklarını da maalesef duymuyor. Onu koruma dürtüsü Nisan’ın kendisinden uzaklaştırdığı gibi tehlikeye de atmaya başladı ancak Kadir’in Nisan’ı uzak tutması isteği, Özgür’ün verdiği sözden dönmek istememesi yüzünden iki sevgilinin arası iyiden iyiye açıld ancak Özgür boşa hayal kurmasın derim, Nisan bu masada var ve onun istemesine de bakmaya pek niyetli değil.

Nisan’ın ekibe karşı inadına hayran olmamak elde değil, başka zaman olsa canıyla oynuyor derdim ancak Nisan onların bir anda kurtarıcısı oldu. Gittikleri fabrikada neredeyse tuzağa düşeceklerdi, Nisan olmasa belki de kayıp vereceklerdi. Özgür ise şimdilik bunu anlamaktan çok uzak zira kafasında tek odaklı çift mercek var. Orada bile ilk tavrı korkuyla karışık sinir oldu. Hatta ona teşekkür bile etmedi. Özgür’ün ruh halini anlıyorum ancak onun bu halleri Nisan’ı her geçen gün daha da kırıyor, onun da bunu görmesi lazım diye düşünüyorum.

Nisan ve Özgür arasındaki konuşmalardan aslında ikisinin de çok haklı olduğunu düşünüyorum. Nisan çok haklı, zira ölenlerden biri abisi diğeri manevi babası. Bir şeylerin içine dahil olmak istiyor Nisan, onlarla birlikte olmak, sorunlarına, dertlerine ortak olmak istiyor. Ekibin küçüğü olarak değil, polis olarak varlığı kabul edilsin derdinde diye düşünüyorum. En azından Özgür’ün bunu görmesini istedi. Ancak Özgür onu koruma telaşından pek farkında değil. Ona da hak veriyorum bu arada, Özgür’ün ruh halinde kim olsa aynısını yapardı. Özgür iki ay içerisinde iki kardeşini ve babası dediği insanı sıfırıncı gün operasyonuna kurban verdi. Karşısında gölge haramileri var ve acımaları yok. Doğal olarak Nisan’ı tüm bu tehlikelerden uzak tutmak istiyor. Özgür bu uğurda her şeyini feda etti ve Nisan’ı da feda etmemek için gerekirse onu kaybetmeyi bile göze almış vaziyette. Onu anlasam da doğru bulmuyorum, birini seviyor olmak onun yerine geçerek karar almayı haklı çıkarmaz.

Nisan bunca derdin, acısının arasında ayakta durmaya çalışırken onu duymayan Özgür yüzünden zor zamanlar geçirmeye devam ediyor. Sahilde konuşurken onun hep ne kadar yalnız olduğunu, kime tutunsa kaybeden bir kız çocuğu olduğunu gördüm. Şu anda tutunduğu tek dal sevdiği adam, o da onu korumak için bir türlü yanında olamıyor. Ben Nisan’ın Özgür’ü anladığını düşünüyorum. Anlasa da doğal olarak çok da dinleme derdinde değil zira kendisinin de en az Özgür kadar bir şeyler yapmaya hakkı olduğunu düşünüyor. Nisan çocuksu hayallerle bu işin peşine düşmedi. Gerçek, somut adımlar atıyor. Sezgileri de kuvvetli biri. Selim’i gördüğünde onu bir şeyler rahatsız etti. Ben orada safi bir kıskanma durumu olduğunu sanmıyorum. Aksine iç sezileriyle alakalıydı diye düşünüyorum. Onda bir şey hoşuna gitmedi ki bu gayet de doğru bir sezgiymiş, gördük.

Selin ekibe avukat kimliği yardımıyla yaklaşmaya başladı. Sanırım ilk kullanacağı kişi de Mert olacak. Selin güzel ve kendinden emin duruşu olan vamp bir kadın görüntüsü çiziyor. Şimdilik Mert ona karşı nasıl bir tavırla yaklaşacak bilmiyorum ama ben Mert’in arkadaşlarına bir zarar verecek kadar saf biri olmadığını düşünüyorum. Özgür ‘ün sözlerinden çapkın olduğunu anlasam da kadınlara zaafı olan bir karakter değil bence. Mert aptal biri değil. Önce Ejder’le bağlantılı olayda savcı yanında, sonra da Kadir’ in öldüğü hastanede karşılaştı avukat hanımla. Salih’e çalıştığını bilmese de bir şekilde işkillenmeye başlaması yakındır diye düşünüyorum. Selin ile ilişkisi ne seviyede bilmiyorum ama Salih ekibe hem Nisan hem de Mert kanalından adım adım yaklaşıyor.

Geçtiğimiz haftaki bölümde Salih’ in bir hayat peşinde olduğunu, bunun önüne kimsenin geçmesine izin vermeyeceğini gördüm. Bu hafta da işlediği seri cinayetleri izlerken aklıma bir tel şey geldi. Tek sebebi para ve güç mü? İkide bir ağzından düşürmediği adalet ile bunların bir alakası olmalı diye düşünüyorum. Salih, Kadir’e adalet dedi, kendisi gibi olan bir oda dolusu adamı çalışmak istediği Arnavut’un önünde gözünü kırpmadan öldürdü. Buradan bakınca güç savaşı gibi dursa da arkasından bir şeyler geldiğini hissediyorum. Salih kimsesizliğini güçle kapatmış, Kadir onun hain olduğunu hiç kimseye söylememiş ama nasıl bir yola girdiyse ondan çocuğunu bile saklamış. Burada zaten işler düğüm oldu.

Salih’in varlığından dahi haberinin olmadığı bir çocuğu var, ekibin içinde büyümüş, bizzat Kadir büyütüp onu polis yapmış. Yetmemiş onun peşine öz evladını takmış. Burada Kadir’e sadece Salih değil, Kadir de Salih’e öfkeli diye düşünüyorum. Salih ve Kadir arasında neler yaşanmışsa bu ekibin bildiği her şeyi yalana çevirme yolunda ilerliyor. Özellikle de Makedonya’da neler yaşanmışsa ağzımız açık kalacak diye düşünüyorum.

Sıfırıncı Gün operasyonu arkasında binlerce sır bırakarak emniyet tarafından arşive yollandı. Çyşr bir operasyon olmuş ki, üç kişinin canına mal oldu ve daha nelere mal olacak belli değil. Fatih bir karar alarak ekibin dışarıda operasyon yapmasına izin verdi. Tuna’nın kural dışı hareketlerine göz yumdu zira anladı. Bu işin içinde bir iş var, içeriden müdahale ediliyor ve onun da eli kolu bağlandı. Geçmişinde yaşadıkları onu kuralcı biri yapsa da sağduyusuz biri değil. Bu sebeple de ekibin yolunu açtı. Bu arada Tuna karakteri açıldıkça onda görünenden fazlası olduğunu hissediyorum ama tam analiz için biraz daha bekleyeceğim.

Yazıma burada son veriyorum. Gönül ve Fatih ile ilgili analizler yapacağım ancak şu anda yeterli veri olmadığı için bu haftalık da susacağım. Haftaya yeniden görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

LABİRENT(Sipahi, 4.bölüm)

YAZAR :Şeyma BULUT 

Geçtiğimiz hafta Sipahi’ye oldukça merak uyandırıcı bir sahne ile veda ettik. Habtor ve Yıldırım’ın karşılaşmasıyla eski düşmanların ikisi de kendi köşelerine çekildi ve şimdilik aralarında başı sonu belli olmayan bir labirentte ne zaman biteceği belli olmayan bir savaş başladı.

Yıldırım Bozok geçmişinde gerçek acıları, kayıpları olan, yaptığı işle hayatındaki güzel olan her şeyi kaybetmiş bir adam olarak çıktı karşımıza. Bu haftaya kadar olaylar karşısında sakinliğini, vakur duruşunu koruyan Yıldırım, bu hafta bunu başaramadı. Sorgudaki Habtor’un sağ kolu, tüm sırlarını bilen adamı gözünü kırpmadan öldürdü. Şimdi ilk bakışta bu durum bana amatörce geldi ne yalan söyleyeyim, bir anda Yıldırım gibi bir adamın duygularına yenik düşmesini saçma buldum. Üzerine düşününce aslında çok da mantıksız olmadığına kanaat getirdim. Bu hayatta her şey görev değildir, hele de işin içine aile, sevdiklerin girdiğinde bambaşka birine dönüşür insan. Bence Yıldırım hala geçmişte yaşıyor. Hala o günde, o acıda diye düşünüyorum. Elbette onun gibi adamlardan daha metanetli, görev odaklı olmalarını bekliyoruz ama size bir soru sormam istiyorum. İnsan vatanını neden sever? Neden bizim için bu kadar kıymetli? Evet tarihimiz, bayrağımız önemli ama bu kadarla sınırlı mıdır? İnsan ülkesini içindeki insanlar için, anıları, kökleri orada olduğu için sever. Bu yüzden bağlıdır. Aksi halde bayrak bir bez, vatan dediğin de bir toprak parçasından ibaret olur. Yıldırım bu ülkenin insanları için en değerli iki varlığını kaybetmiş bir adam. Karısını elleriyle toprağa vermiş, kızına ne olduğunu bilmesem de ben pisim, güzel olan şeylerden uzak durmalıyım diyerek kendinden uzaklaştırdı diye düşünüyorum. Bu sebeple karısının cinayetini, bağlantılarını anlatırken Yıldırım bir anda gereğini yaptı ve sorgudaki teröristi öldürdü. Bence bunun iki sebebi var bir kimsenin onun geçmişini bilmesini istememesi, ikincisi de kimsenin bu durumu Yıldırım için bile olsa kişisel bir mesele haline getirmemesini istemesi ya da her şeyi de öğrenmemelerini istemesi diye düşünüyorum. Yoksa Korkut Ali’ye neden anlatmasın bu meseleyi değil mi ama?

Korkut Ali demişken, onun kafası bu hafta Yıldırım yüzünden bi hayli karıştı. Tam sorguda bir çok bilgiye ulaşacakları sırada Yıldırım’ın hareketi Korkut Ali’ye büyük şok oldu. Zira öylesine fevri bir hareketi herkes belki ondan beklerdi ama Yıldırım’dan beklemezdi diye düşünüyorum. Ayrıca Ali’nin istediğinde nasıl sakin ve vakur olabildiğini de görmüş olduk. Tüm sorgu sırasında hareketleri, konuşmaları, her hamlesi çok akılcıydı. Adam kıvırırken bile kontrolünü kaybetmedi. Oldukça hedef odaklı, ne yaptığını bilen bir ajandı.

Herkes Yıldırım’ın Ali’nin delilikleri yüzünden geldiğini düşünedursun ben ondan yeni bir Yıldırım Bozok yaratmak için getirildiğini düşünüyorum. Hatta daha da ileriye gidecek olursam, Yıldırım’dan da iyi bir istihbaratçı yaratmak istiyorlar bence. Korkut Ali’de bu ışık var mı diye düşündüm ve kesinlikle olduğunu söyleyebilirim. Düşünsenize Ali, zor zamanlarda asla ben demeyen, gerektir kendi hayatını gözünü kırpmadan ülkesi için, ülkesinin insanları için verebilecek kadar cesur, kriz anlarında kontrolünü asla kaybetmeyen yetenekli biri. Bazı negatif özellikleri olsa da Suriye’de ve burada yaşananlar onun özel biri olduğunu anlamam için yetti bile ama Yıldırım onda başka bir şeyler daha görüyor : Saklanmış acı.

Yıldırım ve Korkut Ali birbirlerine çok benziyor. İkisinin de geçmişinde acıları var. Yıldırım ailesini, Ali silah arkadaşlarını kaybetti. İkisi de bu acılar üzerine konuşmaktan asla hoşlanmıyor, yaralarını kimseye göstermiyor. Ali bu hafta Yıldırım’ın üstüne gittiğinde, Yıldırım Ali’nin de acılarını bildiğini, ona saygı duyduğunu, sormadığını ve aynı hareketi kendisinden de beklediğini belli etti. Dahası Yıldırım bir şekilde ekip arasında bir bağ kurulmasını, duygusal anlamda ilişkilerin çok da gelişmesinden yana değil diye düşünüyorum. Bunun sebepleri elbette vardır ancak ben çok görevle alakası olduğunu sanmıyorum. Bence mesele zaaflar, hiç bir şeyin görevin önüne geçmemesi isteği ama onun Habtorla olan geçmişi bile başlı başına görevin önüne geçen bir durum olmaya başladı ve üzgünüm ki Yıldırım bunun farkında değil.

Yıldırım Bozok, genç ve yetenekli bir ekibin başına getirildiğinde ondan eskiden var olan Sipahi ekibini kurması istendi. Yıldırım gelir gelmez ekibe bazı bağlar kurulmasını istemediğini anlattı. Bunun birçok sebebi vardır ama bence en temel sebebi zaaflar. İnsan duygusal olarak birine bağlanırsa zaaf olur diye düşünüyor olabilir kanaatindeyim. Hiç bir şeyin görevin önüne geçmesini istemiyor ama bence bu duruma çok da engel olamayacak. Yukarıda dediğim gibi bizim vatanımızı sevmemiz için sebeplerimiz olmakla birlikte, içindeki insanlar, köklerimiz bunun en büyük sebebidir diye düşünüyorum. Ha bir de gönül borcu vardır. Vatanı bu yüzden severiz. Yıldırım her ne kadar bunu engellemek istese de kendisi dahil bunu kimse başaramaz zira çoktan birbirlerine yoldaş, arkadaş oldular bile. Özellikle de aynı kökten gelmeyen ama vatana büyük bir aşkla bağlı olan Ezgi’yi düşünecek olursak, bu ekip birbirine kalpten bağlanacak diye düşünüyorum.

Ezgi demişken, ondan biraz bahsetmek istiyorum. İlk bölümde bu topraklardan olmadığını, göçmen olduğunu söyledi. Başına ne geldi bilmiyorum ama uzaktan geldiği ülke için kendini riske atacak kadar seven birinin gönül bağı, vatan sevgisi çok başka noktadır. Ezgi ülkesini, insanlarını yürekten seviyor ve kökleri bambaşka bir yerde olmasına rağmen yeniden kök salacak kadar da cesur bir kadın bence. Bu sebeple Ezgi’nin ekip için büyük bir şans olduğunu düşünüyorum. Hem duygularını içine bastırmayacak kadar cesur hem de onları hiç bir şeyin önüne geçirmeyecek kadar dirayetli biri, o. Ezgi’yi tanıdıkça onun her şeyden çok işine, vatanına aşık olduğunu anlıyorum diyebilir miyim, evet derim.

Ezgi gibi bir kadınla daha yakından tanışmaya devam ettik bu hafta : Canan Doğan! Canan, Suriye’de ölümden döndüğünden beri aklından Korkut Ali’yi çıkaramadı. Bu tabi akıllara duygusal anlamda bir şeyler getirmesin zira Canan, Ali’nin söylediği kişi olmadığına çok emin. Bu da onun her halde gördüğü yüzü, gözü unutmauan , olaylara hakimiyet hususunda özellikle yetenekli olduğunu gösterir. Canan, terörle mücadele komiseri olarak en kritik anlarda karşısına çıkan adamın bir şekilde bağlantılı olduğunu düşünüyor ve aslında onun bir şeylerin peşinde olduğunu da hissediyor diye düşünüyorum. Canan’ın en sevdiğim iki özelliği de bu oldu. Şüpheci olması ve olaylardaki ayrıntıları asla kaçırmaması. Korkut Ali onu çok kolay alt edeceğini sanıyor ama bence o kadar da kolay olmayacak bu iş, bekleyin görün derm.

Canan, Ali’nin sıradan biri olmadığını, güvenlik görevlisi olarak çalışmadığını düşünüyor bence. Şu anda tam tersine ikna olsa da, Ali emniyete geldiğinde ona olan tavırları oldukça ney kendini gösterdi. Mesela Ali çizim tahtasının kapalı olduğunu fark etti ve bence bunu Canan bilerek yaptı. Direkt oradan Ali’nin bir şeyler bulduğunu bilmese de birilerinin bilgilerinin peşinde olduğunu hissediyor diye düşünüyorum. Bu sebeple oldukça dikkatli, asla taviz vermeyen ve sürekli daha fazlasıno öğrenmeye çalışırken kendisinden ya da işinden de asla ödün vermedi. Canan komple ihtişamlı bir karakter olsa da Korkut Ali ile olan çatışmaları çok yakında şekil değiştirecek gibi görünüyor.

Korkut Ali, ekibin de isteği doğrultusunda Canan’la yemeğe çıktı ve olanlar oldu. Karşılıklı akıl oyunlarının döndüğü bir yemek oldu. Canan, Ali’nin şefin arkadaşı olmadığını da yalan söylediğini de anladı diye düşünüyorum. Arkadaşı şef olan birinin oraya daha önce gitmiş olması, menüye hakim olması gerekir ve Canan gibi bir kadın da bunu gayet iyi biliyor. O nasıl ki Korkut Ali’nin peşinde, tam tersi Ali’nin de kendisinin peşinde olduğunu anladı diye düşünüyorum. Bu sebeple oyunu oynamaya karar verdi ancak bu oyun şekil değiştirmek üzere. Hem Canan hem de Korkut Ali için hem de…

Canan Suriye’den kaçarken Habtor’un karısına bir kart verdi ve kızı için yardım edeceğini söyledi. Habtor ise Türkiye’den yardım alacağına, ölmeyi tercih eden bir duruma geldi. Yalnız bir annenin bunu kabul etmesi mümkün deği, hele de bu savaşa bir başka evladını kurban vermiş bir anneyse bu ne dava ne savaş dinler. Habtor ne oldu da bu hale geldi bilmiyorum ama bir oğlunu kaybetmiş bir baba olarak ikinci evladını da kaybetmeyi göze almış, bu belli. Onu başka bir yere götürmüyor da, hal böyle olunca da işler değişti. Yaralı ve korkan bir anne Canan’ı aradı ve büyük bir karmaşanın da fitilini ateşlemiş oldu.

Bir yanda Habtor, karısı ve Canan arasında işler karışıkken, Suriye’deki casusun ortaya çıkması da Korkut Ali için işleri karıştırdı. Eğer durumu kurtaramazsa operasyon, olan her şey mahvolabilir. Neler olacağını bir sonraki bölümde göreceğiz.

Tüm ekibin ellerine sağlık, haftaya görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Fırtına Öncesi Sessizlik (Kızılcık Şerbeti, 10.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR 

Ben çok hayal kuran ama bir o kadar da gerçeklere göre hareket eden bir insanım. Çoğu zaman bu özelliğimi hayallerimin önüne geçtiği için sevmesem de, hayatın gerçeklerini unutmadan hareket ettiğim için hayalim gerçekleşmeyince daha az canımın yandığını hissediyorum. Çünkü ne kadar çok hayal kursam da beynimin bir yerinde gerçekleşmeyeceğini bilen ve bana sürekli hatırlatan bir yer var. Doğa hayal gibi bir aşkla başladı bu evliliğe Fatih’i bir başka kadının evine girerken gördüğünde bütün hayalleri kocaman bir kabusa döndü. Yine de ne kadar seviyor olursa olsun bir an bile tereddüt etmeden onu terk etme kararı aldı.

Doğa’nın o yemek masasından kalkarak ve Fatih’e tavrını koyarak aslında ne kadar doğru bir davranışta bulunduğunu o adamın metresi olduğunu görünce daha da anlaşılmış oldu. Doğa doğru olduğunu düşündüğü durumların çoğunda asla taviz vermeyip bildiğini okumaktan da yapmaktan da geri kalmayan biri. Aslında bunu annesine rağmen evi terk ederken de, bu kadar aşık olduğu halde “Bitti” deyip tek bir notla Fatih’i terk ederken de çok net gördük. Evet belki doğru düzgün kendine ait kararları hala yok ama ona yanlış gelen durumlarda sesini çıkarmayı da ihmal etmiyor çoğu zaman. O metrese haddini bildirirken mesela, Fatih’in tüm durdurmalarına, kadının evliliklerini övmelerine ve hatta arkadaşının orada da olmasına rağmen içinden geçen her şeyi takır takır yüzüne söyledi. Aslında burada Doğa’nın nasıl güçlü bir karaktere sahip olduğunu da çok net gördük. O fedakarlık yapmak zorunda olmadığı zamanlarda doğrusuna ters gelen hiçbir şeyi kabul etmiyor ve bunu çok net gösteriyor. Fatih dahi olsa karşındaki bunu yapıyor ve bence bu çok güzel bir özellik. Doğa için doğru bir tane ve kişiden kişiye değişmiyor ama Fatih için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.

Fatih işine nasıl geliyorsa öyle davranıyor. Gecenin bir yarısı başka bir adamın metresinin evine gidiyor ve bunda asla bir sakınca görmediği gibi bir de bu durumu normalleşme çabasında. Halbuki tam tersi bir durum olsaydı yaşanacakları tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok diye düşünüyorum. Belki yazdıklarımdan Fatih’i sevmediğim yahut ona karşı iyi şeyler hissetmediğim izlenimi veriyor olabilirim ama Fatih bu gün gelişim göstermeye başlasa, hatalarının farkına varıp düzeltmek için adımlar atsa, Doğa’ya onun her zaman yanında olduğunu hissettirse ve evliliğine gerçekten sahip çıksa emin olun burada en çok sevinenlerden biri de ben olurum. Fakat Fatih böyle hata yapıp edip sonra samimiyetsize şirinlik yaptıkça benden daha çok çekeceği olur şimdiden söylemesi. Fatih’in bir an önce hayal dünyasından uyanıp gerçeğe dönmesi gerekiyor yoksa bu gidişle ciddi ciddi Doğa’yı kaybedecek, zira Doğa annesinin kızı güvendi mi tam teslim olur ama o güven sarsıldı mı alır bavulunu çeker gider. Çünkü onu yetiştiren de bu güne hazırlayan da Kıvılcım’ın ta kendisi.

Kıvılcım Kayhan’dan boşandıktan sonra muhtemelen kendini kızlarına adamış, bir kadın olarak kendini dünyaya kapatmış biriydi. Annesinin ısrarlı konuşmaları, arkadaşının sürekli onu biriyle tanıştırma isteği Kıvılcım’da bir karşılık bulmadığı gibi daha çok içe çekilmesine neden olmuştu bu zamana kadar. Ama Ömer onun için sıradan bir erkek olmadı hiçbir zaman. Tanıştıklarından beri Ömer onu sürekli şaşırttı, onu anladığını ona hissettirdi, kalbinin kapılarını o daha farkında bile olmadan açıp girmesine izin verdi. Çünkü Ömer ona o güveni, kendini korumak zorunda olmadığı, gardını indirebileceği bir alan sunmuştu çoktan. Öyle ki Kıvılcım başı belaya girdiğinde aradığı ilk kişi listesinde yerini çoktan almış bile. Evet belki Kıvılcım şu an tozpembe hayaller kurmuyor ama gerçekler tam anlamıyla tokat gibi yüzüne çarptığında nasıl bir yol izleyecek aşırı merak ediyorum.

Kıvılcım ve Ömer ilişkisi için eğer evlilik meselesini bilmesem ideal ilişki diyebilirdim. Ama ortada bir yalan ve sınır tanımayan bir adam var. Kıvılcım kendisi gibi bekar biriyle birlikte olduğunu düşünüyor ancak durum ortaya çıkınca ne olacak? Kıvılcım zaten Fatih’in düşünce yapısına, ailesine bakış açısı pek iyi değildi şimdi çok daha fena bir yola girilecek diye düşünüyorum. İyiden iyiye kendini kaptırdı, hayal aleminde yaşıyor. Oradan çıkınca düşüşü çok sert olacak diye düşünüyorum. Aşk insanı değiştirir derler belki de Kıvılcım daha anlayışlı ve ılımlı olur.

Aşk Kıvılcım’a ne yapar bilmem ama birini fena halde değiştirmeye başladı : Nursema! Özellikle Doğa ile ilişkisinde bunu görmeye başladım. Doğa o sinirle eve geldiğinde onu teskin etmeye çalışan biri vardı karşımda. Hinlik ya da ortalık karıştırmak istemiyordu. Zaten size bir şey diyeyim mi? Nursema kötü ya da artniyeti olan biri değil, sadece bastırılmış bir kadın. Umut onu değiştiriyor. Dünyanın bilmediği bir yanını gösteriyor. Doğa ile ilişkisinin de böyle böyle düzeleceğini düşünüyorum ben zira o evde Nursema için mücadele edecek tek insan Da Doğa’dan başkası değil.

Nursema Umut hayatına girdiğinden beri belki de ilk defa kendiyle ilgili hayaller kuruyor ve başkaları ilk defa hayallerini destekliyor. Hat sanatçısı olmak, dünyayı gezmek bunun konusu geçince bile o kadar mutlu oldu ki belki de o sofrada çoğu kişi ilk defa onu gülerken gördü.Nursema için bırakın gerçek hayatta bunu yapmayı maalesef hayal kurması bile istenmiyor o evde çünkü annesi sadece Alev’in arkadaşı diye Umut’u aşağılayıp kendilerine layık görmezken Nursema’ya verdiği hediyeye bile böyle kulp bulan Pembe bu durumu öğrenirse Nursema’ya da Umut’a da çok çektirir benden söylemesi.

Pembe, Pembe, Pembe… Ben ömrümde böyle anne çok zor görürüm. Düşünce sistemini, oğlum diye ortalarda gezmesini geçtim başka bir dünyada bu kadın. Doğa “Aldatıldım” diyor, olan benim oğluma olacak diye oturuyor köşesinde. Kız orada bebeğini düşürecek kadar üzgün belki ancak Pembe için mesele torununun nerede büyüyeceğinden başka bir şey değil. Doğa bugün çocuk sizin olsun, ben gidiyorum dese zil takıp oynar diye düşünüyorum. Açıkçası Abdullah Fatih’e tepkisinde çok samimi geldi bana ama Pembe değil. İyi hoş bendeki de laf! Kızına acımayan, gelinine acır mı hiç?

Pembe sırf Alev meselesi yüzünden kızına iyi gelecek bir evliliğe karşı çıkacak. Senin fikrin yok, isteklerin yok deyip durduğu kızının başını eliyle yakacak, ALIN BURAYA YAZIYORUM. O kadar bencil, o kadar gözleri kör ki kendi istekleri dışında bir şey görmüyor. Ben Abdullah’ın bile onun kadar olduğunu sanmıyorum artık. Nursema için çok üzülüyorum ama yine de direnecek diye ummak istiyorum zira Umut ve o bunu hak ediyor. Nursema ve Umut dizide izlemekten en zevk aldığım ilişkiden biri. Saf duyguları, ilmek ilmek işlenen ve güçlenen aralarındaki bağ çok özel bana göre. Ben bu bağın giderek güçleneceğini de hayatın gerçeklerine karşı ikisi el ele verirse hayallerini gerçek kılacaklarına da eminim. Bence Umut’un Nursema ile olan bağı kadar Alevle olan bağı da çok güzel ve değerli. Onlar birbirleriyle iş yapan, dertleşen ve gerektiğinde birbirlerine abi kardeş olabilen iki dost. Bence Umut bu hikayede Alev üzülmesin diye elinden geleni yapan nadir insanlardan biri.

Hani derler ya çok gülen insanın acılarını gizlemek için bunu bir maske olarak kullanır diye. İşte Alev’e bakınca tamda bunu görüyorum. O umursamaz halleri, hiçbir şeyi kafaya takmama durumları sadece gerçek duygularını gizlemek için bence. Düşünsenize hayatı boyunca bir kere bile annesinden övgü almamış, yaptığı her şey kötü eleştiri almış, ne işine ne de hayatına saygı duyulmuş. Üstelik yaptığı her hareket annesinin onu daha çok aşağılamasına sebep olmuş. İşte Alev tam da bu durumlar yüzünden böyle davranıyor. Hayal kurmayı bırakıp hayat ona ne sunduysa almış kabul etmiş. Hani derler ya bir şeyi kırk kere söylerseniz olur diye. Sönmez Alev’i öyle yaftalamış, ona öyle acımasız bir baskı kurup, kendini öyle bir değersiz hissettirmiş ki o da “Bari öyle olayım da değsin yaşadıklarıma” deyip hiçbir şeyi umursamıyormuş gibi davranıyor. “Muş” gibi diyorum çünkü öyle, zira Alev düşünceli, yardımsever ve anlayışlı bir kadın bana göre, en azından sevdiklerine karşı. Sırf Doğa istedi diye hem düğününü hem de Fatih’in doğum gününü organize etti hemen, Umut için nedenini dahi sormadan sergi açılışını üstlendi ki ne kadar sıkışık olduklarını kendileri söyleyip durduğu halde o küçük iş için vakit harcamayı kabul etti. Yeğenleriyle ilgilenmekten, yanlarında olmaktan asla geri kalmıyor mesela.

Ama yine de içinde dolduramadığı bir boşluk var ve sanırım bunu Abdullah beyle kapatmaya çalışacak gibi duruyor. Peki bu kadar çekici, genç, güzel ve kendi işinde başarılı bir kadın neden Abdullah beyden etkilensin? Çünkü Alev umursamadığı kadar umursanmayan bir kadın aynı zamanda. Annesi bir kere olsun iyi misin kötü müsün, bir derdin sorunun var mı? Diye sorma gereği bile duymuyor. Kıvılcım’a dahi çok nadir dertlerini anlatıyor ki Kıvılcım bir keresinde ‘Benimle konuşmak istiyor bu çok fazla olmaz” demişti. Şu an gördüğüm kadarıyla bir tek Umut’la dertleşiyor. Görüştüğü erkekler bile ona değerli hissettirmiyor kendini. Ama Abdullah bey öyle değil ; ona değer veriyor, umursuyor, kalbini kırdığını düşündüğü için çiçekler getiriyor. Son görüşmelerinde mesela o hadsiz adamın yanında Alev korunmuş ve yüceltilmiş olmanın etkisinde kaldı. Onu aşağılayan adamlar Abdullah bey önünde el pençe durdu. Doğal olarak Alev’in hoşuna gidiyor bu durum. Yalnız benim daha tam çözemediğim konu Alev’in Abdullah beyden tam olarak nasıl etkilendiği. Yani onda bir baba sevgisi ve şefkati mi arıyor, yoksa gücü ve kuvveti Alev’i bir kadın olarak kendine mi çekiyor bende hala soru işareti. Bakalım Alev hayatın gerçeklerini mi kendi hayallerini mi kabul edecek bu sefer göreceğiz.

İki aile arasındaki çatışma iyiden iyiye alev almaya başladı. Bir yanda saf aşktan gözü açılmaya başlayan Doğa, diğer yanda kandırılan Kıvılcım, bir yanda kendi ailesiyle ilgili gözü açılan bir diğer insan Nursema ve hepsinin yanında hala ne olduğunu anlamadığım Abdullah, Alev ilişkisi. Kıyamet koptu kopacak ve bunların hepsi sadece fırtına öncesi sessizlik gibi geliyor bana… Bekleyip, göreceğiz.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

Benim Evim Senin Yanın (Gelsin Hayat Bildiği Gibi, 24.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT 

Derler ki insanın ömrü ait olduğu yeri aramakla geçer, bulduğunda da orada kök salarmış. Bu aidiyet bir çok şekilde ortaya çıkar. Bazen bir ev, bazen bir memleket bazen de bir kalptir. Songül ve Sadi hayatlarını yalnız ve köksüz iki insan olarak geçirdikten sonra birbirlerinin kalplerinde kök saldılar. Karabayır’daki o küçük yapı değil onların evi, onların yuvası kalpleri, aşkları oldu.

Songül, 12 yaşında ailesini kaybetti. O günden bugüne anladığım kadarıyla kimseye güvenmeden, hayatına almadan tek başına bir hayat yaşadı. Yalnızlık, insanı en korkutan şeylerden biridir. Hatta ben onu bir canavar olarak tasvir ederim ama öyle sıradan, bilindik bir şekilde değil. Bu canavar her insanı korkutur ancak ona alışınca, onun güvenli alanında kaldıkça insan o canavara önce alışıyor, sonra da sığınak olarak kabul ediyor. Songül de bugüne kadar bu şekilde yaşadı. Kimseye güvenmeden, kimseye alışmadan yaşadı. Düşünsenize Ankara’dan İstanbul’a gelirken Sadi geride Yaver’i bıraktı ama Songül amirleri hariç kimseye veda bile etmedi. Kimsesi yoktu ki veda etsin, şu kadar olay yaşadı da arayıp dert yanacağı kimsesi yoktu. Hatta aşık oldu, onu da bireysel olarak yaşıyor. Bir kişiyi arayıp da ben aşık oldum bile diyemedi. Tüm bunların sebebi de uzun zaman sonra tam karşısında duruyordu. Serdar ondan sadece anne babasını değil, güven duygusunu, aile olma hayalini, her şeyini çaldı.

Songül ve Serdar arasındaki yüzleşme sadece anne babasını kaybeden bir kadın ve katili arasındaki bir çatışma değildi. Serdar, Songül’e bir hayat borçluydu. Anne, babasının kaybı Songül’ün hayatını kökten değiştirdi. Umutla doğum günü mumlarını üfleyen o küçük kız çocuğu gitti, yerine hayata öfkeli, gülmeyi unutan ama ruhunu tertemiz bırakıp, babasının katilini bulup adaleti yerine getirmek için savaşan bir kadın kaldı. Songül orada bir an için kendini kaybedecekti, tek bir an gözünde o acıyla birlikte nefreti gördüm. Sadi de görmüş olacak ki o sihirli bir dokunuşla Songül’ü belki de sonrasında içinde boğulacağı bir azabın içine düşmekten kurtardı. Orada yaptığı küçük dokunuş Songül’ü katil olmaktan, ruhunu, kana bulamaktan kurtardı.

Hep diyorum ya Songül, Sadi’nin aydınlık yanı, güneşi, kutup yıldızı diye, bence Sadi sevdiği kadından aldığı ışığı ona geri yansıtarak, Songül’ün karanlığa düştüğü anlarda onu ışıkta tutuyor. Songül neredeyse katil olup, karanlığa düşeceği anlarda Sadi buna izin vermedi. Belki Serdar’ı hayatta tutamadı ama Songül’ün büyük bir buhran yaşamasının önüne geçti. Aslında Songül intikamını alınca belki rahat edeceğini düşünebiliriz ama bence etmezdi. Songül asla intikam peşinde koşan biri olmadı, adalet istiyordu. Babasının, annesinin katilini adalete teslim edip, onların rahat uyumasını sağlamaktı tek amacı ve bence Songül operasyon VS dışında böylr bir şeyi kaldıramaz. Sadi birinin canını almanın karısına, onun ruhuna ne yapacağını o kadar iyi biliyordu ki buna asla izin vermedi. Songül eğer orada geri durmasa adım kadar eminim silahını alır, Serdar’ı alnının ortasından vururdu yine de Songül’ün ruhuna bunu yüklemezdi. Songül yaşananların ardından hem vicdanen rahat hem de artık yalnız olmadığını anladı diye düşünüyorum.

Bu hayat Songül’e hiç adil davranmadı. Önce ailesini aldı, sonra onu derin bir yalnızlığa mahkum etti. Ancak karma diye bir şey vardır. Serdar yapayalnız öldüğü bir yerde Songül diğer yanı ve kardeşini alarak gitti. Songül iki insan kaybetti, hem de her şeyden çok sevdiği iki insanı bir ihanet sonucunda kaybetti ama hayat ona her şeyiyle güvendiği iki insan verdi. Bir yanına kocasını diğer yanına artık manevi oğlu öı kardeşi mi dersiniz Yaver’ini alarak olay yerinden ayrılırken bence içinde huzur da vardı. Songül artık yalnız değil ve bu ona bir ömür yeter diye düşünüyorum.

Songül çok duygusal, çok narin görünse de aslında zehir gibi bir polis. Serdar’ın bir şeyler karıştıracağını hissederek üstüne dinleme cihazı yerleştirip, onu kıskıvrak yakaladı. Şimdi burada benim aklımı karıştıran Taylan, Semih ve Ahmet başsavcıya durumu anlatamaması oldu. Aslında ilk yapacağı şey onlara haber vermek olması lazımdı zira üstüne dinleme cihazı yerleştirecek kadar şüphe duyduğu bir durum olmuş ama söylemedi. Bence ailesinin meselesiyle ilgili Songül hala Sadi ve Yaver dışında kimseye güvenmiyor. Operasyonu bitirince haber verecekti büyük ihtimalle ya da orada büyük patrona ulaşsa haberdar edecekti ama Serdar’la tek başına yüzleşmek istedi. Onun yaralarını, acılarını kimsenin görmesini istemedi diye düşünüyorum. Songül hayatını o yaraları saklayarak geçiren bir kadın, kocası ve kardeşi dışında kimse zayıf tarafını görsün istemedi diye düşünüyorum. Kaldı ki benim de özellikle savcının Sadi’ye Hansel ve Gratel’deki cadı gibi iyi davranması canımı sıkmaya başladı. Bana paranoyak demeyin ama Sadi’nin bu kartal ateşi meselesinde canı yanacak gibi hissediyorum. Burada Songül ne gibi bir tepki verecek bilmiyorum ama hala kartal ateşi meselesini bilmediğini düşünüyorum. Burada da Songül’ün ilerleyen zamanlarda özellikle Taylan ve bu operasyona tavrı değişebilir diye hissetmeye başladım. Elimde bir veri yok ancak bu durumun Songül’e söylenmemesi bu ateş operasyonun bir sebebi olduğu ve bunun da doğrudan Sadi ile ilgisi olduğu düşüncesine kapılmama sebep oluyor. Bu mesele açılmadıkça Songül’e işin içinde bir risk faktörü olduğu hissi geliyor. Umarım ki bu işin sonunda Sadi ciddi bir hasar almaz zira Songül bunu kaldırabilir mi, orada ciddi şüphelerim var.

Son zamanlarda Songül ile gözüme çarpan en dikkat çekici durum Sadi’yi kaybetme korkusu oldu. Daha ilk mektubu okuduğunda bu korkusu yüzünden kontrolünü tamamen kaybetmişti. Sadi’nin başkasını sevmesi, gitmesi, zarar görmesi ihtimalleri Songül’e ciddi travmalar yaşattı. Sevildiğini anladığında, onu bir kamikaze saldırısından aldığında artık her şey önemini yitirdi. Songül, Sadi’nin onu her şeyden çok sevdiğini anladığında tüm kırıklıklarını, acılarını bir köşede bıraktı,affetti. Şimdi bu kartal ateşi ona ne yapacak bilmiyorum ama o gün bir şeyleri anlayan tek kişi Songül değildi, Sadi de hem Songül hem de ilişkileri hakkında kafa karışıklıklarını geride bıraktı.

Sadi bu ilişkide hep geride duran, içinde yaşayan ancak gözleriyle, bakışlarıyla aşkını gösteren ama asla karşı tarafa elini açmayan kişiydi. Hatta Songül hep daha cesur olan taraftı. Bu bende uzun zaman kafa karışıklığına sebep oldu. Neden diye sorguladım, neden Sadi bir türlü kendini açmıyor, geçmişiyle barışmıyor diye düşünürken karşıma o depoda çıkan manzara her şeyi anlattı. Songül, Sadi’ye git dediğinde onun için artık yaşamanın, kimliklerin bir anlamı kalmamıştı. Sadi olarak o evden çıkıp, Emin olarak düşmanlarının karşısına çıktı. Sadi o gün aslında tüm varlığı ile Songül’e aşık olduğunu ancak iki kimliğiyle de onu mutlu edemediğini düşündü. Zira Sadi, Songül’ün kocası olsa da Emin ölmeliydi çünkü onun geçmişi Songül’ü üzdü. Sadi’nin yüzüne kondurduğu gülümseme, Emin’in karanlığı yüzünden silindi. Daha doğrusu Sadi’nin sınırlı sevgiyi görme kapasitesi bunu böylr algıladı. Halbuki Songül, Sadi’yi her şeyiyle sevdi,kabul etti. Sadi bunu görünce karısına karşı tamamen pür bir hale geldi. İsteklerini, arzularını açıkça göstermeye hatta direkt göstermeye başladı. Songül artık Sadi’nin onu çok sevdiğini, evliliklerinin her şeyiyle gerçeğe dönmesini istediğini biliyor. Bence bu durumda Sadi’nin bu kadar çabalaması, etrafında pervane olması da bir tık hoşuna gidiyor diye düşünüyorum.

Sadi ve Songül aradaki sırlar aradan çekilince en saf halleriyle birbirlerine kavuştular. Eskiden başka meseleler, ilişki imaları onlar arasında kuşkuya sebep olurken şimdi sadece birlikte bir hayat geçirmeye hazır olduklarını yeniden söylemek için bir bahane oluyor, o kadar. Ben sevginin söylenmesinden ziyade hissedilmesi, hissettirilmesi gereken bir duygu olduğunu düşünüyorum. Songül ve Sadi birbirlerini çok uzun zamandır seviyorlar ama bir türlü bunu gösteremediler. Bu sebeple Songül aldatıldığını, Sadi de hiç sevilmediğini düşündü. Şimdiyse durum çok farklı, onlara biri gelip benzer cümleler kursa, birine kocan seni aldatıyor, diğerine seni sevmiyor deseler güler geçerler. Artık biliyorlar… Önlerinde bir ömür var ve onlar bu ömrü birlikte geçirecekler.

Sırlar ilişkilerin kurdudur. Bir ilişkide sır varsa her zaman için tehlike var demektir. Songül ve Sadi aradaki sırlar bitince mutluluğa kavuştu. Yaşadıkları cehennemden çıktılar ancak tüm bu yaşananları bir kişi en ön sıradan izlemesine rağmen hala anlamamakta ısrar ediyor : Derya! Mert, üzerine atılan iftira sonrası cezaevine girdi ve Derya kardeşinin yanına gittiğinde onu içeriye alışmış, sertleşmiş buldu. Sadi’nin babası olduğu sırrını saklaması, Mert ve Derya ilişkisinin dinamiti olacak. Mert değişiyor, sertleşiyor. Gözündeki merhamet yerini sertliğe bırakırken nahifliğini de kaybediyor. İki kez aynı iftirayı yaşayan, sistemin yok etmeye çalıştığı her genç gibi işi kavgayla çözeceğini düşünmeye başlaması an meselesidir. Bu yüzden eski Mert belki babasını öğrenince kızacaktı ama sonunda annesini afdederdi ancak şimdi Mert ne yapar? Bunu kestirmekte zorlanıyorum. Doğru olmanın yetmediğini düşünmeye başlaması durumunda Mert’in içinden can düşmanı Araz gibi biri çıkacak diye korkuyorum vallahi ne yalan söyleyeyim.

Araz demişken… Onun tarafta trafik karışmak üzere, hem de öyle böyle değil. Bir yanda Gizem bir yanda Aylin var ve Araz sanki geçmişle geleceği arasında sıkışmış gibi bir görüntü sergiliyor. Gizem, Araz’ın geçmişi, çocukluk hayali, onun sokaklardaki tavrını benimsemiş, onu değiştirmek gibi bir gayesi olmayan biri. Ancak Aylin öyle değil, Araz Aylin’le olmak istiyorsa kötü olmamak zorunda diye düşünüyorum. Mesela Aylin’e yetişme tarzını, mecbur kaldığı şeyleri anlatırken Aylin’i de benzer durumlardan geçtiğini görüyor. Ben bu durumun Araz için ilham olacağını düşünüyorum. Zira birini sevmek onun kötü yolda olduğunu bile, bile her şeyiyle kabul etmek değildir. Bazen değişime zorlamak lazım, göstermek lazım diye. Aylin iyiliği, mücadeleci yapısı, pes etmeyen ruhuyla bunu Araz’a gösterebilir, ona iyi olması, doğruyu yapması için bir yol açabilir yani Araz da isterse. İsterse o da hocası Sadi gibi kendini her şeyiyle kabul eden değil ama ona ışık olan bir kadının yanında aşkı bulabilir diye düşünüyorum, kim bilir?

Aşk insanı iyileştirir, tedavi eder, ruhuna iyi gelir. Sadi içine düştüğü aşkla iyileşti, kendine geldi, geçmişiyle barıştı ama daha da önemlisi kendisini affetmeye başladı. Eskiden insanların arasında Songül’e yaklaşırken üç kez düşünen Sadi, şimdi emniyete elinde çiçeklerle gidebiliyor. Bu aşkı hep dört duvar ardında yaşarken, ya da sadece Songül insanlara bu aşkı gösterirken şimdi Sadi de çekinmeden bunu yapıyor. Songül ona yer açtıkça o da kendini ona layık görmeye başladı diye düşünüyorum. Tamamen bu durumu atlatamasalarda her durumda o ahşabın üstünde artık iki kişiler ve bunun farkındalar. Bu aşkın mucizesi değil de nedir değil mi ama?

Sadi ve Songül ya da Afife ve Talat her isimde, her şekilde birbirleriyle bir dünya kurdular. Sadi için o dünyanın hakimi Songül. Öyle bir aşkla bakıyor ki karısına hayatının, dünyasının tüm kontrolünü ona bıraktı. Özellikle ikili ilişkilerinin tüm kontrolü Songül’ün ellerinde ve Sadi bu durumdan çok memnun. Öyle ki Songül’e o çok sevdikleri Titanik filmindeki “Ben dünyanın hakimiyim” repliğinin ardından, “Ben dünyanın hakimine aşığım” sözlerini söylemesi bunun işaretiydi bence. Sadi’nin tüm dünyası Songül ve ona karşı yönelen her tehdidi yok etmek için elinden geleni ardına koymayacak diye düşünüyorum.

Sadi ve Songül gizli göreve giderken Servet tarafından fark edildiler. Servet ikisinden de kurtulmak için son bir hamle yaptı, bir tekne kazasına sebep olarak hem Songül’den kurtulacak hem de olaya kaza süsü verecek. Bizimkiler oradan nasıl kurtulur bilmiyorum ama Sadi Payaslı çözer diyorum.

Ben de Songül gibi,Sadi’ye çok güveniyorum. Bu hafta Songül’ün görmediğimiz son iki rengini de gördük diye düşünüyorum. Serdar ile yüz yüze geldiği anlarda saf bir öfke, ardından acı ve buruk mutluluğunı gördüm. Ben Devrim’in aksiyon sahnelerindeki yeteneğine hayranım. Özellikle Serdar ile yüzleştiği anlada Songül’ ün öfkeyle karışık acısını mimik bile kaçırmadan aktarırken, dövüş sahnesinde de tek bir hareketi kaçırmadı. Bölüm boyunca da bu başarısını devam ettirdi. Özellikle Ertan Saban’la karşılıklı sahnelerdeki paslaşmalarını izlemek büyük keyifti. Önümüzdeki bölümlerde kartal ateşi ile birlikte sanırım çok daha üst seviye performanslar izleyeceğiz diye düşünüyorum, herkesin gönlüne sağlık.

Bu hafta aksyonel sahnelerle Özgü Delikanlı da oldukça başarılıydı. Mert’in ani değişimlerini ekrana iyi taşıdı diye düşünüyorum.

Bütün ekibin emeklerine sağlık, haftaya görüşmek üzere. Sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Her Şey Bitti Derken ( Sıfırıncı Gün, 1.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT

Uzun zamandır “Ne yazsam, ne izlesem?” diye düşünürken karşıma Sıfırıncı Gün çıktı. Açıkçası beklentimi oldukça düşük tutarak ekran karşısına oturdum ama ummadık taş baş yarar misali beni çok şaşırtan bir işle karşı karşıya kaldım. Öncelikle söylemem gerekiyor ki Sıfırıncı Gün alışılagelmiş işlerden değil. Daha dizinin ilk sahnesinden bunu net olarak hissediyorsunuz. Ben diziye Aybüke Pusat, Engin Öztürk ve Berk Cankat için şans verdim aslında. Ancak iki isim var ki beni ekran karşısına mıhladı desem yalan olmaz : Yiğit Özşener ve Sarp Akkaya. Bir de diziyi yardımcı yönetmen olduğu Kuzey ve Güney ile Halka dizisinden bu yana işlerini özellikle takip ettiğim Süleyman Mert Özdemir  yönetmesiyle artık çarem kalmadı, oturdum izledim ve abartılı gelmesin karşıma ENFES bir iş çıktı.Sıfırıncı Gün ekibi iyi bir ilk bölüm kotarmış ve bize seyir zevki çok yüksek, senaryosu, castı ve elbette muhteşem rejisiyle dört dörtlük bir dizi hazırlamışlar. Daha ilk sahnesiyle beni içine çekmeyi başaran dizi aslında uğradıkları bir ihanet sonucunda görünürde dağılan ancak kalpleri arasındaki köprüleri asla yıkmamış bir ekibin kaybettikleri arkadaşlarının hatırası ve polislik onuru için kendilerini bu hale getirenlerin peşine düştükleri gölge haramileri ile giriştikleri bir kedi fare oyununu anlatıyor.

Uğradıkları ihanet öncesi  işlerine aşık bir ekip vardı karşımızda. Ejder’in hain planlarından hatta varlığından bile Kadir dışında kimsenin haberi olmadan çalışan, acar bir asayiş ekibiydi onlar. Kadir, Özgür, Mert, Tuna, Gönül ve tabii ki Ferhat’la Meriç’le birlikte müthiş bir ekipti onlar. Sıfırıncı Gün ismini verdikleri bir operasyonla hayatları komple değişti. Büyük bir suça engel olmak isterken operasyonlarına verdikleri isim gibi sıfır noktasına hatta daha da geriye döndüler. Ne o eski günlerden ne de o neşe ve huzur dolu ekipten geriye eser kalmadı. Ferhat ve Meriç uğradıkları ihanet sonrası şehit düştü. Ve ekip belki de akıllarına bile gelmeyecek iki duygu ile kaldı karşıya kaldı : Öfke ve acı!

Ferhat ve Meriç’in cenazesi herkes için bir dönüm noktasıydı diye düşünüyorum. Herkesin kendisini sorguladığı, kurallarla yapılması gerekenler arasında ikilemde kaldıkları bir an yaşadılar. Sanırım orada en büyük acıyı Ferhat’ın ailesi ve Nisan yaşadı.  Çünkü onlar sadece arkadaşlarını değil ailelerini de kaybetti. Yine de sanırım Nisan en kötü durumda olandı aralarında. Onun hayatında aile diyebileceği iki insan var : Kadir ve abisi Meriç. Abisi şehit düştükten sonra yapayalnız hissetti kendini. Özgür ve ekip ona belli sözler verse de sanırım Nisan şimdilik başlarına gelenin de kurulan büyük oyunun da dışında kalacak gibi hissediyorum zira ne Kadir ne de Özgür onun incinmemesi adına onu bütün bu oyunlardan uzak tutmaya yemin etmiş gibiler.

Kadir amir bu çocukların babası gibi olunca tabii ki sorumluluk alarak görevinden azlini istedi ve emekliliğe ayrıldı. Daha doğrusu Nisan dahil bir çok insan bunu böyle sanıyordu ama ben şahsen daha bölümün başında bile pek ikna değildim. Daha ilk operasyonda bu ekibin birini kaybettik, hadi kendimizi bitirelim noktasından çok uzak bir profil çizdiğini katarakt olan biri bile dakikasında görür ancak neden Nisan’dan sakladıklarını daha doğrusu ekibin yarısından sakladıklarını anlamıyorsun. Daha doğrusu zamanla Kadir, Mert ve Özgür’ün neden bunu üç kişi arasında sır olarak sakladıklarını anladım. Kadir, Nisan’a şimdilik bir şey demese de başarılı oldukları takdirde her şeyi anlayacağını düşünerek bu işin dışında tuttu diye düşünüyorum. Zira onlar silah arkadaşları, kardeşleri için bu yola girseler de mesele asla şahsi değil. Ancak Nisan için şahsi, duyguları var be daha da fenası karşılarındaki düşman iki polisi konteynerda boğup öldürecek kadar gözü dönmüş bir cani, her şeyi geçtim sırf bu yüzden bile evlenmek üzere olan Tuna’yı, gözlerinden sakındıkları Nisan ve Gönül’ü bu işin dışında tutmak zorunda hissettiler diye düşünüyorum.

Yaşanan felaketin ardından Mert ve Özgür de amirleri gibi sorumluluk alarak onları satanların peşine düştüler. Üç kişilik kimsenin bilmediği tehlikeli bir plan yaptılar. Mert dünyanın bir ucuna, Özgür diğer ucuna gitti. Güya acılarından kaçmak için gittikleri yalanına herkesi ikna ettiler ve neyin peşinde olduklarını bir tek Kadir amir biliyordu. Bu gizli saklı işin iki sebebi var bence. Birincisi evet insanları korumak istediler ama bir de eğer bir aksilik çıkarsa bu işi devam ettirecek, güvendikleri insanlar da geride onları beklesin gibi bir amaçları da olduğunu düşünüyorum. Yine de bu işte en büyük kaybı yaşayan iki insan oldu : Özgür ve Mert!

Özgür, ekibin göründüğü kadarıyla sakin, sessiz ama sözüne güvenilen, lider olarak kabul edilebilecek üyesi diyebilirim. Özgür ile ilgili çok bir bilgimiz yok ama sanırım tek başına yaşayan, yalnız bir adam diye düşünüyorum. Zira küçük bir çantayla çekip gitti ve ardından gözü yaşlı bakan bir tek Nisan vardı. Meriç ve Ferhat’ın ölümünün ardından Nisan’la yaşayacağı mutlu bir gelecekten, polislikte ilerleyip belki büyük bir kariyerden vazgeçti. Bu da Özgür’ün söz konusu değer verdiği insanlar olduğunda birçok şeyden vazgeçeceği düşüncesini bende uyandırdı. Şimdi Nisan’a söylese de olurdu diyebiliriz ama ben Özgür gibi sevdiği kıza abisinin izni olmadan yaklaşan, onu korumaya çalışırken korkmasını, in incinmesini istemeyen birinin belki dönme ihtimali olmayan bir yoldan gelişini umutla beklemesini ya da kendini riske atacak bir şeyler yapmasını istemedi diye düşünüyorum.

Özgür ve Nisan anladığım kadarıyla uzun zamandır birbirlerini seven hatta bunu açılmalarına bile gerek olmadan bunu bilerek yaşayan iki aşık gibi geliyor bana. Meriç bilmediği için belki ilişkilerine bir isim koymadılar ama bence aralarındaki bağ hep arkadaşlıktan öteydi diye düşünüyorum. Ölmeden önce Meriç’in sözlerini de düşünecek olursak bu ilişkinin varlığı gayet ortadaydı ki o felaket yaşanmasa belki de evlilik yoluna bile girmiş olurlardı. Abisinin kaybının ardımdan Nisan Özgür’ ün de gitme kararıyla karşı karşıya kaldı ve içine bir acı, bir yalnızlık daha gömdü. Yine de bence Nisan’ın şu anda ekip ve Özgür’den başka kimsesi kalmadı. Ekiple de olan ilişkisi Özgür’le olan ilişkisinden biraz daha geriden geliyor diye düşünüyorum. Bu yüzden abisinin kaybından sonra, Kadir ve Özgür kaldı geriye ki günün sonunda sarıldığı, dayandığı bir tek Özgür kaldı.

Nisan için çok fazla bir şey diyemiyorum ama henüz duygularıyla yüzleşen biri olmadığını sanıyorum. Daha doğrusu acılarıyla yüzleşmedi bence. Abisini, sevdiği adamı kaybeden birine göre oldukça sakin tepkiler veriyor. Sanki mu durumu hep bekliyordu da olunca “Hoş geldin eski dostum yalnızlık” demiş gibi oldu bence. Nisan’ın şimdilik düzgün, sağlığı ilişki kurduğu Kadir vardı, onun da durumu muallak olduğu için sadece yapayalnız, içinde biriktirdiği duygularla hayatına devam ediyor gibi geldi bana ama daha net konuşmak için biraz daha zamana ihtiyacım var elbette.

Nisan, Özgür gibi tek tabanca yaşayan bir diğer kişi de Mert olarak karşımıza çıktı. Anladığım kadarıyla Mert’in bir ailesi yok. Onu Kadir büyütmüş, polis olmasını sağlamış diye  düşünüyorum. Yine de Özgür ve Nisan gibi bir burukluk yok üstünde, aksine fazla enerjik, eğlenceli bir insan görüntüsü çiziyor. Bu sebeple ben de onun ekipteki en yaralı insan olduğunu düşünüyorum. Mert Ferhat’ın şehit haberi verilirken, evin önünden Ferhat’ın çocuğuyla ayrılan ilk kişiydi. Sonra cenazede de ne ailenin, ne de Nisan’ın yakınında değildi. Bunun bilinçsiz yapıldığını düşünmüyorum. Mert’in belki de içindeki acılarla baş etme yöntemi bu olabilir. Kesin değil tabii ki ancak onun da Nisan gibi acı duygusuyla pek başarılı bir ilişkisi yok gibi duruyor. Bu da geçmişte özellikle Özgür’e anlattığı çocukluk kısmında da işin eğlencesine olduğunu düşünecek olursak şimdilik bu onun uyguladığı bir yöntem gibi geliyor bana ama herkesin bir bam teli vardır. Kadir onu sokaklardan kurtaran adamsa, o da onun babası gibidir. Olanları düşünecek olursak Mert’in bu eğlenceli, şen şakrak halinin ardından hepimizi derinden etkileyecek bir adam çıkacak gibi hissediyorum.

Ekipte biri siyah, diğeri beyaz iki karakterdi Mert ve Özgür. Biri ne kadar sakinse diğeri o kadar deli dolu, biri ne kadar patavatsızsa diğeri de o kadar ince ama bence bu kadar değil. İkisinin ev basması, muhbiri aldıkları sahneyi düşünecek olursak Özgür de en az Mert kadar deli biri sadece bunu gösterirken Mert kadar açık etmiyor o kadar. Kendini Özgür gibi belli etmeyen diğer bir kişi kimdi biliyor musunuz? Fatih Amir.

Fatih Amir ile ilk tanışınca “İşte dedim, aradığınız kötü adama ulaştınız!” ama öyle değil bence. Her kadar acımasız, dar görüşlü dursa da bence Fatih’te bundan fazlası var. Zira Kadir ile olan konuşmasında bir zamanlar onun da diğerleri gibi olduğu manasını çıkardım. Sonrasında eğer yanılmıyorsam çocuğuna bir şey oldu ve bu karşımıza çıkan kuralcı, risk almayan adama dönüşmüş. Yine de içinde bir yerlerde eski Fatih kalmış olacak ki ekibe yardım ederken oldukça sert, sınır tanımayan birine dönüştü. Yine de tamamen eskiye dönmesi zaman alacaktır.

Fatih, Mert ve Özgür’e şimdilik çatışma dolu bir ilk tanışma ve kaynaşma yaşasa da içimden bir his son zamanların en acar üçlüsü olacaklarını söylüyor. Özellikle de sıfırıncı gün operasyonun ardından eski kirli bir polis olduğu gerçeğini, adamın da acımasız kişiliği böyle ortadayken bu ekip bir arada kalmak zorunda yoksa Ejder’in son aldığı polis de Kadir olmayacak diye düşünüyorum.

Ejder ile son sahnede tanıştık ve daha ilk andan benim bir derdim var dedi. Ejder kötü olmak için kötü olan bir karakter değil gördüğüm kadarıyla, Kadir ile bir geçmişi olan, hatta onu babası gibi gören biri. Kadir için suça karışmış, Kadir mesleğine duyduğu aşkla bunu görmezden gelmeyip kendine bir düşman yaratmış. Önce Ferhat ile Meriç, şimdi de Kadir’in canını alan Ejder’i ekip bulacak mı ya da Ejder durmayı düşünüyor mu  bilmiyorum ama bu kedi fare oyunu yeni başladı diye düşünüyorum.

Şimdilik benden bu kadar. Bir kaç söylemek istediğim şey kaldı, onları da şurada hemen aktarayım istiyorum. Öncelikle tüm ekibi yürekten kutluyorum, çok iyi bir ilk bölüm kotarılmış. Hikayesi, çatışması araya atılan çengellerle merak uyandıran bir ilk bölümdü. İlk bölüm zaman zaman temposunu kaybetse de ben açıkçası keyifle izledim. Cast için de diyecek bir sözüm yok, gerçekten aksayan tek bir kişi bile yoktu. Herkes karakterlerini büyük bir özenle yaratarak ekrana taşıdı diye düşünüyorum ama bir iki kişiye parantez açmam gerekiyor. İlk olarak Engin Öztürk bence muazzam bir Özgür yaratmış. Sakin oyunculuğu, çok mimik kullanmadan, insanı yormadan her duyguyu ustalıkla geçirdi. Aybüke Pusat ile de iyi bir uyum yakaladılar diye düşünüyorum. Aybüke’yi Nisan ile çok fazla izleyemedik ama yine de başarılı bir karakter yaratmış. Nisan’ın kırgınlıklarını, acısını ekranın diğer yanından hissettim. Diğer yandan tabi ki ekranlarda uzun süredir görmediğimiz Berk Cankat’ı anmadan olmaz. Berk az gelir, öz gelir derim yıllardır ve bence yine öyle oldu. Mert ile o kadar enerjik, insanın yüzüne gülümseme yerleştiren bir karakter yaratmış ki daha ilk dakikadan ben Mert’i çok sevdim. Mert’in gizli yanlarını da görmek için sabırsızlanıyorum. Diğer oyunculara da fazla girmeye gerek yok, hepsi birbirinden başarılı isimler. Esra Ruşan’ı özellikle bir süredir görmediğim için ayrı özlediğimi söylemek zorundayım. Yiğit Özşener, Sarp Akkaya ve diğer üstatlar onları yorumlamak bana düşmez, muhteşemlerdi.

Son yıllarda ekranda görmediğimiz bir “bromance” görmeyince bir anda karşıma çıkınca bahsetmeden olmaz. Mert ve Özgür sahnelerini o kadar sevdim ki size anlatamam. Berk Cankat ve Engin Öztürk çok iyi duo olmuşlar. Bayıldım desem yalan olmaz. Uyumları, enerjileri harikaydı.

Yazımı burada son veriyorum. Bu yolculukta bize eşlik ederseniz çok seviniriz. Haftaya görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Ateş Hattında (Sipahi, 3.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT 

Geçtiğimiz hafta Sipahi’ye heyecan dolu bir sahne ile veda ettik. Habtor’un peşinde olduğu silahların ve planların peşine düşen Sipahileri beklenmedik bir sürpriz karşıladı : Canan Doğan bir anda operasyonun göbeğine düştü hem de doktor olarak. Korkut Ali ve arkadaşları için plan artık iki yönlü bir şeye dönüştü. Hem Habtor Bin Said’in planlarını öğrenecekler hem de Canan’ı girdiği cehennemden tek parça çıkaracaklar. Çünkü Sipahiler geride adam bırakmaz.

Canan bir anda kendini Suriye’de, aylardır hakkında istihbarat topladığı adamın yanı başında buldu. Açıkçası ben Canan’ın bu kadar dirayetli bir kadın olacağını ve de bu kadar korkusuz biri çıkacağını tahmin etmemiştim. Zira onun durumuna düşen herkes biraz da olsa korku emaresi gösterirdi ama Canan korkmak şöyle dursun içine girdiği vaziyetten kurtulmak için sürekli ataklar geliştirdi. Yakalansa derisini yüzerlerdi ama ekip arkadaşlarına durumunu haber vermek için Habtor’un karısının telefonunu kullanacak kadar da cesaretli çıktı. Canan’ın sıradan biri olmadığı geçen haftaki yazımda söylemiştim ama bu hafta durumu daha da ileri götürüyorum. Canan görev odaklı biri olsa da bu adamlara olan koyu nefreti görev aşkının yanında yaşanmışlıkları hatta kayıpları olduğu hissini uyandırdı bende. Habtor ile konuşurken çok net, çok keskindi. Bu sebeple ben de Habtor gibi baya şaşırdım ve hatta hayran oldum diyebilirim. Ancak yine de Habtor’un Canan’ın kılığına girdiği doktora olan ihtiyacı, çocuğunu alıp götürmemesi baya garibime gitti.

Habtor ve Canan sahneleri bu hafta dinamiği en güçlü, karşılıklı akıl oyunlarıyla bezeli güzel sahnelerdi. Ancak benim dikkatimi başka bir şey çekti. Canan olmasa Habtor’la ilgili böyle bir ihtimal aklımın ucuna bile gelmezdi. Şimdi sesli düşünelim mi? Habtor Bin Said gibi bağlantıları çok güçlü, dünyanın dört bir yanından silah ve muhimmat getirebilecek durumda olan biri neden kızının tedavisini Suriye’de yaptırmak için inat eder? Toplantılar için Avrupa ülkelerine giden, istediği an istediği yerde olan bir adam bunu neden yapmaz? Hadi Türkiye’ye giremiyor, anlıyorum ancak Canan’la yaptığı konuşmalardan başka çaresi olmadığı gün gibi ortada. Bu da bu teröristin sıradan biri olmadığı fikrini benim aklıma soktu şimdi ne yalan söyleyeyim?

Habtor Bin Said ile ilgili hala elimde çok veri yok ama ülkemiz ile ilgili korkunç planları olan bir terörist olduğunu anladık. Yok etmek, paramparça etmek istiyor. Bunun nedeni olmaz belki ama onu bu hale ne getirdi ben merak ediyorum açıkçası. Özellikle de kızını herkesten saklaması, Suriye’de tedavi ettirmek zorunda kalmasının sebebini düşündükçe aklıma bir tek şey geliyor. Habtor’un ailesinden kimsenin haberi yok. Yani onun bir ailesi, bir çocuğu var ama en yakın adamları dışında bence kimse bilmiyordu. Hatta ben bunu Yıldırım’ın bile bildiğinden şüpheliyim ancak Canan bu bilgiye ulaştı. Bir silah ticareti için yanına sızdıkları adamla ilgili büyük bir bilgiye eriştiler ve de bu bilgi, hastalık durumu işi çok başka boyutlara taşıdı. Sipahiler ve Habtor Bin Said arasındaki gizli mücadele artık gizli olmaktan çıktı ve sanırım bu oyun daha yeni başlıyor.

Sipahiler, Suriye’ys geldiklerinde Habtor ve yandaşlarının planlarını öğrenmeye odaklandılar. Özellikle de bu iş için savaş alanın göbeğinde Korkut Ali görev aldı. Yaptığı hamlelerle Habtor’un kendisine hayran bırakan Ali bu görevi başarıyla tamamlarken hem Habtor’un ailesini hem de büyük bir yıkımın peşinde olduklarını öğrendi. Bence bu büyük yıkım planın ta kendisi olmayabilir. Sanki daha da büyük bir amaç var ve bu amaç için silahlar sadece aracı olarak kullanılıyor. Yoksa planın kendisi olsa ne Ali ne de yanlış silah getiren adam hayatta kalmazdı diye düşünüyorum.

Korkut Ali gizli operasyona gönderildiğinde aklında sadece ona verilen görevi yapmak vardı ancak o hiç bir zaman bununla yetinmedi. İlk bölüm analizimde size liderlik vasıflarını taşıdığını söylemiştim. Bence Ali, olaylar karşısında planları esnetmesi ile de seçilmiş biri oldu diye düşünüyorum. Zira aslında ona sadece bilgi toplama üzerine bir görev verildi ancak o, hem bilgiyi getirdi, hem Canan’ı iki kez ölümden kurtardı hem de Yıldırım’ın ihtiyacı olan her şeyi ona altın tepside sundu. Bence Korkut Ali geleceğim Yıldırım Bozok’u, zaten onunla sürekli münakaşa etmesinin sebebi de bu. İkisi de aynı kandan olunca bir ipte iki cambaz oynamıyor.

Az önce ikisi aynı ipte oynamıyor dedim ya aslında durum o kadar basit değil. Bence Yıldırım da Ali’de kendisini görüyor. Görmese ona bu kadar güvenmezdi diye düşünüyorum. Görev boyunca ben Yıldırım’ın Ali’ye ne kadar güvendiğini de gördüm. Onun attığı hiç bir adımı kontrol etmedi, sorgulamadı ve söylediği her şeyi direkt kabul etti. Yani ona yeni yetme biri gibi davranmıyor. Aksi halde böyle bir operasyonun göbeğine onu tek başına yollamazdı. Ali ise kendisinden ötürü bunu hala fark etmiş değil. Hala Bozok’a yaşlı esprileri yapıyor ama en azılı teröristin bile adını duyunca korktuğunu görünce “Ah be Ali o kadar da değil sanki!” deyiverdim, ne yalan söyleyeyim.

Yıldım Bozok değişik bir adam, geçmişi sırlarla dolu ancak yavaş yavaş onu anlıyorum. Mesela onun hiç bir şeyi şahsi görmediğini düşünüyorum. Aslında önceleri karısının intikamı için böyle kin dolu olduğunu düşünüyordum ama bence Yıldırım bu kadar sığ biri değil. Bir kere vatan, bayrak onun için her şeyden önce geliyor. Zaten aksi olsa, elindeki imkanla o çiftliği basar, Habtor’un kafasına sıkıp dönerdi. Ancak o bekledi, araştırdı ve Habtor’un planının peşine düştü. Yıldırım Bozok sorgudayken de oldukça sakindi ancak o sorguda biz de çok şey öğrendik. Bozok basit bir istihbaratçı değil. Bence nam salmış, belki yüzlerce belki de daha fazla hayata kimsenin haberi olmadan dokunmuş biri ve Habtor’un da küçük bir şeyin peşinde olmadığını biliyor. Bu yüzden de hem planın ne olduğunu öğrenmek hem de bunu engellemek için kendini gözünü kırpmadan feda edeceğini görüyorum. Yine de kızına ne olduğu ve neden görüşmediği bende hala  muamma. Adını bile anmıyor. Konuşmalardan hala hayatta olduğunu öğrendim ama fazlasına ihtiyacım var.

Yıldırım her ne kadar büyük bir kahraman olsa da bu sefer tek başına değil. Arkasında koca bir ekip var. İnanmış bir grup insanla çok şey başaracaklarını düşünüyorum. Ayrıca bu hafta Yıldırım’ın Canan’ı geride bırakmamak için kendini Habtor’la göstermesini çok asil buldum. Aralarında gizliden götürülen bu kedi fare oyunu bir anda değişti. Canan tek başına kurtulacağını düşünürken kendisi için gelen bir sürü insan gördü karşısında. Özellikle içlerinden birinin kafayı taktığı güvenlik görevlisi olduğunu öğrendiğinde neler olacak merak ediyorum.

Sipahiler Canan’ı kurtardı ancak ona yüzlerini göstermek istemedi. İstihbarat teşkilatlarının gizlilik esaslarını biliyorum ama Canan Habtor’u kıskıvrak yakalamış biri, Korkut Ali ondan daha ne kadar saklanır işte onu zaman gösterecek. Şimdilik onu uyutarak kendilerini sakladılar ancak Canan Doğan onların bilmediği bilgiye bu kadar kolay ulaştı, acaba diğer bilgilere ulaşması ne kadar zamanını alır?

Canan’ı kurtarırken Habtor ve Yıldırım sonunda karşılaştılar. Yıldırım’ın yüzünde öfke, Habtor’unkinde ise korku vardı. Ben de olsam ailesini yok ettiğim birini gördüğümde hele ki beni öldürmeye ant içmiş birini gördüğümde korkardım ama o bakışmada bundan fazlası var. Zamanı geldiğinde göreceğiz ancak bu ikisinin geçmişi sandığımızdan daha karmaşık geliyor bana, bakak, görek artık.

Bu haftalık da benden bu kadar, haftaya görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

.

Beni Bırakma (Kızılcık Şerbeti, 9.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR

Bu hayatta sizi en çok destekleyen kişi kim diye sorsalar hiç düşünmeden ablam derim sanırım. Onun bu güne gelmem için yaptığı fedakarlıklar, kendi hayatından verdiği ödünler benim bugün kendi ayaklarımın üstünde durmamı sağladı. Eğer bugün mesleği olan kendi hayatını kurmak için adımlar atan, verdiği kararların sorumluluğunu alan biriysem bu onun destek ve özverisi sayesinde olmuştur. İşte belki de Kıvılcım’a bu kadar saygı duymamın sebebi de budur. O da tıpkı ablam gibi evlatları kendi kanatlarıyla uçabilsin , kimsenin ne gölgesine, ne himayesine muhtaç olsun diye tüm çırpınışı.

Bence Kıvılcım’ın hayat görüşü bu, “Herkes kendi ayakları üstünde durabilmeli” bir tek Doğa yahut Çimen değil, etrafına tanıdığı tanımadığı herkes için aynı şeyi düşünüyor. Çünkü o görmüş, yaşamış ve bundan ders çıkarmış bir kadın. Bu yüzden yardım etti Kübra hanım ve oğlu Muhammed’e, bu yüzden hiç tanımadığı bir kadına yardıma koştu, sonrasında kocasından boşanması için desteğini esirgemedi, geçinemeyen personel ve mahalle halkı için kermes düzenledi. Çünkü onun düşünce yapısı böyle.

Aslında Kıvılcım çok ince düşünceli bir kadın bunu Doğa’yla Fatih ve Kayhan hakkında konuşurken bir kez daha ortaya çıkardı.Kıvılcım Doğa’ya “ Bu konuda Fatih’i de düşünmemiz lazım” dedi. Fatih’le her ne kadar fikir ayrılığı yaşıyor olsa da, yaptıklarının çoğunu onaylamıyor ve Doğa konusunda gerekirse her seferinde karşı karşıya gelecek olsa da ortaklık meselesinde onun duygu ve düşüncelerin de önemseyerek hareket etmeye özen gösterdi. Evet belki Doğa ve Çimen üzerinde fazla baskı uyguluyor ki sebebini artık biliyoruz, yine de artık Nursema dahi herkes çok iyi biliyor ki Doğa ne yaparsa yapsın Kıvılcım her an onun yanında olmak için hazır ve bunu hiç bir şey ve hiç kimse değiştiremez. Fakat sanırım ona bu konuda en güzel desteği veren kişi Ömer. O Kıvılcım’ın kalbini, içindeki nahif kişiliği gören ve ona göre hareket eden çok güzel bir adam.

Kıvılcım ve Ömer sahnelerini izlerken içim kıpır kıpır oluyor, kendimi tebessüm ederken yakalıyorum çoğu zaman. O gergin anların içinde bana nefes aldıran bir baha gibi geliyorlar adeta ve bence bunda Ömer’in büyük payı var.  Ömer Ünal; anlayışlı, olgun ve empati yeteneği oldukça gelişmiş biri. Üstelik her şeyden önce adaletli bir adam bana göre. Abisinin günlü olsun diye onu pışpışlamıyor, ayıp olur demeden Kayhan’ın fikrini yanlış bulduğu için kabul etmedi ve ona göz dağı vermekten geri kalmadı. Üstelik Kayhan’ın işinin doğru olmadığını bildiği halde abisine danışmadan onu reddetmedi. Fatih üzülmesin diye doğruları söylemekten çekinmedi, haksız olduğu konularda onu uyardı. Hepsine gerektiği gibi davrandı, bir kişi hariç; Kıvılcım.

Kıvılcım artık onun yanında ağlayabilecek kadar çok güveniyor ona. Onun yanında gerçek Kıvılcım olmaktan korkmuyor, çekinmiyor. Bu kolay kolay yaptığı bir şey değil ki altının çizmek istiyorum o annesinin, kardeşinin evlatlarının yanında zaaf göstermeyecek kadar dikkat eden biri. Fakat Ömer’in yanında bambaşka biri oluveriyor. Ama Ömer onun hayatına bu kadar dahil olmuşken ondan hayatının en büyük gerçeğini saklıyor; o hala evli bir adam ve bu yaptığı Kıvılcım’a çok büyük haksızlık bana göre. Evet belki bile isteye yapmıyor, belki bu evliliği kabul etmiyor, onun için bu evlilik sadece kağıt üstünde kalmış bir şey ama toplum önünde Ömer hala evli biri. Dahası Kıvılcım gibi çevresinde söylenenlere çok dikkat eden ve önemseyen biri için bu çok çok ağır bir durumken Ömer Kıvılcım’ın ona bu kadar güvenmesine izin verdi. Ama asıl kötü olan ne biliyor musun? Kıvılcım bu durumu öğrendiği zaman güveni ne kadar büyükse yaşayacağı hayal kırıklığı da o oranda büyük ve Ömer’e öreceği duvar da bir o kadar kalın olacaktır. Ömer bu durumu nasıl açıklar, kendini nasıl anlatır Kıvılcım’a bilmiyorum ama bunu bir an önce yapsa hiç de fana olmayacak. Zira Kıvılcım bu meseleyi Ömer dışından birinden öğrenecek olursa olacakları düşünmek bile istemiyorum. En azından Ömer’den duyarsa onun kendini açıklaması için bir fırsatı olur. Aslında Ömer ve Kıvılcım’ın ilişkisi Fatih ve Doğa gibi değil bu yüzden belki de korktuğum kadar çetin olmaz ne dersiniz?

 

Doğa ve Fatih neredeyse üç aydır evli ama evliliklerinde daha kavga etmedikleri, birbirlerine bağırmadıkları, birbirlerinin kalplerini kırmadıkları tek bir gün yok. Evet bu evlilik zor olacaktı ama ne yazık ki Fatih bilinçli yahut bilinçsiz Doğa için çekilmez bir hale getiriyor. Fatih köşeye sıkıştıkça Doğa’ya saldırıyor ve bu durum giderek daha da şiddetlenmeye başladı. Fotoğraf paylaşma meselesine bile ikisi çok farklı açıdan bakıyor. Doğa gururu kırıldığı için evden ayrılma kararı almışken Fatih saçma sapan şeyler diye nitelendiriyor. Fatih’in hiç bir kadın için ağıza alınmaması gereken sözcükleri Doğa’ya; sıradan bir insanı geçtim hayat arkadaşım dediği karısına karşı kullandı ve bunu bu şekilde nitelendirdi. Bu Hafta Doğa ve Fatih arasındaki bambaşka bir ayrımcılığı daha görmek beni hiç şaşırtmadı doğrusu. Düşünüyorum da eğer yemek yedikleri sırada içeriye iki yakışıklı erkek girseydi ve o çocuğun karısı Doğa’ya bir gün ikimiz tek gelelim buraya deyip o erkekleri işaret etseydi Fatih yine öyle gevrek gevrek sırıtacak yahut şaka yapıyor diye alttan alacak mıydı? Bu sorunun cevabını öğrenmek için bu durumun yaşanmasına gerek bile yok zira Fatih Doğa’nın grup çalışmasında erkek olmasını bile kaldıramayacak ve bu yüzden hesap soracak kafada. Böyle bir durumda orayı birbirine katar sanki Doğa söylemiş gibi ona o evi zindan ederdi, net. Ama bence Doğa da bunu artık gayet iyi biliyor, öyle ki gurupta erkek arkadaşları olduğunu dahi ona söylemedi.

Doğa grupta erkeklerin olacağını öğrendiği an telaşa kapıldı ve endişelenmeye başladı, bu yüzden okul olayında olduğu gibi yine söylememeyi tercih etti. Aslında düşünüyorum da Fatih’in bu davranışlarının sebebi ailesi ya da yetiştirilme tarzı değil onun kendi zihniyeti bana kalırsa. Çünkü Ömer de o ailede üstelik Abdullah beyin dediğine göre daha sert bir babayla yetiştirilmiş, fakat gayet düşünceli biri. Mustafa onun gibi egoist biri değil üstelik ona yapılanların farkında olmasına rağmen Nilay gibi birinin dolduruşuna gelmiyor. Ama Fatih iki cümleyle şirket basacak duruma geldi . Buradan anlamış oldum ki bu fevri tavırları bir tek Doğa’ya özgü değil herkese karşı böyle. Ömer çok doğru söyledi, Fatih sırf kendini Kayhan’a “Ben de o şirkette söz sahibiyim, benim de yetkilerin var demek için girdi bu işe. Üstelik sözde yalana tahammülü olmayan, sırf okula gittiğini söylemediği için kolundan sürükleyerek çıkardığı karısına yapmadığını bırakmayan dürüstlük abidesi Fatih bey kendi çıkarı söz konusu olunca hemen yalan söyleyebiliyor. Ömer’e o gece Kayhan para ödedi derken yalan söyledi, Doğa’ya yaptıklarını anlatmayıp doğrudan Kıvılcım’ı suçladı ama sorsan yalana tahammülü yok. Üstelik o istediği konuda istediği gibi davranırken Doğa aynı şeyler için eşitlik istediğinde mutlaka tartışma çıkıyor.

Doğa’nın Fatih’in doğum gününü kutlamak için verdiği mücadeleyi izleyince tek bir sonuç çıkardım. Doğa bu evlilikte o eve de içindekilere ve hatta Fatih’e rağmen ideallerini, hayallerini ve isteklerini bir şekilde gerçekleştirecek ben onda o çözümcü yani gördüm. Ünal ailesiyle ilgili sorunları var amenna ama Doğa’nın Fatih konusunda endişeleri ve güvensizlikleri de var gördüğün kadarıyla. Fakat maalesef ki bu durumun oluşmasının tek sebebi de Fatih ve onun yaptıkları. Mesela ilk başta annesine Fatih’i anlatırken “o beni hiç ezdirir mi, o çok anlayışlı, o bana çok aşık” gibi cümleler kurardı. Şimdiyse söylediği tek şey “O aslında çok iyi biri onu yanlış tanımanı istemem” demek oluyor. Annesine sürekli Fatih’in iyi biri olduğunu kanıtlamaya çalışıyor ama aslında size bir şey söyleyeyim mi o buna kendini inandırmaya ve böyle olduğunu kabul etmeye çalışıyor farkında olmadan. Çünkü o da yaşayarak çok iyi öğrendi ki ; Fatih onu ailesine karşı ezer de ezdirir de. Dahası evlenmeden önce Fatih’i bir kadınının evine girerken görseydi “Bunun mutlaka bir mantıklı açılması vardır” deyip ona sorar ona göre hareket ederdi. Fakat şimdi hiç düşünmeden onu aldattığına kanaat getirdi. Şimdi nasıl bir yol izleyeceğini az çok tahmin ediyorum aslında ama yine de izleyip görelim.

Farkında mısınız Doğa annesinin kapılarının her zaman ona açık olduğunun, her zaman arkasında annesi gibi onu koruyacak biri olduğunu bilmenin rahatlığıyla yaşıyor. Bu bir kadın için hele de Nursema gibi kadınları düşününce ne kadar muhteşem bir şey öyle değil mi? Ama Nursema gibi sadece cinsiyeti farklı olduğu için evlendirilmek istenen biri için bunun tersinin oluğunu bilmek bir o kadar acı ve ağır bir şey. Düşünsenize Pembe sırf oğulları yanında kalsın diye analık hakkını,hastalıklarını öne sürüp ayılıp bayılırken Nursema’ya bir yük gibi davranıyor. Üstelik onun evlenme konusunda fikrini bildiği halde kocasını da arkasına alıp kıza danışmadan görücü çağırıyor. Her gün o evde çok sevgili oğullarıyla yaşamak için bin bir türlü gerginlik yaşarken kızının bir sergiye üç tane çizim vermesini evden gönderme sebebi olarak kullandı, inanılır gibi değil. Sanki üvey evlatmış gibi babasına şikâyet edip duruyor.

Pembe erkek çocuklarını “Paşam” diye seven, onlarla kıymetli olduğunu düşünen ve ben eminim ki onları doğurduğu için kendiyle gurur duyan bir kadın. Ona göre erkek her şeyi yapar eder ama sıra kız evladına yani Nursema’ya gelince; aman o evden çıkmasın, aman kimseyle görünmesin, yemek yapsın, çamaşır yıkasın, çeyizle uğraşsın. Fakat asla bir birey olup kendi ayakları üstünde olmasın düşüncesinde. Kendi kararları, kendi doğruları, kendi amaçları olmasın derdinde. sadece bir Sergi fikri bile kızını aşağılamaya yetti de arttı bile. Üstelik Pembe Nursema’yı bir tek aşağılamıyor aynı zamanda ona kendini önemsiz ve değersiz de hissettiriyor.

Düşünsenize Umut’un onun için bir şeyler yapmasını bile ona acımasına, yalnızlığına bağladı. Bu kadar önemsiz görüyor kendini, “Biri onu sevemez ya da önemseyemez sadece acır” kafasında bu ne da kadar ağır bir durum. Zira kimse onu Nursema sadece Nursema olduğu için değerli hissettirmemiş bu zamana kadar. Bu yüzden Umut’un yaptıklarını sevildiği yahut değerli olduğu için yapıldığı aklına bile gelmedi. Annesi Fatih ve Mustafa’ya yaptığının aksine ona destek olacağına ona hükmetmek ve günü geldiğinde tıpkı onun gibi olması için baskı uyguluyor. Pembe sürekli ama sürekli Nursema’ya kendini yetersiz hissettirip önüne engel koyuyor ve bunu bile isteye yaptığı halde hiçbir şey yapmamış gibi davranıyor. “Okuyacağım dedi okuttuk her istediğini yaptık” sözleri bunun açık bir göstergesi zaten, ben bu kurduğu cümleden sonra eminim ki pembe, Nursema mezun olup geri döndükten sonra çalışmaması için de böyle davranmıştır. Pembe hep diyor ya “Doğa bu eve geldikten sonra Nursema’ya bir haller oldu” diye evet Nursema hem Umut hem de Doğa sayesinde uyanıyor. Umarım o evdeki herkese rağmen kendi hayallerini gerçekleştirmeyi başarır.

Son sahneye diyecek bir şey bulamıyorum, umuyorum ki göz yanılması ya da bariz bir sebebi vardır. Hiç bir şey göründüğü gibi değildir. Fatih’i gözümde zaten pek bir değeri kalmadı, bununla artık kendisini magmaya atar, keyfime bakarım. Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

 

 

Farketmeden Senin Olmuşum (Gelsin Hayat Bildiği Gibi, 23.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT 

Aşk tanımlanan, nedenleri olan bir duygu değildir bana göre. Sevginin, aşkın sebebi olmaz diye düşünenlerdenim. Biri size onu neden seviyorsun diye sorduğunda kafanızda bir sürü sebep belirmeye başlarsa oradaki sevgi değil de daha çok hayranlıktır. Tam tersi olursa, yani bu soru sorulduğunda “Seviyorum işte ama nedenini bilemiyorum” dediğinizde işte o gerçek sevgidir diye düşünüyorum. Planlayarak aşık olmaz insan bir anda düşersin, işin kötüsü o insanı kaybetme riski ortaya çıkana kadar fark etmemiş bile olursun. Sadi ve Songül birbirlerini neden sıralamadan, beklentisiz ve saf bir şekilde sevdi. Tüm hayatını yalnız geçiren iki insan için mucize değil de nedir bu? Plansız, beklentisiz buldular birbirlerini ve artık biri diğeri olmadan nefes almayı bile tahayyül edemeyecek hale geldi. Böylesine bir aşka insan birden düşer, tıpkı Payaslılar gibi…

Sadi ve Songül her şey bitti dedikleri anda yeniden birbirlerine kavuştular. Bu aşkın mucizesi, hayatın hediyesiydi onlara. Yalnızlığı kendine kimlik edinen bir kadın ve kendini asla sevilmeye layık görmeyen bir adamın aşkla iyileşen ruhlarının hikayesi bu, öyle özel, öyle anlamlı geldi hayat onlara… Vardır bir bildiği diyelim mi o zaman?

Sevilmeye layık görmeyen bir adam demiştik, oradan devam etmek istiyorum. Sadi Payaslı ya da Emin Güngören, hiç fark etmez… Onunla ilgili denecek ilk şey kendini asla sevmeyen bir adamdı. Sadi kendini hiç sevmedi ki bugüne kadar ne bir aile kurma isteği ne de baba olma arzusu vardı. Sadi karanlık bir çöplüğün ortasında, artık sadece fiziksel olarak varlığını sürdüren biriydi. Aşkla iyileşti tabiri bana da çok klişe gelir ama Sadi böyle iyileşti. Önce kendini sevmeyi öğrendi. Songül onun ruhunu severken, Sadi’ye de o ruhu gülüşüyle gösterdi. Songül, Sadi’nin ruhunu gördükçe güldü, o güldükçe Sadi kendini sevmeyi öğrendi. Şimdi tamamen kendi ruhuyla barıştı diyemem ama artık umudu var diyebilirim. Sadi yeni hayatına başladığında tek arzusu insanlara yardım ederek, geçmişin günahlarını temizlemek olacaktı. Sonra da ölüp gidecekti. Güzel bir hayata, aile kurmaya dair bir planı da yoktu ki Yaver ile vedalaşırken ona aile kurmasını öğütledi. Bu sebeple şimdi karşımdaki umut dolu adama baktıkça içimden “Ah aşk, sen nelere kadirsin?” diyorum. Songül, Sadi’nin içindeki o ölü adamı yavaş yavaş sevgisiyle, gülüşüyle tedavi ederken bunun farkına bile varmadı. Sadi’yi yüreğinden yakaladı, usul usul yaralarını sardı ve şimdi karşımızda duran, aile olmak isteyen, sevdiği kadına sürprizler hazırlayan o adama dönüştü.

Peki bu hikayede iyileşen bir tek Sadi mi? Elbette hayır. Nasıl ki Songül farkına bile varmadan Sadi’nin kendini sevilmeye layık görmeyen ruhunu yavaş yavaş tedavi etti. Sadi de Songğl’ün içindeki kırıklığı, kimsesizliği aldı. Songül, hayatını yapayalnız, tek başına geçiren, gülmeyi unutmuş bir kadındı. Songül yeniden mutlu olmayı, kahkaha atmayı Sadi ile hatırladı. Sadi ona kimsesizlğini unutturdu. Hatta öyle güzel yaptı ki bunu Songül canı yansa da ondan ayrılmadı. Sadi her ne kadar Songül’ün kimsesizliğini ondan alsa da, belki onu kaybetme belki de üzülmesi korkusuyla söylediği bir yalan Songül’ü perişan etti. Ruhunda, kalbinde derin yaralar açtı. Hayatında güvendiği, yalan söylemeyeceğine inandığı kocasının ömründeki en büyük yalanı söylemesini Songül unutmuş gibi gözükse de bence hala pek unutmuş sayılmaz. Aksine hala onun artçıllarını yaşıyor. Sadi’ye tamamen açamıyor kendini. Kocası ama geceleri başını onun omzuna koyarak uyuyamıyor, aralarındaki mesafeyi kaldıramıyor. Kırıldı ve güven yeniden kazanması en zor şeydir. Ancak Songül’ün olayı burada güven değil. Bugün sorsam, en çok kime güveniyorsun diye yine Sadi’ye diyecektir. O zaman derdi ne? Çok açık değil mi? Hem kocasıyla hiç yaşamadığı sevgili olma dönemini yaşamak, bu sevgiyi sindire sindire sindire ilerletmek istiyor hem de Sadi bir zamanlar elleri kanayarak topladığı can kırıklarını tedavi ederek toplasın istiyor. Ben bir kadın olarak Songül’ün bu halini çok nahif buluyorum.

Hatırlar mısınız? Songül, bir keresinde kendi kendine söylenirken “Sonra çok güzel gülüyorsun karıcım, artık laflarla değil hareketlerle gösterilecek, yeter” demişti. Sadi bugüne kadar sevgisini hep güzel sözlerle değil aslında kendisinden yaptığı fedakarlıklarla bize gösterdi ama Songül hiç hissedemiyordu ama artık o sevgiyi görüyor, hissediyor. Sadi sevgisini imgelerle değil doğrudan ona söylüyor, sürprizler hazırlayıp, onunla ilgili hayallerini içini şahıslar üzerinden değil doğrudan Songül’ün kendisine söylüyor. Zaten Songül’ün başından beri ondan istediği de tam olarak buydu. Kadınlar neden çiçeklere benzetilir biliyor musunuz? Çiçekler su verildikçe, kadınlar da sevildikçe açarlar. Kadının suyu sevgidir. Sadi Songül’ü sevdikçe, Songül çiçek açtı, herkesin içinde seni seviyorum demeye, kimseye bakmadan sevdiği insanın boynuna sarılır oldu. Zaten tek istediği buydu ki, sevilsin bunu hissetsin sonra da sevdiği insanla cenneti yaşamak istedi. Bunu da şu anda yaşıyor, hissediyor, gülüyor…

Sadi ve Songül’ün yaşadığı deprem ikisini de felakete sürüklemek üzereydi. Songül, sevdiği adam tarafından aldatıldığını, Sadi de zaten sevilmeyi hak etmeyen ruhunun gerçekten sevilmediğini düşünüyordu. Biz Songül’ün kırıklarını, acılarını gördük, yaşadık. Ancak Sadi de durum böyle olmadı. Tam aksine, Sadi önce Songül’ün yaralarını iyileştirmeye, onu geri kazanmaya odaklanınca onun yaralarını kendisi dahil kimse görmedi. Songül onun ellerini yeniden tutunca Sadi’nin içinde sakladığı yarası ortaya çıktı. Songül ile eskiyi konuşurken ayrıldıklarında Songül’ün beni içinden sök at demesini de Sadi unutmamış. Yemekte yüzlerine vurmasını ya da sonraki hareketlerini değil sadece o cümlesi yaralamış Sadi’nin kalbini. Bunun üzerine düşündüm biraz ben ve bulduğum sonuç kalbimi kırdı. Sadi, Songül’den gelen her şeye razı. Öfkesine, sinirine, sözlerine ama bir tek şeyi görmeye, duymaya katlanamıyor. O da Songül’ün onu sevmeme ihtimali olarak çıkıyor karşıma. Bir tek o gün Songül onu sevmediğini söylemişti. Songül nasıl ki tüm kırıklarını Sadi’ye gösterdi, Sadi de o bir kırgınlığı karısına söyleyiverdi. Burada Songül eğer “Aldatıldığımı düşünüyordum, öyle söyledim!” dese bile kabulüm olurdu ama o çok başka bir yerden baktı olaya. Sadi’nin kırıklığını, acısını gördü ve göz ardı etmedi. Burada tamamen haklı olan kendisi olmasına, öyle düşünmesi için binlerce sebebi olmasına rağmen Songül o anlarda öfkesinden böyle söylediğini söyleyerek Sadi’nin yaralarını sardı. Sadi aslında hep Songül’ün öfkesinden böyle söylediğini biliyordu ama yine de duymak istedi. Songül en öfkeli anlarında bile kocasını çok seviyordu ki burada gurur yapabilirdi ancak hiç bu yollara sapmadan doğrudan “Seni seviyorum” deyiverdi.

Sadi için cennet ne deseler herhalde, karısının defalarca kez ona sevdiğini söylediği, gösterdiği anları tarif ederdi diye düşünüyorum. Sadi, Songül’e hayatının sürprizini hazırladı. En sevdiği gruptan tutun da, boğazı Songül için hazırlamaya kadar ince ince düşündü. Bugüne kadar ona hep “Boğaz sana hazırlansın” deyip bunu gerçekleştirdi. Ancak asıl sürpriz ona ona yapıldı diye düşünüyorum. Songül sahneye çıktı, kocasının gözlerine bakarak şarkı söyledi ve defalarca kez aşkını ilan etmiş oldu. Belki Sadi aylardır hayalini kurdukları yere karısını getirdi ama Songül de aynısını içinden gelerek, plansızca yapmış oldu. Zira Sadi’nin beklediği tek şey buydu : Sevildiğini bilmek, hissetmek, duymak…

Sadi ve Songül ilişkilerindeki en büyük sınavlardan birini kanaya kanaya verdiler. Kimse onlara yardım etmeden, birlikte çıktılar o hengameden. O kadar zor oldu ki bu, şimdi her şeyin, her anın kıymetini biliyorlar. Yalnız bu durum bir şeyin daha habercisi, öyle büyük bir kırılmadan sonra aşklarını kurtardılar ki, artık onların ayrılması, sarsılması çok zor. Bu sebeple o evde barbunya artık sadece bir zeytinyağlı olarak yenecek gibi hissediyorum. Bir de unutmamak gerekir ki Sadi ve Songül sadece karı, koca değiller aynı zamanda iş ortağı da sayılırlar.

Sadi ve Songül yaralarını sardılar ama dışarıda hala onları özellikle de Songül’ün bekleyen büyük bir tehlike var. Yılan ekibiyle birlikte Serdar’ı kıskıvrak yakaladılar. Songül ailesinin katiline bir adım daha yaklaştı. Şimdi ne yapacağını pek bilmese de Serdar kolay lokma değil ve yılan ekibinin mücadelesi de daha yeni başlıyor. Songül için zor günlerin kapıda olduğunu hissediyorum. Bir yanda Sadi diğer yanda görevi, Serdar, Servet var. Devam etmek istediği hayatı varken bildiği ve bilmediği dolu düşmanı birikiyor. Üstüne üstlük bir de kocasının sürprizini anlatırken ona garip ve küçümseyen bir bakışla bakan Taylan meselesine hiç girmek bile istemiyorum.

Songül için Serdar ile yüzleşmek sandığından da ağır geçti. Zaten bu da çok garip değil zira Songül hayatını adadığı dosyanın faillerinden biriyle karşı karşıya geldi. Bana iki can borcun var dedi ya, eksikti biliyor musunuz? Bu adamların Songül’e iki can ve yalnız geçen bir ömür borcu var. Gülüşü solan, hayatı kararan bir çocuğun ahının bedeli üç beş yıl, müebbet hapis olamaz. Songül için bu olay çok ağır ve Taylan onun yanında olsa da görev dışında anlaşabilecekler mi göreceğiz? Taylan aşırı görev aşkıyla yanan biri ve Songül’ün özeliyle ilgili anlattığı ufacık mesele bile onun ” Şimdi konu bu mu?” bakışları atmasına sebep oluyor. Taylan tam olarak neyden rahatsız oldu bilmiyorum ama Songül hayatını,işini sadece görev bilinciyle değil insanlara yardım etme aşkıyla da yapıyor. Bunun en bariz örneğini de Mert meselesiyle verebiliriz.

Mert, hayatının en zor dönemini yaşıyor. Üzerine atılan alevleri bir kısım insan söndürmek için ellerini ateşe sokarken bir kişi tüm bu ateşi daha da harlamak için elinden geleni ardına koymadı. O kişi de Gizem’den başkası değil. Gözüyle görmediği, sadece travması yüzünden hissettiği bir sezi yüzünden Mert’i gözünü kırpmadan alevlerin içine attı, hayatıyla oynadı. Orada Mert’e o kadar üzüldüm ki anlatamam. En başından beri zaten bu içeriden çıkma meselesi en fazla Mert’in önüne fatura olarak konurken şimdi de yeniden yine aynı insan yüzünden başlangıç noktasına geri döndü. Şimdilik ayakta ve güçlü durmaya çalışıyor ancak ben Mert’in kimsesizliğine, anne babasızlığına, herkes için ayakta kalmaya çalışma çabasına çok üzüldüm. Derya’nın artık konuşması gerektiğini düşünüyorum. Evet bir yandan Sadi diğer yandan Songül her şeyi bırakıp onun için mücadele etseler de Mert hocası ve Songül ablasının yardım ettiğini sanıyor. Babasının olduğunu, onun yanında olduğunu bilmiyor.

Mert ve Sadi ilişkisi bugüne kadar hep baba, oğul ilişkisi gibi ilerledi. Mert ilk günden beri Sadi’yi benimsedi, Sadi de aynı şekilde davrandı. Mahkeme sonrası Sadi’ye sarıldığında ayakları titrerken, ondan dayanak alırken ihtiyacı olan şey tam olarak gözlerimin önündeydi diye düşünüyorum. Mert babasızlığı çok derin hissediyor ve bu yüzden Sadi’ye ondaki en derin boşluğu doldurduğu için bu kadar bağlı. Derya için tehlike çanları çalmaya başladı diye düşünüyorum zira Sadi bir şeyleri fark etmeye başladı diye hissediyorum. Bunu tam olarak ne zaman öğrenir bilmesem de Sadi’nin küçük ailesinde Mert’e de yer açacağından hiç şüphem yok.

Sadi aslında babalığı bilmiyor değil, Yaver ile bunu yaşamış diye düşünüyorum. Ben açıkçası aralarında biat kültürüne bağlı bir ilişki var sanıyordum ama bundan çok daha ötesi olduğunu gördüm. Yaver, Sadi’nin oğlu gibi bence. Sarhoş olunca onu yatırma şekli, eve kadar taşıması, yanında olması, karısına erkek sinek yaklaşsa deliren Sadi’nin Yaver sarılırken gülerek izlemesi falan hep bundan bence. Yaver’in oğlu gibi büyütmüş ve doğal olarak aşkıyla kurduğu yuvanın yaramaz çocuğu olarak Payaslı Ailesinin bir ferdi oldu.

Yaver, Sadi’nin sağ kolu, sol yanı ve bence en güvendiği iki insandan bir tanesi. Aralarında sır yok ve bence hiç olmamış da. Şimdi Serdar çekip onu vursa da Yaver’de çelik yelek, ambulansın içinde de Songül’ün olduğuna ben adım kadar eminim ama sizi bilmem.

Sadi Payaslı sevdiğine kavuştu, Yaver’i yanında, belki de ileride Busenaz’ını kucağına alacak… Bununla ilgili rüyalar görüyor, büyük bir aile, köklerini salmak istediği bir dünya hayali kuruyor. Buna nasıl vardın derseniz hemen açıklayayım. Sadi rüyasında hayatının kontrolünü tamamen Songül’ün ellerine bırakan bir adam görüntüsü verdi. Misal Songül’ün karşısında güçlü, ilişkilerini yönlendiren ve bunu yaparken de gayet mutlu olduğunu gördüm. Ayrıca Payaslı gecesi derken büyük bir aile hayali kuruyor diye düşünüyorum. Sadi’nin rüyası arzuları ve hayallerini barındırıyordu bence. Nasıl ki Songül’ün gözünde Sadi yıkılmaz bir adam ki bunu görmek için onu uyurken görmeme gerek bile yok, açıkça gösteriyor. Sadi için de büyük bir aile planı olsa da her şeyini Songül ile kurmak istiyor diye düşünüyorum. Sadi’nin rüyası onun aslında hayallerini görmemizi sağladı. Diğer yandan da gerçekte rüyalarının bir kısmına da kavuştu. Tamamen kavuşması da an meselesi… Şimdi onun cenneti gerçek oldu. Peki bu cennet bir kişiyi daha içine alabilir mi? Bakak, görek onu da…

Yazımı burada sonlandırıyorum, haftaya görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

İz Peşinde (Sipahi,2.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT 

Geçtiğimiz hafta Sipahi’ye oldukça vurucu bir sahneyle veda ettik. Canan ve Korkut Ali’nin yolları vurucu bir şekilde kesişirken Habtor Bin Said ise planlarını bir sonraki aşamaya geçirmişti bile. Hem polis hem de Sipahiler sonu belli olmayan bir yola çıktılar. Düşmanları global bir yıkım planı üzerinde çalışırken özellikle de Korkut Ali ve arkadaşları bu ipin ucunu yakalamak zorunda ancak Ali’nin peşine düşen güzel komiser Canan ve onun Habtor planları Sipahilerin işini pek kolaylaştırmayacak, benden söylemesi.

Korkut Ali görev bilinciyle yaşayan, hatta hayatı görev olmuş bir adam . Bu sebeple attığı her adımı hesaplayarak yaşıyor. Çok dikkatli olması, hızlı hareket etmesi ve tabii ki ne olursa olsun kimliğinin açığa çıkmaması lazım. Şimdi buraya kadar her şey tamam ama neden stadda kendini açığa çıkarmadı? En azından Canan’a devlet görevlisi olduğunu söylese belki daha fazla insanın hayatını kurtarabilirdi ancak çok daha fazlasının hayatına mal olacağını bildiği için Canan karşısında sustu. Ali ve arkadaşları çok büyük bir örgüt planının ve teröristin peşinde ve kimlikleri deşifre olduğu anda hem Sipahi oluşumu hem de Habtor’u ellerinden kaçırma ihtimalleri var . Bu sebeple Ali geriye çekildi çünkü bu adamların neler yapabileceğini çok iyi ve yakından biliyor. Bu yüzden kişisel düşünemez, hata yapamaz ve duygusal davranamaz.

Size Korkut Ali Türkoğlu ile ilgili en önemli analizimi söyleyeyim mi? Duygularını kontrol etmede tam bir profesyonel. Korkusunu, heyecanını asla belli etmiyor. Canan’la karşı karşıya geldiği o anda arkadaki teröristi öldürmekte zerre tereddüt etmezken, Canan karşısında da asla tereddüt etmedi. Özellikle de sorgu sahnesinde Canan ne kadar üstüne gıderse gitsin, kendisini saklamayı başardı. Özel bir ajan olarak bu hususta yetenekli olmasını anlıyorum ancak Ali bunu gözbebeklerine kadar yansıtarak yapıyor. Orada bir donukluk, hissizlik var ve bence bunun sebebi Ali’nin hem fiziksel hem de duygusal yaraları diye düşünüyorum.

Ali’nin gözlerindeki duygu kıpırtısını gördüğüm iki ayrı zaman var : Biri annesinin yanında, diğeri de geceleri tek başına kaldığında fark edilir oluyor. Özellikle geceleri gözlerindeki acı, kabuk bağlayan yaraların kanamaya başladığı o anlarda belli oluyor. Korkut Ali hala ağır yaralandığı, ölümden döndüğü o günü atlatamamış. Geçen hafta Ali’nin iş egosunun meslek aşkından ileri geldiğini söylemiştim. Aslında meslek de diyemem daha çok vatan aşkı demek daha doğru olur diye düşünüyorum. Ali’deki bağlılık, görev bilinci ve arkadaşlarına bağlılık o kadar ileri derecede ki arkasından kurşunlar sıkılsa da yaralı arkadaşlarını hastaneye yetiştirip, kendi hayatını, acısını görmezden gelecek kadar kendini adamış biri. Bu yüzden attığı her adımı görevi, hedefleri ve ülkesine olan sevgisiyle atıyor. Bu şekilde kendini işine adayan biriyle daha tanıştık bu hafta : Canan Doğan!

Canan Doğan, sert, cesur, şüpheci ve kendini işine adamış bir polis olarak çıktı karşımıza. Onu ilk olarak Berlin’de kız kardeşinin yanında görmüştük, şimdi de terörle mücadele komiseri olduğunu ve hatta işinde de gayet iyi olduğunu öğrendim. Habtorla ilgili daha ekibin bile ulaşamadığı bilgilere ulaşacak, orada kendine muhbir bulacak kadar da başarılı bir polis olduğunu düşünüyorum. Canan’la ilgili tek görüşüm elbette görevdeki başarısı değil aynı zamanda çok sert bir kadın. Hep bir gerginlik var üstünde ve aynı zamanda da oldukça şüpheci biri. Bir insanın bir günde bu hale gelmeyeceğini düşünüyorum ben bu yüzden Canan geçmişte ne yaşadıysa bugün hala etkisinde diye düşünüyorum. Özellikle de nedense bu etkilenmenim babasıyla alakası olduğunu düşünmeye başladım. İki haftadır Canan’la ilgili dikkatimi çeken en önemli husus bu, babasıyla asla iletişim kurmuyor. Ne olursa olsun bunu yapmaması kafamda bir soru işaretine sebep oldu ancak bir kanıya varmak için çok erken. Canan’ın şüpheci olduğunu söylemiştim ve onun bu durumu Korkut Ali’yle de karşı karşıya gelmesine sebep oldu.

Canan hayatını kurtaran güvenlik görevlisi bir gencin hayatını kurtarmasına minnet duyamadı ve onun peşine düşmeye karar verdi. Önce Berlin’de bir silahlı çatışma öncesi sonra da yine bir bombalı saldırıda karşılaştığı Ali’den sonuna kadar şüphe duyuyor. Bu sebeple sorgudan sonra peşine adam taktı. Bu da Canan’ın önüne konanla yetinmeyecek biri olduğunu gösteriyor. Ali onunla kedi fare oyunu oynarken Habtor’la ilgili çok önemli bilgilere de ulaştı. Buradan da Canan’ın sıradan bir polis olmadığını, çok daha özel biri olduğu sonucuna varabiliriz. Şimdilik Kokut Ali için risk olsa da bence Canan’ın çevikliği, bağlantıları ve zekasıyla Sipahilere çok yakıştığını söylemek zorundayım.

Sipahiler demişken, orada da ortam baya ısındı. Canan sayesinde öğrendikleri bilgilerle de Habtor üzerinde yeni bir plan kurmayı ve ona giden bir yol bulmayı başardılar. Yıldırım ve gençler için Habtor Bin Said’i yakalamak bir intikamdan çok daha önemli oldu. Onlarca insanın ölümüne sebep olan, zalim bir teröristi bulmak ve gerekeni yapmak zorundalar. Bu planın başında Habtor’un bir tek Yıldırım’la kişisel sorunu olduğunu düşünsem de sonrasında Korkut Ali ve arkadaşlarına saldıran teröristlerin başındaki kişi de yine aynı isim çıktı. Canan’la bir bağı var mı bilmiyorum ama nedense onun da bağlantısı var gibi hissediyorum. Neden diye soracak olursanız Canan polis özel harekat değil ya da istihbaratta çalışmıyor. Habtor gibi bir isme nasıl ulaştı? Adam Türkiye’de bile değil. Bu da bana Canan’ın da bir şekilde yolunun bu hainle kesiştiği fikrini veriyor. Bekleyip görelim ve anladığım kadarıyla beklememiz o kadar da uzun sürmeyecek. Sipahiler Habtor için sahaya indi ve Habtor’un izinin peşine düştü.

Habtor Bin Said’e ulaşırken aslında ekibin bir diğer üyesinden bahsetmek istiyorum : Ezgi. Şimdi onunla ilgili çok fazla bir veri yok elimizde ama bir göçmen olduğunu ve de duygularını saklamadan yaşadığını söyleyebiliriz. Korkut Ali, Canan, Kemal ve Yıldırım gibi değil, o. Aksine kendini, duygularını belli ediyor ve bu işine engel olmuyor diye düşünüyorum. Korkut Ali, Yıldırım ve Kemal ekibin vurucu gücü, metanetli adamları olsa da Ezgi de umudu, ışığı bence. O umut ona görevini yerine getirme hususunda hiç engel olmuyor aksine yardım ediyor diye düşünüyorum.

Ezgi’nin işbu hallerini özellike de Kemal’in yanında görüyorum. Onun yanında kendini asla saklamıyor, görevini yapıyor ancak Ezgi bu kadar değil. Kartal gibi bir dikkati var, gözünden hiç bir ayrıntı kaçmıyor. Olay yerinde birden fazla bomba olduğunu daha kimse söylemeden o direkt fark etmişti. Ekipte şimdilik çok baskın olmasa da çok önemli olduğunu düşünüyorum. Zira Ezgi dikkati ve ışığıyla içi karanlıkla dolan bu erkeklere meselenin bu kadar olmadığını gösterecektir, ben oldukça inanıyorum.

Ezgi ve Kemal Habtor’un adamlarını çözüp de Korkut Ali’nin getirdiği bilgilerle sırları açığa çıkarmaya başlayınca Habtor için düğmeye basıldı. Ekip olarak Suriye’ye geldiler. Ali geçmiş travmasının sebebinin Habtor olup olmadığını biliyor mu henüz emin değilim ama orada büyük bir risk alarak operasyonun en kemik ismi olarak sahaya çıktı. Şimdilik bir silah tüccarı olarak kendini tanıtsa da bilirsiniz planların en önemli özellikleri her zaman sekteye uğramalarıdır. Habtor Bin Said’i istedikleri noktaya çekmesine çektiler ama işler sandıkları gibi ilerlemeyeceğini ilk adımda gösterdi.

Ali ve Habtor anlaşmak için buluştuklarında onları kötü bir sürpriz bekliyordu. Canan da Habtor peşine düşüp oralara kadar geldi ve Ali’yi kötü bir ikilemde bıraktı. Bir tarafta operasyon devam ederken diğer yanda da polisler vardı. Ali’nin hızlı düşünmesi gerekiyordu ama bunu yaparken şüphe de uyandırmaması lazımdı. Yazının başlarında görev adamı, hayatını bu şekilde yaşıyor demiştim ve aslında bu dediğimin canlı ispatı bu sahnedir. Ali öyle bir hamle yaptı ki hem yanındaki adamların güvenini kazandı hem de polislerin ölmesine engel oldu.

Korkut Ali öyle bir cenderede kaldı ki o sahnede, ne yapsa ne adım atsa ya şüphe uyandırır ya da polislerin şehit düşmesine sebep olurdu. O arada yaptığı o tek hamle ile hem polislerin hayatını kurtardı hem de Habtor’un güvenini kazandı. Daha önce nasıl ki kendi canını hiçe sayarak arkadaşlarını kurtardı şimdi de aynı işi yine yaptı. “Size bir kişi daha vermeyeceğim!” bilincini sözsüz olarak o kadar güzel anlatıyor ki burada Kaan Yıldırım’a şapka çıkarmak lazım. Ali çok özel bir adam ve plan bozulmasım, teröristlerin peşinde olduğu şeyi çözüp bir sonraki aşamaya geçmek adına her şeyi yapmaya hazır. Ama işte felaketler başladı mı bitmez derler ya Ali’ninki de o hesap, Habtor ve adamlarının karşı taraftan aldığı arabadan çıkan kişi Ali’nin şok olmasına neden oldu: Canan.

Habtor kızı için doktor ararken, doktor olan getirilen kişi Canan çıkınca çarşı pazar karışacak gibi duruyor. Hem Ali’nin kim olduğunu bilen hem de Habtor’la bağlantılı olduğunu düşünme ihtimali olan bir polisin operasyonun tam ortasında olması Sipahiler için iyi değil. Ali şimdi hem Canan’a görünmemek hem de görevini başarıyla yerine getirmek zorunda kalacak ve anladığım kadarıyla bu pek de kolay olmayacak. Bir ipte birden fazla cambaz varsa ip kopana kadar dans etmek zorundasındır. Korkut Ali için sıcak saatler kapıda, benden söylemesi…

Bu haftalık da benden bu kadar, haftaya görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

BİTTİ (Kızılcık Şerbeti,8.bölüm)

YAZAR: Simay DEMİR

Ben hayatın bize her zaman tercih hakkı sunmadığına inanırım, ama bunun yanında aldığınız kararların çoğu yine de bizim tercihinizle gerçekleştiği de aşikar.  Peki biz kendi hür irademizle seçtiğimiz şeylerin sonucunu üstleniyor muyuz? İşte tercihlerinizin sonuçlarını üstlenme olgunluğu da bizim kendi seçimimiz bana göre. Doğa mesela kendi seçiği hayatın sorumluluğunu üstlendiği halde Fatih asla o olgunlukta değil. Doğa’yla birlikte olmayı, bebeği aldırmayıp aile olmayı, ailesine karşı çıkıp Doğa’yla bir hayat kurmayı hepsini kendi seçti. Fakat şimdi ilk fırsatta sanki her şeyi Doğa’nın zoruyla yapıyormuş gibi davranıyor ona. İşin kötüsü Doğa da buna izin verip karşı dahi çıkmıyor.

Doğa annesinin evinden çıkarken kendi hür iradesiyle bir karar verdi ve iyi yahut kötü bu kararların sonucuna katlanıyor . Hatta verdiği kararların doğruluğunu sorgulamaya başladığı anda onları düzletmek için adım atmaya bile başladı. İşte okula gitmeye de tam bu yüzden karar vermişti Doğa. Çünkü bunun doğu bir tercih olmadığını, hayatını böyle sürdürürse kendinden geriye hiçbir şeyin kalmayacağını gayet iyi kavramıştı. Kıvılcım’ın söylediği bir söz benim de kafamı çok kurcaladı aslında; “Bir insan niye yalan söyler” bunun üzerine çok düşündüm aslında. Doğa Fatih’e söylese Fatih’in nasıl tepki vereceğini az çok biliyordu. Üstelik Doğa Fatih onu çocuk gibi azarladığı gün karar vermişti yeniden okumaya. Ayrıca madem Doğa “Hamile olan benim , çocuğumu da en çok ben düşünüyorum, yorulursam tekrar dondururum” diyebiliyordu niye en başta itiraz etmedi. Çünkü Doğa Fatih’in diğer yüzünü şimdi gördü. İlk önce okulu dondurmayı kabul etti çünkü Fatih’in bu kararı gerçekten onun ve çocuğunun iyiliği için verdiğini düşünüyordu ama sonra yavaş yavaş gördü ki Fatih’in düşündüğü tek şey kendi ve ailesinin düşünceleri. Doğa’ysa eğer kendi için bir adım atmazsa ortada ne fikir ve düşünceleri ne de Doğa’dan geriye hiçbir şey kalmayacaktı. Sadece Fatih’in karısı, Ünalların gelini ve doğuracağı çocuğun annesi olacak o evde Pembe gibi , Nilay gibi Nursema gibi özgür görünen hapis bir hayat yaşayacaktı. Gelelim Fatih’e neden söylemediği konusuna; çünkü Doğa biliyordu kaydı yeniden oluşturmadan önce söyleseydi Fatih ne yapıp edip onu ikna edecekti, dahası artık Fatih’e düşüncelerini söylerken iki kere düşünüyor çünkü neredeyse Fatih hiç bir zaman onun fikirlerini ciddiye dahi almıyor. Doğa aşık olabilir ama kör değil, Fatih’in hangi konuda nasıl tepki vereceğini gayet iyi biliyordu ve söylememe kararı aldı ki ne kadar haklı olduğuna hepimiz şahit olduk. O Fatih tarafından merdivenlerden sürüklendi ve Fatih bunun için bir özür dahi dilemedi. Doğa belki aşkından birçok şeyi kafasında aklayabilir ama ya Kıvılcım? O nasıl aklasın? Belki evlatlar kendilerine yapılanı unuturlar da anneler, onlar asla unutmaz. Kıvılcım da unutmayacak. Ne bu şiddeti, ne de Fatih’in kızına uyguladığı zorbalığı ne de kendisine yaptığı saygısızlığı. O bir anlık öfke değildi, o kendini haklı görmeydi ve ne yazık ki Doğa bunu bir türlü görmüyor.

Doğa bazı şeyleri görmek istemiyor, Fatih’in yaptığının hiç bir mazereti olamazken o “Ona yalan söylediğim için böyle yaptı” maskesine sığınmayı tercih etti. Fatih’in yaptıklarına şimdiden bahaneler üretmeye başladı bile. Hâlbuki Fatih ilk fırsatta yaptığını düşündüğü, ilk hatada Doğa için yaptığı tek fedakarlığı yüzüne vurmaktan asla çekinmedi. Doğa’nın bu güne kadar Fatih için yok saydıkları tek bir sözle tokat gibi çarptırıldı yüzüne; ben senin için ailemi karşıma aldım. O laf Doğa için ne anlam ifade ediyor bilmiyorum ama benim için Doğa’nın bu güne kadar yaptığı hiç bir şeyin Fatih’in nezdinde bir kıymeti olmadığının ayan beyan göstergesidir. En basitinden Doğa alışık olduğu hayatı, okulunu hatta ailesini bırakıp geldi Fatih’e. Fakat Fatih sanki Doğa bunları yapmak zorundaymış gibi davranması bencillikten başka bir şey değil. Doğa bugüne kadar her şeye Fatih’i sevdiği için sustu. Ailesine hakaret edildi, teyzesi küçük düşürüldü, kendisinin her şeyine müdahele edilirken Fatih’i düşnerek sesini çıkarmadı ama her şeyin bir sınırı var. Evdekiler, çevresi hep Doğa’yı boynu bükük gördü ama hep sevgisinden, edebinden sustu.

Doğa aslında o kadar da silik biri değil, her zaman diyorum birinin sakin olmasını her zaman ezik biri olmasına bağlamamalıyız diye ama Fatih bile bunu anlamamış diye düşünüyorum. Doğa kendi aldığı kararları uygularken zerre tereddüt etmedi. Okuluna dönerken de evden ayrılırken de bir anda verdi kararını. Doğa sevdiği adama saygı duyarken saygı görmediği, kuralların sürekli kendisine işlediği bir evde yaşamaktan sıkılmaya başladı. Fatih tehlike çanlarını duymasa da Doğa artık saf aşık bir gözle bakmıyor. Ailesine de kendisine de saygısızlık yapılmasına tahammülü bile yok. Fatih ona bağırdığında odadan git derken şimdi o da ağzını açıyor zira o zaten hiç korkusundan susmamıştı. Hep sevdiğinden, insanlar üzülmesin diye susuyordu ama karşı tarafın umurunda olmadığını gördükçe Doğa da bunu yapmaya başladı. Yeni Doğa’dan ilk nasibini alan da Nursema oldu.

Doğa aslında o kadar da boyunu bükük, vur ensesine, al ekmeğini bir kadın değil. Bunun en bariz örneğini de Nursema ile olan konuşmasından anlayabiliriz. Bugüne kadar hep kocasının ailesine saygı duyulması kafasına kalkılırken, kendi ailesi sanki hiç bir şeymiş gibi sürekli aşağılandı. Nursema bunu yine yapmaya kalktığında karşısında hiç tanımadığı bir Doğa buldu. Doğa ailesinden aldığı terbiye ile herkese saygı gösteren bir kız ancak bir türlü hak ettiği saygıyı alamıyor. Bebeğinin isminden, gideceği doktora kadar müdahele edilirken, Nursema sürekli olarak ailesini korumak adı altında Doğa’ya karşı saldırıya geçiyor. Aslında onun saldırısının sebebi hayranlık. Doğa istediği hayatı yaşayabilecek potansiyele sahip biri ancak Nursema öyle değil. Doğa saygının doğuştan değil kazanılan bir şey olduğunu Nursema’ya gösterirken, aslında anlattığı şey tüm ailesi için de geçerliydi. Özellikle de tatlı tatlı sürekli Doğa’nın her alanına müdahale eden, kapıları dinleyen Pembe için geçerli.

Ben ilk başta Doğa’nın  Pembe’ye karşı neden bu kadar dolduğunu hiç anlayamadım doğrusu. Sanki Alev meselesi öfkesini ve kızgınlığını ona karşı dile getirmek için bir bahane olduğunu düşünmeye başladım. Hatta evet teyzesine yaptığı şey, söyledikleri çok ağır ve bu konuda onu asla haksız görmüyorum ama abartıyor sanki bile dedim. Fakat geriye doğru biraz dönüp bakınca Doğa ve Fatih’in her kavgasında Fatih annesi kisvesi altında Doğa’ya sözler sarf ettiğini fark ettim. Pembe’nin hiç söylemediği sözleri bile Fatih sanki Pembe söylemiş gibi Doğa’ya aktarıyordu. Yani Doğa’ya göre Pembe oğlunu doldurup onun üstüne salıyor ve aralarının bozulmasının tek sebebi o. Bu yüzden Alev için ona kızarken aynı zamanda bu durumların oluşmasının nedeninin kızgınlığını da katıyor  farkında olmadan.  Çünkü gerçekte Pembe ne düşünüyor bilmiyor ve onu evdeki herkes gibi aynı kefeye koyuyor. Pembe onu sevmiyor, samimiyetsiz davranıyor ve oğluyla arasını bozmasına sebep oluyor Doğa’ya göre. Yine de ben Pembe’nin o kadar masum biri olmadığına eminim. Doktor meselesinden, kapı dinleme, olayları Abdullah’a sürekli aktarma derken sabrım taşıyor. Hele şu evdeki kapı dinleme meselesi beni benden aldı. Evli çift onlar, ne hakkınız var? Doğa belki gidip özür dilemiş olabilir ancak Pembe’nin rengini pek belli etmediğini ancak onun da pamuk şeker olmadığını düşünüyorum. Fatih bir tek babasının değil annesinin de etkisi altında büyümüş. Eeee, iki kere iki ama değil mi?

Fatih tanıdığım en bencil karakterlerden biri olabilir. Sadece kendini düşünmekle kalmıyor , kendi rahatlığı için anne babasını ileriye sürmekten, Doğa’nın duygularını yok saymaktan, Kıvılcım’a bağırmaktan asla geri kalmıyor. Ben eminim ki Doğa Fatih’in Kıvılcım’a söylediklerinin çeyreğini aynı ses ve üslupla Pembe’ye söyleseydi Fatih ortalığı ayağa kaldırdı. Ama size bir şey  söyleyeyim mi o annesini çok sevdiğini, çok saygı duyduğunu ve yere göğe sığdıramadığını söylediği annesine Fatih beyimiz zerre saygı duymuyor. Çünkü eğer ona gerçekten saygı duysaydı Doğa’ya annesi söylüyormuş gibi kendi sözleriyle saldırmazdı. Doğa bu gün Pembe’ye karşı bu kadar doluysa bunun tek sebebi Fatih’in söyledikleri. Ayrıca Fatih kendi istediği olduğu sürece Doğa’ya dünyanın en tatlı insanıyken aksi bir durumda gördüğüm en iğrenç adama dönüüşüyor. Doğa’ya şiddet uyguladı, annesi ne karışamaz noktasından bir adım geri atmadı. Ömer’le yaptığı konuşmadan da hala yaptıklarının arkasında olduğunu sanıyorum. Ömer çok net bir adam, merhameti, vidanı ve kadına saygısı var. Fatih biliyor olacak ki hamile karısını okulun ortasında torba gibi taşımaya kalktığını, sürüklediğini anlatmadı. Yine de Ömer Fatih’i değil, Kıvılcım’ı haklı buldu. Bu sebeple ben Fatih’in o kadar kolay değişeceğini sanmıyorum.

Fatih’in bir tek Doğa yahut annesine değil hiç bir kadına saygısı yok. Kıvılcım’a olan davranışları, amcasına anlatırken tiksine tiksine adını anması ve özür dilemeyi asla istememesi ileride Kıvılcım’la arasının daha çok gerileceği hissiyatı veriyor bana. Üstelik Fatih kendi ailesiyle yaşayıp , Doğa’yla her kavgasında önce annesini sonra aile yapısını öne sürerken Kıvılcım gibi hiç tanımadığı bir kadına yardım ederken başı belaya girmesini göze almış birine ,Doğa kızı olmasına rağmen, “Siz hayatımıza karışmayın” diyecek kadar samimiyetsiz biri. Ailesi onun evlilik hayatının tam ortasında karar mercii olmasına rağmen bu sözleri sarf etmesi inanılır gibi değil. Üstelik Doğa’ya yaptığı baskının şiddetin bir türü olduğunu kavrayamayacak durumda. Aslında işin acısı Fatih şiddet uygulamadığını düşünüyor. Mesela Kıvılcım onunla konuşurken çok adildi. Doğa asla yalan söylememeliydi ama neden yalan söylemek durumunda kaldı? sorusunu sorarken Fatih’in bakışları cevabı veriyordu. Orada samimieytsiz şekilde özür dilerken, Kıvılcım da zaten durumun gayet farkındaydı. Kızı psikolojik ve fiziksel şiddete uğradı, Kıvılcım için korku dolu günler yeniden başladı.

Fatih’in şiddet anlayışı sadece fiziksel zarar verme olsa da o evlendiklerinden beri neredeyse her an Doğa’ya  psikolojik şiddet uyguluyor. Çok sevdiğim bir filmde çok sevdiğim bir replik aynen şöyle diyor “Keşke insanların beynine nasıl bir şiddet uygulandığını gösteren bir makine olsaydı da nasıl bir baskıya maruz kaldıklarını görebilseydik.” Fatih daha evlendiklerinden beri Doğa’nın gözünün ferinin nasıl sündüğünü  görmüyor nasıl ona yapılan baskının etkisini görsün. Doğa şu an “Dövüyor muyum, sövüyor muyum?” sorusuna bilmiyorum diye cevap verse de ileride aslında Fatih’in onun üstünde kurduğu inanılmaz baskıyı fark edecek ve evet cevabını çok net duyacağız bana göre. Fakat bunun için daha kat etmesi gereken çok yol var bana göre çünkü daha kendini bir şeyler için suçlamayı bile bırakmadı.  Yine de bence en büyük şansı her durumda yanında olan bir annesi var olması.

Kıvılcım uzun zamandır izlediğim en özel karakter bana göre. Kendi ayakları üstünde duran, verdiği kararların sonucuna katlanan, hata yaptığını anladığında geri adım atan ve en önemlisi iş hayatına, kendi şahsi meselelerini karıştırmayan bir kadın. Kübra hanım ve oğlu Muhammed ile bu kadar ilgilenmesi, görüşleri farklı olduğu  ve aralarında bir münakaşa olduğu halde tüm bunları bir kenara bıraktı ve Muhammed’e yardım etmek için elinden geleni yaptı. Ayrıca bunun sonucunda Kübra hanımla sarılması kalbimi ısıttı açıkçası ve bu benim için ondan özür dilemesinden kat be kat daha özeldi. Başta da dediğim gibi Kıvılcım bence çok özel bir karakter kızıyla birlikte o da değişiyor ve bunu görmek açıkçası benim için ayrı bir zevk. Normalde yüzüne bakmayacağı insanlarla oturup sohbet ediyor, sarılmalarına izin veriyor. Üstelik ben inanıyorum ki bir gün Nursema yahut Pembe ondan yardım isterse hiç tereddüt etmeden yardımcı da olacaktır. Çünkü Nursema’nın yardıma ihtiyacı var ve kimse onun ne halde olduğunu görmüyor bile.

Nursema o evde günden güne eriyor ve o bile yeni yeni fark ediyor bir şeylerin yolunda gitmediğini. Bence Nursema’nın en büyük sorunu neyi neden savunduğunu dahi bilmiyor. Mesela gece neden onların evinden çıkılmaz, neden bir arkadaşında kalamıyorsun? Hiçbirinin sorsan mantıklı bir açıklaması yok ama o bu durumu deli gibi savunuyor, çünkü anne babası ona böyle empoze etmişler. Anne babasının dediği neyse doğru olan odur. Ne kendi tercih hakkı var ne karar verme yetkisi var, kendi hayatı bile ailesinin elinde. Fakat Umut’la olan ilişkisi başladıktan sonra o da sorgulamaya başladı. Ve bence hayatını o kadar güzel özetledi ki artık bazı şeylerin o da farkında; “Ben bu evde sadece birilerine yemek yapmak için yaşıyorum, bu sefer kendim için bir şey yapacağım.” Evet bunları değiştirmek için şu an adım atmaya cesareti yok ama bir gün o da korkmadan o eşikten adımını dış dünyaya atacak. Nursema yavaş yavaş o evde yaşamadığını sadece nefes alıp verdiğini anladığı an bence hayat onun için bambaşka olacak. Ayrıca Doğa’nın söylediği “Kendini önemli hissetmek için yapıyorsun, anlıyorum” durumu da çok doğru bir tespitti çünkü evdeki hiç kimse annesi dahi onu önemsemiyor. Annesi gibi olmak istemiyorsa da Pembe farkında mı emin değilim ama kendi mutsuzluğuna onu da ortak ediyor. Yaşadığı hayatta ne çocukları ne kocası ne de gelinleri ona zerre saygı duymuyor. Onunla doğru düzgün konuşmuyor ve o ufacıkta olsa kendini önemli hissetmek için çevresine yemekler yapıp iyilikle kendini avutuyor.

Umuyorum ki Nursema Umut’la kurduğu bu yeni ilişki sayesinde aslında o evde hiç değer görmediğini de, kendisinin de bir birey olduğunu da farkına varır. Bunun o kadar kolay olmayacağı da ortada zira herkese karşı savunduğu ailesi kendi isimleri için onu harcamaya dünden razı. Pembe’nin kocasının adına yakışır bir gelin olmasıyla ilgili ettiği konuşma beni yerle bir etti. Nursema neler yaşıyor, neler hissediyor Pembe’nin asla umurunda değil. Tek umurunda olan oğulları belli ki, kızının bir önemi yok aksine kızındaki değişimi görürdü. Nursema aşık oluyor ve bunu söylemeye bile kokruyor. Halbuki erkek kardeşi evlenmeden ilişkisini de yaşadı, hamile kalan kız arkadaşıyla evlendi ve ona kimse bir şey demedi. Nursema ise biriyle buluşmaya giderken bile bün tane bahane bulmak zorunda. Doğa’nın evdeki varlığı Nursema’nın da uyanmasına sebep oldu.

Doğa da artık bir şeyleri sorgulama noktasına gelmek üzere. Fatih’in bir fotoğraf için ona hayat kadını muamelesi yapması bardağı taşıran son damla oldu. Onca eziyete aşkı için katlandı ama Doğa’nın da bir sınırı olduğunu gördüm. Doğa Fatih’in o son söylediği sözle artık bardağında dolacak yer kalmadığını anladı ve o evi terk etti. O eve geri dönecek olsa bile umuyorum ki Fatih’in birazcık olsun ona neler yaptığını göstermiştir.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere.

Yüreğim Seni Çok Sevdi (Gelsin Hayat Bildiği Gibi, 22.bölüm)

YAZAR :Şeyma BULUT

Canan Tan’ın o çok sevdiğim romanında aklıma mıh gibi kazınan bir sözü vardı;”Bizleri yaşatan hayallerimizdi…”  diyordu bir yerinde. İlk okuduğumda fazla ağdalı ve çok romantik gelmişti ama yaş ilerledikçe anladım ki çok doğru bir tespitmiş. Hayali olmayan bir ruh olur mu? Olsa da ona yaşamak denir mi? Ben bu hafta hep bunu sorguladım. Birine yaşıyor demek için illa kalbinin atması yeterli mi? Bence değil. Hayali olmayan birinin umudu, yaşama sevinci olmaz diye düşünüyorum bu yüzdendir ki bu eserin bu cümlesi beni hep çok etkilemeye devam ediyor. Hayal kurmayı bıraktığımızda artık yaşayan bir ölüye dönüşüyoruz, bu yüzden yaşamak ve ölmek arasında da bir seçenek kalmıyor. Sadi ve Songül kısa sürede hayallerini kaybettiler, yaşama sevinçleri, devam etme arzuları tamamen yok oldu. Onlar için o dakikadan itibaren yaşamak ve ölmek aynı şeydi ki ikisi de umutlarını kaybettikleri yerde hayatlarından da vazgeçmek istediler…

Geçtiğimiz hafta Sadi’nin Songül’ün kafasına dayadığı namlunun ardından bunu kaldıramayacağını söylemiştim ki nitekim öyle de oldu. Songül, can havliyle o silahı kafasına dayadı ve Sadi’ye bazı sorular sordu. Sorduğu sorular aslında Songül’ün de cevabını bildiği ama bir sorunun cevabını bilmesine rağmen kendine inandıramadı. Onca zaman söylenen yalanlar Songül’ün ruhunu öyle bir yaraladı ki artık devam etmenin, gülmenin bir anlamı yoktu. Sadi’ye “Senin yüzünden bir daha gülmeyeceğim” derken gülmesinin en büyük sebebinin kocasına duyduğu aşk olduğunu itiraf eder gibiydi. Songül’ü ilk tanıdığım zamanlara gidince bunu anlamak da pek güç değil zaten. Songül hayata karşı öfkeli, yalnız ve hep tetikte duran bir kadındı. Gülmeyi, mutlu olmayı, birini karşılık beklemeden,çıkarsızca sevmeyi yeniden Sadi ile hatırladı. Bu yüzden bu kadar delirmesi,acı çekmesi çünkü kocasını kaybetmekten deli gibi korkmasının yanında sevilmediğine de kendini inandırdı. Songül’ün başına silah dayayacak noktasına gelme sebebi tabii ki Sadi’nin onu sevmediğini düşünmesi değil, onu sevildiğine inandırmasıydı. Songül bu yüzden sınıfa geldi ve beklediği, kendini inandırdığı cevaplar aslında Sadi’nin başkasını sevdiği, kendisini sevmediği yönünde olunca Sadi de o tetiğe basmasın diye sadece o cevapları verdi. Daha iki gün önce saf bir şekilde tüm gerçekleri bir kapı önünde anlattı ama yeterli olmayınca bu defa sevdiği kadın kendine zarar vermesin, silahı bıraksın diye onun istediği gibi konuştu. Songül büyük bir sinirle o silahı bıraktığında Sadi’nin söylediği şeyler çok güzeldi ama ben bir cümlede takılı kaldım “Beni sen var ettin…” İşte bu cümle beni öyle bir etkiledi ki o saniyede anladım artık, Sadi tüm varlığını Songül’e adamış ve onun olmadığı bir hayatın içerisinde yaşamak gibi bir niyeti de yok. Zaten bu yüzden Songül ona git dediğinde ceketini ve Busenaz’ının oyuncağını alarak kendi sonunu hazırlamaya gitti.

“Git Sadi, git!” Sadi’ye Songül ne dese, ne yapsa bundan daha ağır, daha keskin bir şekilde onu yok edemezdi sanırım. Sadi sadece laf olsun diye benim varlık sebebim demedi. Gerçekten durum böyle olduğu için bunu söyledi. Sadi, önceki hayatında bir çöplüğün içinde, dipsiz bir kuyuda sadece nefes alan bir insandı. İçindeki karanlıkla boğuluyordu. O karanlık bir gün istemeden de olsa küçük bir kız çocuğuna sirayet edince, Sadi tüm hayatını değiştirmeye karar verdi. Bu değişim mutlu olmak, aile kurmak adına da değildi, diyetini ödemek istedi. Tüm hayatının diyetini, neden olduğu acıların kefaretini ödeyecek, sonra da kendine o kaybettiği küçük meleğin, Busenaz’ın yanında bir yer açacaktı. Sadi o diyeti ödemeden ölmeyi bile kendine hak görmedi. Hayat ise ona bambaşka bir seçenek sundu. Songül ile belki de senelerdir yaşayan bir ölü olan ruhu yeniden canlandı, hayata döndü. Umutları, hayalleri oldu Sadi’nin, bir aile kurmak, kaybettiği meleğin hatırasını kendi meleğiyle yaşatmak, aşık olduğu kadınla yaşlanmak istedi. Bu yüzden de onu kaybetmesine sebep olacak her şeyi görmezden geldiğinde, Songül ile aralarındaki güvene ciddi şekilde zarar verdi. Songül artık ondan gitmesini istediğinde, Busenaz’ın hatırasını yaşatmak, aile olmak istediği cennetinden, Busenaz’ın yanına gitmek üzere ayrıldı. Daha önce ölmeyi bile hak görmezken, sebep olduğu acı yüzünden kimsenin hayatında olmaması gerektiğine karar verdi diye düşünüyorum. Varlık sebebini adadığım kadın onu artık istemediğinde, kendisine ihanet ettiğini düşündüğünden midir Sadi devam etmek, nefes almak bile istemedi. Halbuki Songül bir anlık sinirle ona git demesine rağmen, Sadi’nin gitmesini asla istemiyordu ki aksine onun için mücadele etmesini istiyordu ama Sadi için varlığının istenmediğini düşündüğü bir evde, hayat ışığının parlaklığını söndürdüğünü düşündüğü bir evde kalmak imkansız. Songül’ün kendinden vazgeçmek istemesi de Sadi için artık son nokta oldu. Hayatında en değer verdiği, kalp atışında yaşadığı kadını yaşamak istemeyecek hale getirdiğini gören Sadi, tüm varlığını Songül’ün yaşamından silmeye karar verdi.

Sadi cennetinden ayrılınca herkesle teker teker vedalaştı. Önce çocukları, sonra Samet en sonunda da Yaver… Sadi, Yaver’in kendisinden sonra eski hayatlarına devam etmesini istemiyor, aksine kendisine bir hayat kurmasını, ailesi olmasını umut etti hep. Bu yüzden ona ikinci kez veda ederken, yine ondan hayatını kurmasını ama bunu yaparken de Songül’ün de hayatından uzak durmasını istedi. Bu birinin hayatından çıkmak değil biliyor musunuz? Varlığını tamamen o hayattan silmek, kendini sıfırlamak diye düşünüyorum. Arabasını aldı, depoyu boşalttı, Yaver ve Songül arasındaki tüm bağı kesti. Kendince Songül’ün onu hatırlayacağı, canını acıtacağı her ayrıntıyı tek tek yok etti ama atladığı iki durum var : Birincisi Songül onun gerçekten gitmesini hiç istemiyor, ikincisi de Songül’ün kalbinin orta yerinde kendine imparatorluk kurması. Sadi her şeyi silip alsa, karısının kalbindeki aşkı silemediği sürece bunların hepsi Songül’e acı vermekten başka bir işe de yaramadı ki Songül sabaha kadar kocasının yollarını gözledi, yollara döküldü…

Songül’ün uzun zamandır içinde fırtınalar kopuyor. Sevdiği adamın bir başkasını sevdiğini düşünmesi, kendisine söylenen yalanlar ve Sadi’nin onu aldatma ihtimali Songül’ü yedi bitirdi. En sonunda aldatmadığını anlasa da içinde sevilmediğine, Sadi’nin bir başkasını hayal etmiş, kafasının karışmış olması ihtimali bile onu delirtmeye yetti de arttı bile. Songül küçücük yaşında ailesini kaybetmesinin ardından kimseyle arasında bir bağ kurmadı, gülmeyi, hayal kurmayı unutmuştu. Bugüne kadar hayatına kimseyi almaması, sadece ailesinin intikamı için yaşaması da bunun en büyük ispatı diye düşünüyorum. Halbuki Sadi hayatına girdikten sonra yaşamaya başladı. Hayaller kurdu. Bir tren yolculuğu yapmak istiyor mesela, anne olmak istiyordu. Sadi nasıl ki onunla yaşamaya başladı, Songül de öyleydi. Gülmek bile onun için lüks biliyor musunuz? Hayatının en büyük kaybını çocuk yaşta yaşayan biri nasıl umut dolu olabilir ki? O Sadi’nin sevgisiyle yeniden hayal kurmayı hatırladı. Tüm bu hayallerin, umutların yalan bir kapıya çıkması Songül’ü kelimenin tam anlamıyla paramparça etti. Bir tarafı Sadi’ye inanmak isterken, bir zamanlar kimseye güvenmeyen tarafı artık ona inanmaması gerektiğini söylüyordu ki oyuncak Sadi ile konuşurken dudaklarından şu acı sözler döküldü : Sen bana yalan söyledin ben öldüm, ben sana inanmadım biz öldük. Songül son yaşananların ardından ihanet olmadığını bilse de yine de söylenen yalanları, Sadi’nin sevgisini sorgulamayı durduramadı. Ben onu hiç yadırgamadım. Sonuçta tüm hayatını insanlardan, bağlanmaktan uzak geçiren bir kadın olarak artık Sadi’nin ona doğru söylediğine inanmadı ve hatta giderken ima ettiği, daha önce direkt söylediği “sensiz yaşayamam” sözünü de ciddiye almadı. Nasılsa dönerdi Sadi, gitmezdi. Onu bırakmazdı ama bu defa öyle olmadı. Songül, daha önce Sadi de bu hareketi yaptığı için Sadi’nin bu durumu normal karşılamayacağını tahmin edemedi ve daha da acısı içten içe Sadi’nin kafasından ne geçtiğini de biliyordu. “Ne yaptım ben?” derken içindeki korkudan, Sadi’nin yatağında, onun kokusuyla kurtulmaya çalıştı. Nasıl ki Sadi, Songül’ün olmadığı bir hayata devam etmek istemiyor, Songül de farkında olmasa da Sadi’nin olmadığı bir hayatı asla kabul edemez. Aksi olsa çoktan çeker giderdi ama her şeye rağmen, çektiği her acıya rağmen kaldı. Çünkü Sadi’siz mutlu olmak istemediği gibi onun yanında acı çekmeye bile razı hale geldi. Aşk zaten böyledir, hayatında öyle bir yer kaplar ki o acıyı bile, onun yokluğuna yeğlersin…

Aşk ve mantık hiç bir zaman aynı dünyaya ait değildir. Aşık biri mantığını çok net kullanamaz diye düşünüyorum. Aksi olsa Songül çoktan gider, Sadi de kendini öldürmeye kalkmazdı. Songül, Sadi’nin çekip gitmesini, kendisinden uzak olmasının sebebini sorgulamadan onu aramaya başladı. Ben zaten tam bu an artık sadakat şüphesinin masadan kalktığına kanaat getirdim. Aksi halde Songül de bu gidişi hazmeder, bir şekilde başa çıkmaya çalışırdı. Ancak hatıraları, kalbi, kaybetme korkusu üstün geldi. Adım adım takiple ulaştığı Sadi’nin başını belaya sokarak bir şekilde kendine zarar vereceğini biliyordu diye düşünüyorum. Aksi halde o depoya giderken destek ekip çağırmazdı. Songül daha evden giderken hissetti Sadi’nin kendisine bir şeyler yapacağını, sabaha kadar beklerken de onu ararken de Sadi’nin yaralı olduğu zamanları hatırladığında başına gelecekleri  üç aşağı beş yukarı tahmin etti ve depoya gittiğinde de korktuğu sahne tam olarak karşısındaydı.

Sadi iki kolunu açarak, doğmamış Busenaz’ın annesine, veda ederken ağzından son çıkan cümle “sen hep gül komiserim” oldu… Sadi, Songül’ün gülüşüne aşık oldu, o gülüş için kendini feda ederken Songül de o gülüşün sebebini hayatta tutmak için “kocam olmadan asla” diyerek bir grup adamın ortasına daldı. O andan itibaren gururun ya da başka bir duygunun pek önemi kalmadı diye düşünüyorum. Aksi halde Songül oraya gitmez, Sadi de artık bizimle olmazdı değil mi? Sadi ve Songül birbirlerini en üst seviyede seviyorlar ve o sevgi olmadan yaşamak bile onlar için çok da matah bir şey değil. Bu sebeple verdikleri bu sınav onları çok aşır şekilde sınadı, test etti. Gün sonunda anladıkları şeyse şu oldu : Birbirleri olmadan yaşamayı beceremezler…

Sadi ve Songül’ün ikinci kez yüzleşmeleri artık kelime oyunlarından uzak, tamamen içeride sıkışmış olan duyguların itirafıydı diye düşünüyorum. Sadi, Songül’ün sadakatinden şüphe etmesine tahammül edemezken, Songül de Sadi’nin ondan vazgeçmesini kaldıramadı. Birbirini kaybetmek istemiyorlar, bunu da artık saklamadılar. Songül söylenen yalanlardan dolayı kırgın ama sevildiğini anladığı, Sadi’nin hala onun Sadi’ si olduğu gerçeğiyle, Sadi de Songül’ün her şeye rağmen kendisinden vazgeçmediği için mutlu oldu. Belki herkese bir ömür gelen ayrılıkları, birbirlerine duydukları aşk, güvenin geri gelmesiyle kaldıkları yerden, desteğe, aracıya ihtiyaçları olmadan devam edecekler. Aşk sen nelere kadirsin?

Songül uzun zaman sonra hayatının en huzurlu dönemine gelmiş olabilir diye düşünüyorum. Uzun zamandır Sadi’nin onu sevmediği, başkasını düşündüğü, onu bir yalana inandırdığını düşünerek cehennem azabı çekti. Sadi de Songül’ün kendisinden vazgeçmesinin acısıyla yandı. Bunların hepsini geride bırakmaları, eskisinden de mutlu bir hayata kavuşmalarıyla Songül gönül rahatlığıyla kocasına sarılabildi. Bir süredir Sadi’nin olmadığı bir hayatın ihtimaliyle, yeniden yalnız kalacağının inancıyla üşüyen bir kadının, yeniden cennetine kavuşması kadar güzel ne olabilir ki?

Aşkın kendisi mucizedir. Öyle ki onun olduğu yerde imkansız diye bir şey olamaz. Sadi ve Songül kısa süre içerisinde bir daha birbirleri olmadan yaşayacaklarına inanırken, bir anda kendi evlerinde, yataklarında, daha önce soğuk yataklara, sokaklara sığınıp, sevdiklerinin yokluğunda üşürken yeniden birbirlerine sarıldılar. Eskiden de sarılırlardı ama hep akıllarında bir acaba, bir ihtimal varken artık biliyorlar. Birbirlerini bu hayatta herkesten daha çok seviyorlar ve bunca badire sonrası aşklarını, yuvalarını kaybetmeye ikisinin de tahammülü yok.

Sadi ve Songül yuvalarını kurtardı ama ne yazık ki Derya için aynı şeyi diyemem. Mert’in üzerine yıkılan iftira sonrası Derya yeniden bir kabusun içine düştü. Kadın resmen kötü bir kabusu ikinci kez yaşıyor ve yine yanında kimse yok. Daha doğrusu Derya bu defa da yalnız olduğunu sanıyordu. Derya yaşananların ardından Songül’e karşı boynu bükük ve ondan yardım istemeye bile dili varmadı ama yapacak bir şeyi yok maalesef. O bir anne, oğlu için istemek zorunda ama buna gerek bile kalmadı. Songül, o kadar yüce gönüllü biri ki Sadi’yi affettikten sonra, kendi kafasında hala siniri devam etse de Derya’yı da affetti. İkisinin de kendisini üzmemek için yalan söylediğine, onu kırmak istemediğini kanaat getirirken, Sadi’nin de Derya’yı yalnız bırakmamasını istedi. Burada tam tersi olsaydı kim Songül’e bir şey diyebilirdi ki? Songül kocasıyla yeniden birlikte olmak istemesi dahil her şeyle suçlayabilir, Sadi ile bağını tamamen kesebilirdi ama yapmadı. Derya’yı yalnız bırakmaya gönlü el vermedi. Hem kim kimsesizliği, yalnızlığı Songül’den daha iyi bilebilir ki? Bu yüzden Mert meselesinde Derya’ya destek oldu ve içimden bir his son kez olmadı diyor.

Ah Mert, ah… Gerçekten her şey dönüp, dolaşıp onu buluyor. Sırf bir kadının hayatını kurtardı diye en büyük ceza ona kesildi, sabıkalı olduğu her fırsatta önüne sevdiği kız tarafındam çıkarıldı. Yetmedi aynı kız bu defa da onu cinayetle suçluyor. Yüzüne tükürüyor. Bir insan daha ne kadar sevgisiyle sınanır bilmem ama Mert umarım bundan sonra hayatına Gizem olmadan devam eder. Diğer yandan Mert bir yandan ablasını yeniden üzmenin, diğer yandan da aynı kabusu yine bir iftira yüzünden yaşarken ablası, Songül, arkadaşları ve Sadi dışında kimsesi yok. Ben iyilerin kazanacağına inanıyorum ve bence Mert’i oradan el birliğiyle çıkaracaklar. Servet şimdilik Mert’i korkunç bir tuzağın içine çekerken acaba en büyük düşmanlarına da bu kadar yaklaştığından haberdar mı? Serdar olmadan yürüttüğü bu küçük olay onun sonumu getirebilir mi?

Serdar demişken, onun için de çember daralıyor. Songül yaşadığı şeylerin ardından büyük ihtimalle attığı tüm adımları geri takip etti. Başından beri Serdar’ın dahil olduğu her meselede Servet kazanırken, Songül defalarca kez ölümden döndü. Ona söylenen yalandan önce hayatını toz pembe geçiren bir kadınken, sonrasında ailesini ondan alan Serdar’ı eliyle koymuş gibi yakalarken, organize şubede de dengeler oldukça değişti. Özellikle de başından beri birbirinden şüphe duyan Taylan ve Songül arasında şimdilik ateşkes ilan edildi, poğaçalar yendi diyebilir miyiz?

Taylan bu hikayede başından beri aslında huysuz, Songül’ün karşısında biriydi. Yaptığımız analizlerde onun kötü olmadığını aksine iyilerden olduğunu düşündüğümüzü söylemiştik. Taylan iki olayda aslında bende şüphe uyandırdı. Birincisi o verdiği dosya, ikincisi de çaldığı harddisk. Ama bugüne kadar Songül’ün başına gelen olaylarda genelde hep sonradan ortaya çıkması, savcının, Sadi’nin onu listeye bile almaması Taylan acaba yılan ekibinden mi sorusunu bize sordurdu. Ve son sahneyle birlikte sorular cevabını buldu ancak ben geçtiğimiz bölüm Songül’e arka çıkması bu hafta da Sadi’nin ayak izlerini kapatması zaten Taylan’ın artık durumdan haberdar olduğunu gösteriyordu. Ancak kartal ateşi ile olan alakasını henüz çözemedim. Eğer Taylan da bu operasyonun içindeyse sıradan bir polis olmadığı gün gibi ortada ve Songül henüz bu durumdan haberdar değil. Yılan ekibi dışında bir şey bildiğini de sanmıyorum ama bakalım…

Yılan ekibi şimdi tamam oldu ve Serdar’ı kıskıvrak yakaladılar. Ancak bu iş henüz bitmedi zira Mert’e kurulan tuzak bize gösterdi ki Servet’in içerideki tek adamı Serdar değil. Buradan da ortalık karışacak gibi hissediyorum, Servet’in yeni hamlesi ne olacak, hep beraber izleyip göreceğiz.

Yazımı bitirmeden önce her zaman olduğu gibi Devrim’den bahsetmek istiyorum. Bu hafta üç farklı Songül izliyor gibiydim. Rulet sahnesinde Songül’ün çaresizliğini, sevilmeyen bir kadın olmanın acısını sadece mimikleriyle aktardı diye düşünüyorum. Sonrasında aksiyon sahnelerindeki başarısı,özelikle Songül’ün gergin ve endişeli girdiği mücadeleyi sisler içinde sadece beden diliyle, arkası dönük hareketleriyle verdiğini düşünüyorum. Songül’ün ikinci adamı devirirken kafasını kaldırıp Sadi’nim hayatta olduğunu anladıktan sonra aynı şekilde devam etmesi, en sonunda başarısını, tedirginliğini kollarını içe dönük tutarak çok net yansıttı. Songül’ü her hafta inci gibi işliyor ve bize de seyretmek kalıyor.

Ertan Saban’a bir şey demek, oyununu analiz etmek şöyle dursun onu izlemek, özellikle de çok sevdiğiniz, kariyerini adım adım takip ederken destek olmaya devam ettiğiniz bir insanın yanı başında görmek ne büyük gurur. Bu hafta Sadi’nin an be an her duygusunu sadece beden diliyle bile öyle net aktardı ki Sadi’ye yeniden hayran olduk. Onu izlemek büyük bir ayrıcalık.

Bu hafta da benden bu kadar, haftaya görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Not : Yazı başlığı Canan Tan romanından alıntıdır.

BİR KAÇ İYİ ADAM (A Few Good Men)

YAZAR: A. Ela Erdoğdu

İnsanlık var olduğu andan toplu yaşamaya geçtiği andan itibaren hayatlarında birçok şey değişti. Tek başına özgürce tek rakibi rüzgâr, yağmur gibi olaylarken toplu yaşamda gelen düzen ve düzenin getirdiği hiyerarşik düzenle birlikte onlarca hatta binlerce rakibi olmaya başladı. Hepimiz insanınız ve hepimizin fıtratında gizli de olsa bazı duygular gizlidir kin, hırs, öfke… Bana soracak olursanız bizlere kötü olarak adlandırılan bu duygular günümüz şartlarında “kötü” olarak tanılandırılmamalı çünkü bu çağda ezilmeden bir hayat yaşamak istiyorsanız böyle olmak zorundasınız.

Hepiniz hatırlarsınız bizler büyütülürken “bencil” olmanın çok kötü bir şey olarak düşünmemiz sağlayacak şekilde büyütüldük peki gerçekten öyle mi? Bir insan bencilse gerçekten kötü biri mi demektir bu? Bu soruların cevabını önce kendimizde sonra da şüphesiz Daniel Kaffe’de görüyoruz. İtiraf etmeliyim ki kendisini izlemeye başladığım ilk anlarda bende biraz gıcık olmuştum askeriyede üstelik avukat olan bir adamın bu kadar rahat bir şekilde takılması baya garip gelmişti. Nasıl yani ya demiştim ama onu gördüğüm ilk sahnede beyzbol oynarken bir davayı almış olması da zekasına hayran olmamı sağladı. Bugüne kadar izlediğim en değişik ve farklı karakterdi şüphesiz. Hem sinirinizi bozuyor hem de onu bir bulmaca gibi çözmek ve ruhunun derinliklerinde boğulmak istiyorsunuz. Davayı aldığında ve Joe ile yaptığı ilk toplantıda açıkça söylemek gerekirse bu davayı ciddiye almadığı ve asla çözemeyeceğine yönelikti çünkü olay oldukça karışıktı ve tüm cevaplar gizdi. Daniel ise daha önce baktığı davalar gibi görüyor ya da öyle gösteriyordu ama şüphesiz ilk anda o da bu davada görünenden fazlasının olduğunu anlamış ancak asla çözmesine, çözmelerine izin verilmeyeceğini düşünüyordu. Karmakarışık bir yumak olarak görsekte geçmişini öğrendiğinizde puzzle eksik parçalarını tamamlıyordu o aslında her zaman babasından takdir görmeyi bekleyen, onu gururlandırmak isteyen küçük bir çocuktu ama babasını kaybettiği için bunları ondan asla duyamamış ve sadece babasının geçmişteki başarılarının gölgesinde bırakılan bir çocuktu ve bu durum onun kendi özgüvenini tam olarak da olmasa zedelemişti dışarıya karşı oluşturduğu bu “narsist şımarık” askeri avukat görünümünü ortaya çıkarıyordu ama unutmayın ki bir silahı ateşlemek için nasıl tetiği çekecek biri gerekiyorsa bir insanı bazen asıl benliğine getirmek için de bir insan gerekir bu da bu hikayede Kıdemli Yüzbaşı Joe’ye tekamül ediyor.

Orduda kadın subaylar görmek beni her zaman çok mutlu etmiş ve zaman zaman da “acaba” dememe neden olmuştur ama bir asker çocuğu olarak küçük yaşta da asla asker olmayacağıma dair verdiğim söz için vazgeçmem kolay oluyordu ama JoAnne’yi gördüğüm ilk andan itibaren kesinlikle ama kesinlikle hayran kaldım. Kadın olmak hayatın her yerinde her alanında çok zorken çoğunluğun erkeklerden oluşan bir yapıda kadın bir subay olmak çok daha zor ama o asla ne duruşundan ne de kararlarından vazgeçmeden doğru bulduğu şey için savaştı, pes etmeye yaklaştı belki ama bu sefer de Daniel ellerinden tutarak tıpkı kendisinin onu kaldırdığı gibi kaldırdı. JoAnne bence çok iyi bir avukat her ne kadar üstleri böyle düşünmese de zirâ o tüm cevapların detaylarda gizlendiğini görebilecek kadar analitik zekaya sahip lakin pratiğe dökmekte sıkıntı yaşıyordu ki onun bu az çevik oluşunu da Daniel tamamladı bence onlar beyninin sağ ve sol lobu gibiydiler ikisi de bir diğeri olmadan tam anlamıyla çalışamıyor çünkü. Joe iyi bir subay olduğu kadar iyi de bir avukat. Bir insanın iyi bir avukat olup olmadığını sadece çözebildiği davaların sayısı demek değildir. Ve avukat olmak sadece yasaları bilmekle olmuyor onları en iyi şekilde kullanabilmekle bütünleşince olur. Avukatlığının ve subaylığının yanında insani değerleri de yüksek olan bir kadın kendisi merkez birliklerde görev yapmakla sınırdaki ölümle kol kola yaşanan bölüklerde yaşamın aynı olmadığını ve her şeyin kitaplarda yazılı olmadığını bilecek ve o iki askeri konuşmadan anlayabilecek kadar da empatiyle dolu bir kadın.

Joe ve Daniel birbirlerini puzzle gibi tamamlayıp bir arada harika bir uyum çıkarsa da bu tür karmaşık işler bir takım oyunu  gerektirir. İkisi mükemmel subaylar ve avukatlar olsalar  da Kevin olmadan tam anlamıyla başarıyı elde etmeleri mümkün olmazdı. Kevin işi gereği tarafsız olmaya çalışsa da içten içe kendini savunacak durumda olan mağdur bir insana yaptıklarıyla ölümüne sebep oldukları için onlara öfke doluydu ama çoğunlukla bu duygusunu bastırmayı başarıp işine büyük bir sağduyu ile yaklaşabilmiş Daniel ve JoAnne arasında tansiyon her yükseldiğinde tampon olarak durumu sakinleştirmeyi başarmıştır. Kendi halinde karısı ve kızıyla sıradan yaşadığı hayatına bomba gibi düşen bu davadan bir an önce kurtulmak istiyordu ilk başlarda ona verilen ve arkadaşına yardım ettiği bir görevken zaman içinde gördüğü gerçeklerle bu dava için elinden geleni fazlasıyla yapan Daniel ve JoAnne vazgeçtiğinde bile pes etmeyen onları kendine getiren ve mücadeleye devam ettiren isim olmuştu. Bazı kahramanlar gölgede saklanıyorsa gerçekten bu şüphesiz Kevin’dır. JoAnne, Daniel ve Kevin ellerinde az hatta hiçe yakın olan bilgilerle bir savunma çabası içerisindeyken karşı taraf daha tüm bunlar yaşanmadan her şeyi zaten bir kılıfa uydurmuştu yani minareyi çalan kılıfını çoktan hazırlamıştı.

Küba’da onu öldürmek için yetiştirilen 4000 kişinin dibinde yaşayan, ömrünü ülkesine adamış Albay Nathan bu hikâyenin kötü karakteri gibi görünse bile tam olarak öyle olduğunu düşünmüyorum sebebini hemen açıklayayım askeriyede işleyiş basittir disiplin ve emir-komuta zinciri. Asker dediğin ona öğretilen her şeyi en iyi şekilde yapması ve üstlerinden aldığı her emri sorgulamadan yerine getirmesi gerekir. Atalarımız boşuna “emir demiri keser” dememişler değil mi? Asker olmak zaten yeterince zorken sınırda düşman askeriyle aranda sadece metreler varken yaşamak çok daha zor ve ağır bir psikolojik buhrandır. Albay Nathan gibi kendi canından önce binlerce hatta milyonlarca insanın hayatının kaderi sizin ellerinizdeymiş gibi hissettiğinizde zamanla bu baskı psikolojinizi bozmaya ve yükün altında ezmeye başlar. Albayın felsefesi açık “itaat et ki milyonlarca insan yaşasın” kendince doğru düşündüğü şeyler tartışmaya açık olsa da ben onu anlıyorum. Orduda disiplin her şeydir ve bozulmaması gereken temel taştır. Bence Albay “kırmızı kodu” verirken işin ölümle sonuçlanacağını kestiremedi ama askerin hastalığı işleri bu noktaya getirdi.

Birbirinden farklı dört karakter dört farklı düşünce ve temelde yatan adalet kavramı. Peki gerçekten adalet neydi? Ya da adalet sağlandığında gerçekten eşitlik sağlanmış oluyor muydu? Yasalar adaleti mi eşitliği mi yoksa ikisini birden mi sağlıyordu? Kendi düşüncemi söyleyecek olursam adaletin her zaman eşitliği sağladığını sanmıyorum Dawson ve Downey cinayetten ya da cinayete yardım ve yataklık etmekten ceza almadılar ama mesleklerini davranışları sebebiyle kaybettiler bu karar benim fikrimce pek doğru değil bir insanı vicdanının yargılayacağı bir konuda mahkeme yargılamış oldu. Daha önce de söyledim askeriye de emri sorgulayamazsınız sorgularsanız emre itaatsizlikten başını yanar. Dawson ve Downey emri uyguladı bunun doğru olmadığını bilseler de emir olduğu için bir sorun yaratacağını düşünmediler çünkü bunun için eğitildiler. İşin sonunda Dawson yaptığının yanlış olduğunu emre uymaması gerektiğini tam anlamıyla kavradığında silah arkadaşı ölmüş kendi hayatı da bambaşka bir noktaya gelmişti. Bir ömür kendi vicdan mahkemesinde yargılanacak bu iki genç asker belki hapis cezası almadılar, ordudan atılmaları da bir süre acısı hafifleyecek bir acı ama vicdanlarında kalan yük ile ömür boyu yaşayarak en ağır cezayı almış oldular.

Alınan her karar bir başkasının hayatını bir şekilde etkiler birbirlerini tanısalar da tanımasalar da ilk başta bu olayı üstlerine bildirip avukatı olmak isteyen JoAnne olmasa Daniel hayatın gerçeklerini ve içinde gizli olan kişiyi fark edemeyecekti, Kevin her şeyin her zaman göründüğü kadar basit olmadığını, Albay ise bazen insanlığın askerliğinin önüne geçmesi gerektiğini, Dawson ve Downey ise kendilerine yanlış gelen bir şeyi ne olursa olsun yapmamaları gerektiğini öğrenemeyecekti. Daniel, JoAnne ve Kevin kendilerini en çıkmazda hissettikleri, her şeyin bittiğini anladığı anda aslında zafere en yakın oldukları anda olduklarını geç anladılar çünkü unutmayın ki gecenin en karanlık anı aydınlığa en yakın olduğu andır. Önemli olansa ümidini kaybetmeden molalar versen de asla pes etmeden savaşmaya devam etmektir.

Filmin vermek istediği en özel mesajlardan biri de onurlu bir yaşam için apoletlere, üniformalara ihtiyacımızın olmadığıydı. Dowson ve Downey o apoletler için arkadaşlarının ölümüne sebep oldu, kod emrini veren albayı sorgulamadılar bile. Daha da önemlisi filmde her şeyi tam bir itaatle yapmamanın altı kırımızı bir kalemle çizildi. Sorgulayın çünkü üstünüzde bulunan herkesin verdiği bir emir hayatınızı mahvedebilir. Nathan’ın fanatik duruşu hem kendi hem de Santiago’nun sonunu getirdi.

Sorgulamaktan asla vazgeçmeyin. Umudunuz ve inancınız daim olsun başka bir yazıda görüşünceye dek hoşça kalın.

Vatan İçin Her Yerde! (Sipahi, 1.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT

Sipahi tanıtımları yayınlanmaya başladığından beri beni kendine çeken bir dizi oldu. Gizemli ve merak uyandırıcı tanıtımları sayesinde ilk bölümün yayınlanacağı günü beklemeye başladım. İtiraf etmek gerekirse beni bu diziye ilk çeken isim Kaan Yıldırım’dı. Neredeyse tüm projelerini izlediğim bir aktör olarak onun isminin geçtiği her iş benim için o dizinin ya da filmin tek başına izlenme sebebidir. Peki bu kadar mı? Elbette değil. Ayrıca dizinin senaryosunun uzun yıllardır yazdığı her işteki farklılığını görerek hayran olduğum Ali Doğançay’ın da olmasıyla ilk bölümü beklemeye başladım.

Sipahi daha ilk sahneleriyle beni yakalamayı başarı. Anladığım kadarıyla başına buyruk bir istihbaratçı olan Korkut Ali ve bağlı bulunduğu istihbarat ağı arasında hep bir çekişme olacak zira Ali olaylar beklendiği gibi gitmediğinde doğaçlama yapmaktan oldukça keyif alıyor gibi görünüyor. Sadece bir izleme görevine gidip de olayı kovalamacaya dönüştürüp ardından da olması gereken oldu savunmasını yapması, kendine olan güveniyle birlikte egosunun da yüksek olduğu izlenimini uyandırdı bende. Korkut Ali vatan, görev bilinciyle bu hareketi yaparken “Vatan için neler yapılır? Neler göze alınır?” sorusu karşımıza çıkıyor ve dizi tam da bu soruyla beni yakalayıverdi. Verilen gören ve o anda yapılması, göze alınması gereken riskler söz konusu olduğunda bu uğurda çalışan, savaşan insanların mücadelelerinin anlatıldığı dizide her türden karakteri görmek mümkün.

Dizinin baş kahramanlarından Korkut Ali Türkoğlu ile başladı dizi ve beni kendine bağlamayı başardı. Ali, gözü kara, cesur ve yürekli bir genç olarak çıktı karşımıza. Ali, anladığım kadarıyla askerliğinden bu yana vatan için mücadele eden, gözünü budaktan sakınmayan mert bir adam. Öyle ki izleme görevi için gittiği operasyonda, izledikleri adam ölünce duruma kendi bildiği şekilde el koydu. İnisiyatif aldı. Aslında buradan da çok rahat bir şekilde Korkut Ali’nin liderlik vasıfları taşıdığını söyleyebilirim. Ancak bir lider zor zamanlarda bu şekilde kontrolü eline alarak durumu idare eder. Korkut Ali’de bir liderde olması gereken her özellik var ama maalesef bu kadar değil. Ali her hususta kendisini haklı görüyor mesela. Egosu var. Dizinin daha başında emre karşı gelmesini öyle bir şekilde anlattı ki, herhalde müdür o, karşısındaki onun altında çalışıyor demedim değil. Yalnız ben bu durumun farkında olduğunu sanmıyorum. Ali’nin buradaki motivasyonu tamamen görevine olan bağlılığı ve bu bazen emirleri dinlememek anlamına geliyorsa, onu da rahatlıkla yapacağının sinyallerini daha ilk dakikadan verdi. Kendine güveni üst düzey olsa da bu egosu görev bilinciyle gelmiş, kendini üstün görmesindem değil işi başarıyla yapma arzusundan kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Ben hep hatanın da doğrusunu yapacaksın derim. Ali operasyondaki başına buyrukluğu sayesinde Habtor Bin Said’in yaşadığını öğrendi. Bu isim belki birçoğumuza bir şey ifade etmiyordu ama kendini her şeyden soyutlamış eski bir istihbaratçı olan Yıldırım Bozok için çok fazla şey ifade ediyordu.

Habtor Bin Said ortaya çıkınca Alptekin Ala derhal yola çıkıp, Yıldırım ile bir araya geldi. Anladığım kadarıyla ailesini kaybedince kendini her şeyden soyutlayarak sakin bir hayat yaşayan Yıldırım’ın son görevi Habtor’u öldürmek olmuş. Ondan sonra da zannederim her şeyi geride bırakarak yalnız bir hayatı tercih etti. Habtor’un Yıldırım için önemi büyük zira Habtor onu karısı ve kızı arasında bir tercihe zorlayıp sonra da karısının bulunduğu arabayı havaya uçurdu. Şimdi bu adam ortaya çıkmasa bence Yıldırım geri de dönmezdi. Alptekin ise onun geri dönerek yeniden Sipahi’yi kurmasını istiyor. Habtor’un da hayatta olması bir istihbarat efsanesi olan Yıldırım Bozok’u göreve döndürdüğü gibi Alptekin için özel bir önemi olan Korkut Ali’nin de başında olmasını istedi. Anladığım kadarıyla ileride bu ekip Ali’ye emanet edilecek ancak başına buyruk olması, kendine güveni ve söz dinlemez tavırları yüzünden duayen birinden işi tam anlamıyla kavraması için Yıldırım’ın yanında olması istendi. Birbirine oldukça benzeyen bu iki adam nasıl çalışacak peki?

Yıldırım ve Ali’nin tanışması oldukça enteresan oldu. Yıldırım ekibin tamamına oldukça babacan yaklaşırken, Ali’ye sınırları başından çizdi. Ali henüz neden onun böyle davrandığını çözemese de ben anladım. Şimdi diğerleri saygı için Yıldırım’a abi diyor. Bu çok net belli. Ancak Ali’nin durumunun böyle olduğunu sanmıyorum. Onun gibi bir ilahla çalışacağını öğrendiğinde sevinmesi gerekirken Ali, “Teşkilat-ı Mahsusa’dan” diyerek neredeyse adama Kuşçubaşı Eşref muamelesi çekecekti. Ali büyük ihtimalle kendisini sınırlamak, engellemek için Yıldırım’ın geldiğini düşündüğü için ona şef demek yerine abi demek istedi. Yıldırım da bunu fark edince ilk dersini daha ekip kurulmadan verdi. Ali yola bu şekilde girer mi bilmiyorum ama Yıldırım’ın işinin zor olduğunu söyleyebilirim.

Habtor Bin Said’in hayatta olduğunu öğrenmesinin ardından daha ekip kurulmadan ilk şehitlerini verdiler. Ferhat ve karısı saldırıya uğradı. Başka bir yerde çocuklar katledildi. Habtor bilindik şekilde değil, en acımasızca şekliyle saldırıya geçti. Alptekin’in Yıldırım’a gitme sebeplerinden biri de buydu diye düşünüyorum. Düşmanları çok büyük ve onu her şeyiyle tanıyan tek insan şu aşamada Yıldırım Bozok gibi duruyor. Alptekin ondan bir zamanlar içerisinde olduğu Sipahi’yi yeniden kurmasını istedi ve haksız da sayılmaz. Habtor bir şeylerin peşinde ve o peşinde olduğu şeyi ararken hedefiyle yoluna çıkan kimse arasında bir fark gözetmeyeceğine de eminim.

Sipahi ekibi kurulurken birbirinden oldukça farklı bir ekip olduğu dikkatimi çekti. Aslında her şeyden önce ekibin diğer istihbarat dizilerinden yakından bildiğimiz yalnız, soğuk adamlar olmaması ayrıntısı hoşuma gitti. Aksine hepsinin birer ailesi, hayatları var. Korkut Ali annesiyle sakin bir hayatın içinde, Kemal karısıyla bebek sahibi olmanın hayallerini kuruyor, Yusuf evinde kızına oda yapma işleriyle uğraşıyor. Yani hepsinin kendine ait bir hayatı var. Ben bunu çok nahif buldum. İnsan vatanını neden sever sorusuna replik olmadan cevap gibi değil de nedir bu? Evet vatan, toprak, bayrak bunlar önemlidir ama insan yaşadığı toprağı sevdikleri için de sever, ailesi, kökleri orada diye sever. Bu yüzden çok kıymetlidir o bayrak, zira bizi gölgesinde bir arada tutan güçtür, bağlılıktır diye düşünüyorum.

Sipahi’ler ülkelerini , hayatlarını, ailelerini severken kendilerini asla düşünmeyen bir ekip olacak gibi duruyor. Vatan için dünyanın dört bir yanında mücadele ederken, bir araya geldiklerinde bir güç olacaklarının sinyalini şimdiden verdiler. Hepsi seve seve efsaneleri olan Yıldırım’ın liderliğini kabul ederken, belki sözlü olarak demediler ama Yıldırım’ın sadece ekip kurmak için gelmediğinin de farkında olduklarını düşünüyorum. Herkesçe öldü bilinen Habtor’un ardından teşkilatın efsane denen adamının birden yeni kurulan bir ekibin başına getirilen birinin ekibin geri kalanının vasıfsız olduğunu değil düşmanın büyük olduğunu gösterir.

Habtor Bin Said sanki Yıldırım’a merhaba demek ister gibi seneler önce Vodafone Arena’da gerçeğini yaşadığımız bir felaketi yaşatmak için harekete geçti. Ekibi kandırmak için bir de tuzak hazırlayan Habtor, Yıldırım’ın zekası sayesinde hedef şaşırtma oyunu fark edildi. Açıkçası eski bir istihbaratçının kod çözecek yetenekte olması beni oldukça şaşırttı. Bu da bana Yıldırım’ın sandığım kadar da işlerden uzak olmadığı mesajını verdi. Habtor bu oyunuyla ekibi bir şeylerle oyalamak istedi diye düşünüyorum. Sebebiyse şu :Bu tip saldırıların ardında hep dikkat dağıtma amacı vardır. Habtor gibi büyük bir teröristin sadece birileri ölsün istediği için bir şey yapacağı kanaatinde değilim. Bu sebeple bölüm başından bu yana ağzından düşmeyen kripto para, kazanımlar üzerine yaptığı konuşmalarla alakalı olduğunu sanıyorum ama şu anda çok da iddialı değilim. Ekip de zaten arka planından önce Korkut Ali ve diğerleri bu saldırıyı durdurmak için yola çıktı ancak Ali’yi hiç ummadığı bir sürpriz bekliyordu: Canan!

Ali, kısa bir süre önce Almanya’daki manipüle ederek kullandığı kadını tam bomba patlamak üzereyken karşısında buldu. Ali durumu anladı ancak Canan için bunu anlamak o kadar kolay olmayabilir. Duyduğumuz silah sesiyle birbirlerini vurdular mı bilmiyorum ama bu tesadüfen karşılaşmayı düşünecek olursak şimdilik dost olmaları mümkün değil gibi duruyor. Siz ne dersiniz?

Sipahi oldukça vurucu başladığı bölümü yine aynı şekilde bitirdi. Bomba patlar mı bilmiyorum ama bir şeyler olacağı kesin. Şimdilik benden bu kadar. Dizi ekibi iyi bir ilk bölüm kotarmış, ortaya derdi olan, güzel bir iş çıkmış. Castını, rejisinı, senaryosunu çok başarılı buldum. Raji için özellikle aksiyon sahnelerinde çok başarılılardı. Umarım bu özenleri hep devam eder. Haftaya yeniden görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin

 

ARAFTAYIM (Kızılcık Şerbeti, 7.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR

Kadınlar ne ister? Bu soru Yıllardır sorulan, karmaşık olduğu düşünülen, cevabına çoğunlukla “Anlayamazsın” denilen bir soru. Bence cevap çok basit tabi anlamak isteyene. Kadınlar güvenmek ister, inanmak ister, ilgi ister her şeyden önce karşısındaki onu sevsin saygı duysun ister. Daha fazlası değil ya bana göre. Bir kadın mutlu ve huzurlu olduktan sonra bana göre geriye başka hiç bir şeyin önemi kalmıyor. Doğa mesela sadece okuluna devam etmek istedi. Ben eminim ki o Fatih’in parası, evi, yahut soyadının saygınlığı için değil sadece Fatih’in onu sevdiği, koruyup kollayacağına inandığı için evlendi. Pembe keza tek istediği kocasından bir dal çiçek ya çok mu? Kocasının onu saymasını istiyor ki bu onun en doğal hakkı değil mi? Aynı şekilde Kıvılcım tek istediği çocukları kendi ayakları üstünde dursun, babaları dahi kimseye muhtaç olmasın istiyor.

Kıvılcım’ı bu hafta daha iyi anladığımı düşünüyorum, Kıvılcım tarafı açıldıkça neden böyle bir kadına dönüşmüş olduğunu görmek beni üzse de Kıvılcım’ı Kıvılcım yapan şeyler de bunlar demeden duramıyorum.Kıvılcım ve annesinin yemek masasındaki konuşmalarına bakacak olursak, Sönmez yıllarca ama yıllarca Kıvılcım’ın kendini ne yaparsa yapsın yetersiz hissetmesine sebep olmuş. Sanki başında onun deyimiyle bir erkek olmayınca kadın asla mutlu yahut başarılı olamayacakmış gibi davranıyor. Hele o söylediği  “Erkek kaçıran tavrınla…” sözü tam da bu söylediğimi ispatlar nitelikte diye düşünüyorum. Halbuki o da Kayhan’ın ne mal olduğunu bile bile yapıyor bunu. Söylediği o söz bile Sönmez’in Kıvılcım üstünde nasıl bir baskı kurduğunu ve aslında bugün neden bu halde olduğunu ispat eder nitelikteydi. Sönmez Kıvılcım’ı çok öifskil olmakla suçlasa da insanlara baskı yapmanın birden fazla yolu vardır. Sönmez de bunu yaparken belki Kıvılcım gibi bir kırbaç kullanmadı ama kızının üstünde korkunç bir baskı kurdu. Hala bile ortaya bir laf attığında Kıvılcım’a lafı dokundurmadan geçmiyor. Bir tek Sönmez değil Kayhan da aynı şeyi yapıyor Kıvılcım’a; Ona destek olmak, yanında durmak yerine onu manipüle edip yetersiz hissetmesine neden oluyor. Ataerkil her toplumda olduğu gibi kadınlardan her şeyi bekleyip kılını kıpırdamayan erkek modeli işte. Ama bence Ömer öyle biri değil.

Ömer sırf Kıvılcım onun yardım ettiğini öğrenip de gururu kırılmasın, dışardan gösterdiği güçlü imajı sarsılmasın, bir de onun haberi olmadan onunla ilgili konuşulduğu bilinmesin diye davayı geri çektirdiğini bilsin istemedi. Aslında her iki hareketi de bence çok olgun ve centilmence. Sadece Kıvılcım’ın iyiliğini düşündüğü için yaptı ne yaptıysa. Ömer Kıvılcım’ın sırtındaki yüklere bile isteye talip; dahası Kıvılcım daha farkına dahi varmadan o yükleri almaya da, onu idare etmeye de başladı bile. Ondan bir şeyler beklemek yahut istemek yerine kendi ona hissettirmeden, onu annesi ve Kayhan gibi kendini eksik hissettirmeden dokunuyor Kıvılcım’ın hayatına. Kıvılcım şu an bunların hiçbirinin farkında değil ama zamanı geldiğinde o da bunları tek tek fark edecek diye düşünüyorum.

Kıvılcım’ın Ömer’le konuşmasını dinlemeden önce nasıl oluyor da Kayhan gibi biriyle evlendi acaba demeden duramıyordum ama Kıvılcım’ın söylediklerinden sonra her şey yerli yerine oturdu kafamda. Kıvılcım’ın söyledikleri size de bir şey hatırlatmadı mı? Ben evliliği kurtuluş sandım, özgürlük sandım, güvenli alan sandım, öyle değilmiş meğer” tıpkı itiraf edemese de Doğa’nın evlenme sebepleriyle aynı sebepler. O yüzden Kıvılcım bu kadar tetikte bekliyor aslında. Çünkü kızının da neden evlendiğini, neler yaşayabileceğini az çok biliyor ve bunun olmaması için elinden geleni yapacaktır. Doğa şu an farkında değil ama annesi onun ne büyük şansı.

Doğa henüz görmüyor yahut yeni yeni görmeye başladı; o şuan tam bir cehennemin ortasında ve maalesef ki kendi ateşini de kendi yaktı. Doğa kendi odasında, kendini en özgür hissetmesi gereken yerde tedirginlikle defterlerini saklayacak duruma geldi. Bunun ne kadar ağır bir yük olduğunu düşünebiliyor musunuz? Artık kendisine ait özel bir alanı bile yok. Üstelik kendisin için doğru düzgün bir kararı bile yok. Doktoru seçerken mesela; Fatih kızmasın diye kadın Kıvılcım kızmasın diye açık seçti. Kendi olması gereken evde sığıntı gibi.

En güvende, en iyi hissetmesi gereken yer daha şimdiden cehenneme dönüşmeye başladı. Fakat Doğa zeki biri bu durumun böyle yürümeyeceğini gördüğü anda harekete geçti. Doğa sadece boyun eğerek yahut sadece onların istediği gibi davranarak bu işin sonunu gelmeyeceğini anladığı an okula dönmeye karar verdi, çünkü o da biliyor ki ancak bu şekilde ayakları üstünde durursa ezilip büzülmeyecek.

Doğa onunla evlendiğinde beri bir çok farklı Fatihle karşı karşıya geldi fakat bu son olayda karşısındaki Fatih’i en korkunç kâbuslarında bile görmemiştir. Doğa Fatih’in yaptığından sonra ne yapar nasıl bir yol izler bilmiyorum ama Fatih affedilmezler listeme giriş yapmayı çoktan başardı bile.Aslında Fatih’i tanımlayan en iyi cümleyi Doğa kurdu; Fatih benim yanımda başka biri ailesinin yanında bambaşka biri gibi.

Şiddete deli gibi karşı olan ben bu bölüm Fatih’i Doğa’yı o çekiştire çekiştire çıkardığı merdivenlerden aşağı yuvarlamak istedim, o derece sinirlendim. Böyle yuvarlana, yuvarlana aşağı insin ki belki ne yaptığının farkına varır. Ben normalde en kötüsünden en iyisine, en haksızından en haklısına tüm karakterleri anlamaya onlarla empati kurmaya çalışırım. Neyi, neden yaptıklarını anlamak isterim. Ona göre hareket eder ve yazarım ama kimse kusura bakmasın Fatih’in tek anlaşılır, tek haklı görür tarafı yok artık benim nazarımda. O sadece kendini düşünen, Doğa’nın ne duygularını , ne düşüncelerini ne de hayallerini umursayan biri değil. Başta “ Oku ben senin yanındayım” diyen adam karısını bir çuval gibi sürükleyerek okulundan aldı, inanılır gibi değil.Düşünsenize çocuklarına koymak istediği isimlerle bile dalga geçti, ciddiye dahi almadı. Ona sorma gereği duymadan çocuklarına isim koydu ve Doğa’nın fikrine dahi ihtiyaç duymadı. Üstelik ben o yaptığı zorbalıktan sonra bebeğini de Doğa’yı da zerre düşündüğünü zannetmiyorum. Çünkü onları gerçekten düşünüp değer verseydi; karısının okulunda tüm arkadaşlarının gözünün önünde onu kolundan tutup sürüklemezdi. Eğer azıcık Doğa’nın karnındaki bebeği düşünseydi benim karım riskli bir hamilelik geçiriyor bu yaptığım ona zarar verebilir der en azından çocuğu için daha sakin davranabilirdi ama o ne yaptı Doğa’yı sürükleyerek okuldan çıkarmayı tercih etti. Zaten doktordayken bebeğiyle ilgili söylediği ilk şey “Cinsiyeti ne acaba” ydı. Dahası Fatih’in sanki tek sıkıntı Doğa’nın ona yalan söylemesiymiş gibi davranması bana hiç inandırıcı gelmedi. Yalan söylemiş olsa bile bunun nedenini tartmak varken “Kim bilir bana daha ne yalanlar söyledin, gözümün içine baka baka.” Düşüncesindeydi. Üstelik yaptığı şeyden zerre pişman değil hala bir de Kıvılcım’a dikleniyor.

Hayır bir de hem suçlu hem güçlü hem de yüzsüz yüzsüz “Siz karışmayın Kıvılcım hanım” diyor. Kıvılcım ki hiç tanımadığı bir kadın için hiç tanımadığı bir yaratığa karşı çıkmış, sonuna kadar kendini paralayıp kadının o adamdan (!) kurtulması için mücadele etmiş bir kadın hiç kızının böyle bir muamele görmesine izin verir mi ? Kıvılcım’ın ona çok güzel haddini bildireceğim bilsem de umarım Doğa bunu da diğerleri gibi sineye çekip iki dakikada affetmez. Çünkü bu eften püften yahut ailesinin saçma sapan kuralları yüzünden çıkmış bir şey değil bu bir şiddettir ve hiç bir mazereti o la maz, nokta.

Fatih’in bu yaptığı din yahut kültür ile ilgili değil onun nasıl bir zihniyette olduğuyla ilgilidir. Çünkü İslam’da şöyle bir söz vardır “ İlim Çin’de olsa bile gidip alın” dinimiz böyle düşünken Fatih’in yaptığı sadece onun aciz ve aşağılık kompleksinin bir sonucu hepsi bu. Fatih’in egosunu, kendini büyük görme çabasını ve bunun aksi bir durumla karşılaştığında ne kadar gerildiğini bu bölüm bir kez daha şahit oldum. Kayhan’ın Ömer ve onun hakkında söyledikleri şeylerden sonra yüzü asıldı, gerildi ve sinirlendi. Kendisinin yok sayılması zoruna gitti. Halbuki Ömer’i en iyi tanıyan kişi o olduğu halde, böyle bir şey yaptıysa vardır bir bildiği demek yerine kimseye danışmadan iş yaptı. Aynı şey yıllardır Mustafa’ya yapılıyor ki Fatih ondan küçük, ben zannetmiyorum ki Fatih bir kere sesini çıkarmış olsun. Kayhan iki dakikada egosuna oynayıp manipüle etti kendisini ve onu istediği kıvama getirdi. Kimseye danışmadan üç milyonluk otel aldı.
Fatih’e söylemek istediğim, saydırmak istediğim çok şey var. Umarım Kıvılcım hepimizin yerine ona bol bol haddini bildirmiştir. Gerilmekten omuzlarımın ağrıdığı bir bölümü daha geride bırakırken haftaya neler olacak deli gibi merak ediyor açıkçası, bekleyip göreceğiz.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

 

 

Biz Birlikte Güçlüyüz (Tuzak, 8.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT

Verdiğimiz zorunlu aranın ardından geç de olsa yeniden Tuzak için yazının başına oturdum. Açıkçası bölümlerin artık sağlıksız bir saatte yayınlanması, hafta içi bir günde olması bizler için oldukça zor oluyor ancak bir şekilde düzene gireceğiz.

Geçtiğimiz bölümde Tuzak’a oldukça etkileyici bir sahne ile veda etmiştik. Açıkçası duygusal anlamda birbirinden bu kadar etkilenen iki insanın aşk sayesinde yol arkadaşlığı yapıp, yapamayacağı benim için merak konusuydu ancak onlar bu hafta sadece yol arkadaşı olmadıklarını anladılar. Onlar aynı zamanda kader ortağıydı. Hem Ceren’in hem de Umut’un hayatları bizzat Demir tarafından çalındı ve bu ortaklık iki aşığın birbirine tutulmasından çok daha öte bir şey diye düşünüyorum. Özellikle bu durum Ceren için Umut’tan çok daha fena bir durumda zira onun hayatını çalan hayatını uğruna adadığı öz babasından başkası değil.

Ceren Gümüşay hayatının en zor dönemini yaşıyor. Bir yanda kardeşleri, diğer yanda babası derken tam bir kuşatma altında. Güven, Ceren için bir tehdit olmasa da Mete oldukça büyük bir tehdit ve ne yazık ki Ceren çok uzun süre bunun farkına bile varamadı. Ceren aslına bakacak olursanız Demir ve Mete tarafından sinsice inşa edilmiş zindanda yaşıyordu. O zindanın çevresini öyle bir sanatla boyadılar ki Ceren sevildiğini sandığı bir hayatın içinde gözleri kör, kulakları sağır bir ömür geçirdi. Onun gözünün önündeki perdeyi ilk Umut araladı. Ailesinin, hayatının nasıl bir yalandan ibaret olduğunu anladı. Ceren uykusundan uyandıkça, babasının nasıl bir canavar olduğunu gördükçe artık susmaması gerektiğini de anlamaya başladı ki her iyi ve merhamet sahibi insan Ceren gibi davranırdı. Ceren öylesine büyük nir kalbe ve cesarete sahip ki abisinin yapamadığını yapıp, babasının karşsına dikilerek savaş baltalarını kaldırırak hem Yörükoğullarının hem de benim büyük saygımı kazandı.

Ceren, babasının tüm parasını elinden almak istemesi üzerine harekete geçti. Açıkçası ben parayı elinde tutmak için ne yapacak diye beklerken o Demir’e diğer çocukları gibi satılık olmadığını gösterdi. Demir güce, paraya öyle bir tapıyor ki herkesi de kendisi gibi sanıyor. Ceren’in bu şekilde Güven gibi kapısına gelerek “Ne istersen yaparım!” demesini bekledi. Halbuki Ceren Umut’un ailesine, kendi annesine yapılanlardan sonra paraya, güce tamah edip, ona inanan, sevdiği insana kazık atacak biri değil. Ancak Ceren için şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim ki, Umut’a aşık olmasaydı da Ceren bu savaşı babasına karşı gözünü kırpmadan başlatırdı.

Ceren kendi evinde yaşadığı korkunç gecenin ardından kendini Umut ve ailesinin güvenli alanında buldu. Mahir’le girdiği o ev, sofra aslında Ceren’in belki de aylar sonra güvenle oturduğu tek masaydı. Daha önceki yazılarımda Umut’un içeriden sağlam bir müttefiğe ihtiyacı olduğunu bunun da Ceren’den başkası olamayacağını söylemiştim. Açıkçası bu durum beni çok mutlu etti. Zira her ne kadar Umut’un bütün hayatını Demir çalmış olsa da o bir yalanın içinde yaşamadı. Bu sebeple burada Ceren’in durumunu çok daha nahif buluyorum. Umut elbette kolay şeyler yaşamadı ama abisini kaybettiği günden beri yolu, hedefi, amacı belliydi. İntikam için adım adım bir tuzak kurdu, Demir’i dört yandan kuşattı. Ceren’se annesinin bile başına gelenleri bilmeden korkunç bir yalanın içinde yaşadı ve uyandığında tamamen yalnızdı. Yanında sadece daha yeni tanıdığı Umut vardı. Bu iyi bir şey olsa da bir insanın kendi öz ailesine savaş başlatması düşmanına başlatmasındam çok daha zordur diye düşünüyorum.

Ceren şu anda çok acı verici bir durumun içerisinde ve çok korkuyor. Öyle ki babasının bir sınırı olmadığını anladığı her bir gün Ceren de daha içine kapanık, ürkek bir hal aldı. Ailesinden ihanet gören birinin kolaylıkla birilerine gğbenmesini beklemiyordum ama Ceren inandı. Umut’a, davalarına inandı. Daha da ötesinde onları anlamaya başladı. Babasının kötülüğü kendisi dışında herkesi yakan bir şeye dönüşmüş ve ne yazık ki Ceren bunda kendine de pay biçiyor. Demir o şirketi tek başına büyütmedi ve Ceren tüm bu yüklerin altında ezilmeye başladığında onu ellerinden tutup kaldıran da Umut’tan başkası değil. Umut öyle bir anda Ceren’in yanında oldu ki bu savaşı kaybetseler de kazandılar diye düşünüyorum.

Umut, bu yola girdiğinde içeriden birinin kendilerinin yanında olacağını hayal bile edemezdi. Aileyi manipüle ederek belki oyuna getirirdi ama içlerinden birinin kendilerinin yanında olacağını, hele de ona aşık olacağını tahayyül bile edememiştir. Hayat işte, sen ne yaparsan yap karşına çıkanlardır demişer, Umut da bir anda karşısına çıkan aşka daha fazla direnmedi. Ceren’e destek oldu, onu girdiği çukurdan çıkardı. Bu da Umut’un saf bir öfkeyle hareket etmediğinin en bariz göstergesi. Diğer türlü olsa Demir Gümüşay’ın kızı, banane der çeker giderdi ama o bunu yapmadı. Onun derdi Demir’le ve ne yaparsa yapsın sorununu onunla çözecek.

Umut’un Demir’le olan iş birliğinin adı ortaklık olarak aşama kaydederken, Demir de boş durmuyor. Çınar’ın yavaş yavaş gerçeklere yaklaşması onu korkutmuş olacak ki, o da Çınar’ın açığını aramaya başladı. Burada bir şey bulur mu bilmesem de Demir’in çok tehlikeli bir adam olduğunu, batarken yalnız gitmek istemeyeceğini düşünüyorum. Umut onunla savaşırken hep çok temkinli ve yavaş davranıyor. Sebebi de Demir’in narsist, sosyopat kişiliğinde yatıyor aslında. Umut kendisini çoktan gözden çıkardı ve Demir’den asla korkmuyor ama Umut da tek tabanca değil işte. Önceleri sadece ailesini düşünürken, şimdi bir de Ceren’i düşünmeye başladı. Hem aşık olduğu kadını hem de ailesini korumak zorunda ancak aile kısmından çok emin değilim. Zira onların açığı, Umut’un açığından fazla ve durumun pek de farkında değiller diye düşünüyorum.

Öncelikle Umay’dan başlamak istiyorum. Güven’e aşık olması, Güven’in takıntılı kişiliği ile birleşince işler iyice karıştı. Üstüne üstlük bir de bunu Mahir öğrendi. Umay her ne kadar Mahir’i Luna ile vursa da maalesef durumları aynı değil. Güven şimdilik zararsız gibi dursa da kendisini istemeyen biriyle evlenmek için konuyu babasına açacak kadar ileri gitti. Halbuki Umay ona net bir şekilde ilişkilerinin bittiğini söylemesine rağmen onun bu tavrını yok saydı. Takıntılı insanların en bariz özelliklerinden biri de istediklerini elde edemediklerinde oldukça tehlikeli bir ruh haline bürünürler. Umay’ın da ruh sağlığını düşünecek olursak bu ikisi birbirinin sonunu getirebilir. Mahir de bunun farkında ki durumu engellemeye çalıştı ama kendi durumu da o kadar iyi değil.

Luna ve Mahir arasındaki ilişki her geçen gün daha da güçlenirken, tek bir açıkta tüm tuzağın başlarına yıkılacak olduğu gerçeği tam kapının önünde duruyor. Umut şimdilik bu ilişkinin geldiği hali görmese de Demir bebeği ve Mahir’i öğrenirse olacakları düşünmek bile istemiyorum. İkisini de öldürür, hem de bunu öyle bir şekilde yapar ki hepimiz şaşar kalırız. Mahir bunu görmese de Umut gerçekler açığa çıkınca bunun olacağının oldukça farkında ancak her cepheye de yetişemez. Onun olmadığı yerde güvenmesi gereken tek insan Mahir, onun da bir baba olarak öncelikleri değişti. Halbuki Ceren örneğinde bile Demir’in neler yapacağını kendi gözleriyle gören birinin daha aklı selim davranması gerekir. En azından kazandıkları güne kadar böyle yapmaları lazım ama yapamıyor. Burada da büyük arıza çıkacak, benden söylemesi.

Umut ve ailesi Gümüşayları görünce kendilerinin nasıl güzel bir bağ ile bağlı olduklarının farkına vardılar ancak ben o kadar emin değilim. Ceren’in ailesi aralarındaki sırlardan dolayı paramparça oldu. O sırlar büyüdü büyüdü ve onları en dipten parçaladı. Eee küçük de olsa Yörükoğullarının da benzer sırları var. İlişkileri var ve diğerlerine asla demiyorlar. Ya bu büyük sırlar da onları koparırsa? Ben olacağına ihtimal vermiyorum ama bu gizemin onların canını yakacağını düşünüyorum. Tıpkı annesi yüzünden Ceren’in bir anda paramparça olması gibi.

Ceren uzun süredir peşinde olduğu annesinin veda mektubunu buldu. Ceren, tüm hayatı boyunca annesinin onları terk ettiğini, başka bir hayatı tercih ettiğini ve hatta sevilmediğini düşünerek yaşadı. Halbuki şimdi annesinin hiç gitmek istemediğini öğrendi. Maalesef daha da acısı Ceren babasının bu işte yalnız çalışmadığını da en ağır şekilde anladı. Mete ve Demir senelerce hem Ceren’i hem Güven’i kandırarak annelerini hapsetti. Ceren bu gerçekleri en ağır şekilde öğrenirken, Umut da Demir’in aşağılık yüzünü gördü. Halbuki burada en az Demir kadar Mete de artık radara girdi diye düşünüyorum. Umut’un son bakışı artık bu savaşın iki taraflı gideceğine dair bir baş kaldırı gibiydi.

Mete ve Demir iş birliğinin ortaya çıkmasıyla savaşın artık cepheleri, tarafları belli oldu. Demir’in sadist, Mete’nin hırslı kişiliği Umut, ailesi ve Ceren’in adalet arayışı var. Bu yol bizi nereye çıkarır bilmiyorum ama birbirine çıkarsız dayanan insanların bu savaşı kazanacağını düşünüyorum. Onlar birlikte güçlü ve kazanacaklar inanıyorum.

Bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Kalp Düşünebilseydi Atmaktan Vazgeçerdi(Gelsin Hayat Bildiği Gibi, 21.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT

Aşk acısının insana mantığını kaybettiren bir duygu olduğunu söylerler. Öyledir de… O bünyeye geldiğinde mantık yerini sadece duygulara bırakır. Aksi de olamazdı zaten zira aşk ve mantık aynı köyden değiller. Toprakları, mayaları farklı diye düşünüyorum. İnsan mantıklı düşünmeye başladığında mesela acısını bile hafifletebilir. Misal, babasını kaybeden biri zaman geçtikte onun yaşlı, hasta olduğunu söyleyerek kendini motive ederek ayağa kalkma sürecini hızlandırabiliyor, en azından acısıyla başa çıkmaya çalışırken hayata devam etmenin yollarını arayabiliyor ama aşkta bu reçete asla işe yaramaz. Birini kaybetmek aşktan beterdir demiyorum asla ama başa çıkma sürecinde insanın kendini ayağa kaldırmak için ölümün hayatın en büyük gerçeği olması noktasında devam edebildiğini, zamanla da acısını azaltabildiğini en azından acıya alışarak hayatına devam edebildiğini düşünüyorum. Songül ailesinin kaybında bunu başarmıştı ama Sadi’de durum böyle olmadı. Zira bu anlarda hissedilen duygu tek başına o kadar güçlü, o kadar tüketicidir ki mantık bu süreçte bizimle olsa inanın kimse aşık olmayı tercih etmezdi. Zira ölüm elimizde değil ama nedense sevmemek elimizde sanırız, acı da bu oranla daha büyük olur. Ancak sevmenin, aşkın nedeni olmaz. Bu yüzden “Ona neden aşıksın?” sorusunun asla bir cevabı yoktur. Gerçek bir aşkın sebebe, misale ihtiyacı olmaz, aşıksın işte, bu kadar basit. Songül ve Sadi de ama ve nedenler olmadan aşık oldular, bağlandılar. O güçlü bir bağ geliştirdiler ki çok güçlü bir fırtına ancak onları sarsabilirdi, öyle de oldu. Gerçeklerin gün yüzüne çıkması Songül’e mantığını, Sadi’ye de sağduyusunu kaybettirdi.

Denizler durulmaz dalgalanmadan derler, Sadi ve Songül de tam olarak bunu yaşadılar. O kadar düz bir çizgide birbirlerine aşık oldular mi fırtına çıkana kadar belki ikisi de bu kadar aşık olduklarının farkına bile varamadılar. Bunun için aslında tonlarca sebep sayabilirim ama sanırım en güçlü argüman şu olacaktır : İnsan bilmediği bir duyguyu tanıyamaz. Songül de Sadi de ilk başta içine düştükleri duyguyu tanıyamasa da tanıdıkça ikisinin de içindeki korku bazı şeylerin hep önüne geçti. Songül daha 12 yaşında hayatında en değer verdiği insanları kaybetti, Sadi de içinde bulunduğu dünyadan dolayı hayatına değer vereceği, seveceği hiç kimseyi almadı zira Songül nasıl ki sevdiklerini kaybetmekten korkuyor, Sadi de kendi karanlığı yüzünden değer verdiği insanları yaralamaktan, onları mutsuz etmekten ve tabii ki onların zarar görmesinden korkuyor. Buna da bir nevi kaybetme korkusu diyebiliriz diye düşünüyorum.

Sadi o felaket akşam yemeği ardından Songül ile konuştuğunda karşısında duygularını kapatmış, ilk tanıdığı günkü gibi ailesinin katillerinin peşinde bir hayata dönmek isteyen bir Songül ile karşılaştı. Bir şeyleri konuşarak düzeleceğini sanarken aslında duvarda açılan gediği de, Songül’ün içindeki fırtınayı da anladığını pek sanmıyorum.

Songül, Sadi ile konuşurken tek bir şey söyledi “Artık özgürsün, benim için sorun yok, sevgiline gidebilirsin!” Bakın bu cümleler basit birer kavga sözcüğü değil. Daha derin, daha yıkıcı anlamları var. Songül apaçık bir şekilde Sadi’ye “Ben senden vazgeçtim!” dedi. Bu o kadar net, o kadar pak bir cümle ki çok da üstüne tartışmamız gerekmiyor. Sadi’yse bunu pek anlamadı. Anlamama sebebi ne biliyor musunuz? Sadi, Songül’ün sadece aldatılma meselesinden dolayı kırıldığını sanıyor. Aylarca ona söylenen yalanların, arkadaşı sandığı insanın, Meltem’in dalga geçmelerinin, kendisinin yüzüne baka baka yalan söylemesinin ve dahi birlikte yaptıkları ilk dansı bile Derya’nın en sevdiği şarkıyla yaptığı gerçeğinin yakıcılığını anlayamadı. Songül sadece aldatıldığını düşündüğü için kırgın değil, en sevdiği, en güvendiği insanın yalan söylemesinden dolayı hayata, her şeye olan güvenini yitirdi. Bu yüzden iki açıklama ile Songül’ün kafasındaki soruları kaldıramadı ama benimkiler için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.

Sadi, Songül’ün kapısının önüne çöküp bazı şeyleri anlatmaya başladığında benim kafamdaki bir çok acaba da ortadan kalktı. Sadi, karakter olarak tam bir kapalı kutu, ne hissediyor, hayattan beklentisi ne, ya da hayata nasıl bakıyor çözmek zor. Zamanla izledikçe, belli konular karşısındaki tutumları, cümle aralarında söyledikleri ya da bir anda sürpriz bir şekilde yaptıkları ile anlaşılabiliyor. Ben Sadi’yi anlamak için hep adım izlerini, arkasında bıraktığı ekmek kırıntılarını topladım. Onunla ilgili yaptığım iki spesifik yorum vardı bugüne kadar :Sadi, Songül’ün kalp atışında yaşıyor ve Sadi Songül olmadan bu hayata devam edemez. O kapı önündeki çaresizliği bu iki tezimin de doğruluğunu ortaya koydu diye düşünüyorum. Sadi, Derya’yı bıraktığında kalbinde öyle büyük bir aşk ya da sevgi yoktu diye düşünüyorum. Orada daha çok sevildiği için ilişkinin içerisinde olmaktan mutluydu ancak sevdiğini sandığı kadına hayatını, gerçeklerini, karanlığını anlatmadı. Usulca çekti, gitti hayatından. O dönemki duygularla yazılan bir mektup var belki ortada ama bugün yaşadığı duygular çok başka. Sadi, Songül’e “45 yıldır seni bekledim” dedi. Bu cümle aslında Sadi’nin şu an yaşadığı şeyin aşkın da ötesinde bir şey olduğunu bize gösteriyor. Sadi’nin yaşadığı aşk, bağlılık, tutku, hayata devam etme inancı ve yaşama isteği olarak söylenebilir. Ve tüm bu duyguları hissetmesine, devam etmesine sebep olan kişi Songül’den başkası değil. Bu yüzden ona her şeyi anlattığında “Sana karıcım diyebilir miyim?” diyecek kadar çocuklaştı, başka türlüsünü bilmiyor ki yapsın. Bu yüzden de tüm dengesi alt üst oldu ancak Songül’ün Sadi’ye inanması için üç dört cümleden fazlasına ihtiyacı var.

Sadi Payaslı’yı bu hafta tanımlayacak bir kelime söyleme hakkım olsaydı, adı çaresizlik olurdu. O kadar aciz kaldı ki olaylar karşısında, ne yapacağını, nasıl toparlayacağını asla bilemedi. Sadi’ ye on tane orduya karşı nasıl savaşması gerektiğini sorsan, sana savaş sanatı üzerine tez verir ama bir kalbi nasıl tamir edeceğini sorduğunda içine düştüğü aciziyete sadece üzüldüm. Bilmiyor ki nasıl düzeltsin? Ayrıca içten içe de bu durumu hak ettiğini düşünüyor. Düşünsenize kendini sadece “mafya babası” olarak kodlayan bir adam var karşımızda. Hatta “MEB’ten Sadi Payaslı” diyerek sürekli eğitimci olduğunu kendine hatırlatan, hiç hak etmediğini düşündüğü bu dünyaya adapte olmaya çalışırken, tüm desteğini de karısının gülüşünden alan bir insandı, Sadi. Bu yüzden tamamen çaresiz kaldı. Eskiden olsa ona bu durumdan nasıl çıkacağını göstersin diye Songül’e bakardı, o da onu içine düştüğü karanlıktan çıkarırdı. Ancak bu defa bu karanlığın sebebi hayatının ışığı olarak gördüğü karısının ona tüm kapıları kapatması oldu. Daha önce Songül, Sadi’siz kalmayı üşüdüğünü söyleyerek ifade etmişti. Nasıl ki Songül sıcaklığına sığındığı kovuğunu kaybetti, Sadi de ışığını kaybedince zifiri karanlığın tam ortasında kaldı.Songül’ün her kırgın, inanmayan bakışı Sadi’yi öldürdü ama ne çare! O kırgın bakışların sebebi ve Sadi yavaş yavaş anladı Songül’ü ne kadar incitip, perişan ettiğini. Kafede Derya ile konuşurken de “İnsan sevgilisinden, eşinden bir şey saklamaz!” diye bunu itiraf ederken de, Derya’dan çaresizce yardım isterken de aslında Sadi’nin girdiği karanlıktan nasıl çıkacağına dair en ufak bir fikri bile olmadığını anladım.

Şimdi Sadi istese yapardı diyebilirsiniz ama durumun o kadar farkında değildi ki, attığı her adım Songül’ü daha da sinirlendirmekten, daha da üzmekten başka bir şeye yaramadı. Neden biliyor musunuz? Kadının yatağının üstüne notlar yazdı, hediyeler aldı, hikayesini anlattı ama mesela özür dilemedi. “Sana yalan söyledim, hatalıyım, özür dilerim!” demedi. Geçmişi anlatırken artık onunla hiç bir ilgim yok, bak ben senin yanındayım da demedi zira bunları dediğini, Songül’ün bildiğini düşünüyor. Daha önce de “Seni seviyorum” dememiş, imalarla, yaptıklarıyla gösterdiğini düşünmüştü ama Songül asla hissedemedi bu sevgiyi, bu yüzden de aldatma durumun hemen inandı. Sadinin en büyük sorunu bu, olayları kendince anlatıyor ancak karşı tarafın beklentisini asla hesaba katmıyor. Halbuki Songül dibe batmış vaziyette, ne yapsa çıkamadı o çukurdan ve bir noktada Sadi’nin bunu görmesini bekledi ancak nafile. Kimse Songül’ün sessiz çığlıklarını, yardım çağrısını duymadı. Zaman geçtikçe o daha da içine kapandı ve artık kontrolünü tamamen kaybetti.

Songül belki de anne, babasını kaybettiğinden bu yana ilk kez bu kadar ağır bir buhran içerisinde kaldı. Doluya koysa almıyor, boşa koysa dolmuyor. Evde kendine hakim olmaya çalıştıkça daha da dibe battı. Aslında gerçekleri yüzlerine çarptıktan sonra rahatlaması gerekiyordu ama Songül daha da beter bir hale geldi. Bir yanı Sadi gerçekten Derya’ya gidecek diye korkarken, diğer yanı en ağır faturayı kendisine kesti. Songül yaşanan olayların ardından faturayı kendisine kesmeye çok müsait bir karakter. Daha önce ailesinin katilini bulamadığında da aynısını yapmıştı, şimdi de yine aynı noktada. Sadi’yi hala çok sevdiği için, ona hala inanmak istediği için kendine çok kızıyor. Mantığı ona “Artık ona inanma!” dedikçe, kalbi ona acı gerçeği en ağır şekliyle hatırlattıkça Songül iyice dibe vurdu zira duygularını hala bastırmak için kendisiyle amansız bir savaşa girdi. Asla kalbiyle, öfkesiyle, duygularıyla yüzleşmek istemiyor ve hal böyle olunca da arafta kaldı.

Songül büyük yüzleşmenin ardından kendini tamamen kapattı. Evde Sadi’yi dinlemiyor hatta onun dediği en ufak bir şeyi bile dikkate almamak için büyük bir mücadele içerisinde. Evde onu sürekli kendini kontrol altında tutmaya çalışırken izledik çünkü biliyor, en ufacık zaafında Sadi o açıktan içeri girer ve yeniden tüm kaleleri zapt eder. Bu yüzden kocasına karşı kendi kalbi ve onun göstermeye çalıştığı aşkla mücadele etti ancak Songül’ün fark edemediği şey şu : Bu verdiği savaş Sadi’ye karşı zafer gibi dursa da, kalbini öldürmeye başladı.

Songül tamamen kontrolünü kaybetti. Bunun en bariz ispatı da emniyette yaşananlar oldu. Songül evde tutmaya çalıştığı öfkesini, iş yerinde tutamadı ve bir faile saldırdı. Şimdi burada artık Songül’ün kendisi olmaktan çıktığını bariz bir şekilde söyleyebilirim. O böyle biri değil, aksine işi konusunda oldukça sakin, aklı selim davranan biriydi ancak artık başaramıyor. İçinde yaşadığı acı ve öfke onu ele geçirmeye başladı. Emniyette kavga çıkardı, yetmedi istifa etmeye bile kalktı. Şimdi burayı biraz konuşmamız lazım diye düşünüyorum. Daha bir gün önce Sadi’ye “İşime olan aşkım, sana olan nefretimden daha fazla!” dedi ya, bariz bir şekilde doğru değil bu. Songül ‘ün Sadi’ye duyduğu sevgi, her şeyin ötesinde bence. Yoksa işini düşünen, bu kadar kontrolden çıkan birinin ilk hareketi tanık koruma programından affını istemek olurdu. Songül’ se bunu yapmadı. Aksine programda kaldı zira her şeye rağmen Sadi’den ayrılmak istemiyor. İçindeki öfke onu bitiriyor ama o acısına baka baka yaşamayı, onsuz yaşamaya yeğliyor. Buna siz ne dersiniz bilmiyorum ama ben aşktan delirme noktasına gelmek olarak görüyorum. Songül öyle bir ruh haline girdi ki Taylan bile ona kızmak yerine, yanında oldu,destek çıktı. Tıpkı Yaver’in de Sadi’ye destek çıktığı gibi…

Yaver, olanları çok anlamasa da Sadi’nin yanında ve yengesiyle ağası barışsın diye didindi, durdu. Bugüne kadar Sadi’nin Yaver’e “Gerçekleri duyunca bana kızma” dediğini hiç duymamıştım. Daha doğrusu bu ikisinin ilişkisini hem tamamen biat olarak görmüştüm ama öyle değil sanırım. Aksine, Sadi Yaver’in de kendisine kuzacağını düşündü. Olanlarda en büyük suç Sadi’de ve evet Songül dışında birilerinin de ona aslında kızması gerekiyordu. İlişkiler hususundaki saflığını belki de bu şekilde yıkabilir de Songül belki onu affederse, bir daha aynı yanılgıya düşmez.

Yaver gibi can dostunu sarsmaya çalışan biri daha var: Meltem. Şimdi açık konuşayım bu karakter hakkında hala çok da pozitif değilim. Onu, motivasyonunu anlamakla beraber hiç tanımadığı bir kadına düşmanlık beslemesinin siniri hala bende mevcut ama bazı hususlarda da hakkını teslim etmem lazım diye düşünüyorum. Meltem dizideki en net bir kaç karakterden biri, ne düşünüyorsa söylüyor, yanlışa doğru demiyor ve bazı şeyleri anladıkça Derya’ya olan söylemleri de sertleşti. Arkadaşını gurursuzlukla suçlarken içten içe Songül’ün haklı olduğunun da ayırdına varmaya başladı diye düşünüyorum. Ancak hala ilk cümlemin arkasındayım, Meltem henüz kendini affettirmiş değil. Dostuna başka bir kadına düşmanlık etmeden de destek olabilirdi ki bence bunu yapmayı bir an önce öğrensin zira Mert’in başına gelenlerin ardından birilerinin Derya’yı toplaması gerekecek.

Mert ve arkadaşları kelebeklerin kurduğu bir oyun yüzünden neredeyse ikinci şanslarını kaybediyordu. Gelincikler bir cezaevi aracıyla başlangıç noktasına doğru ilerlerken tabii ki dillerinde tek bir cümle vardı : Sadi hocayla vedalaşamadık. Bu çocukların hepsinin baba eksikliği var, bu yüzden Sadi onlar için su kadar değerli bir insan. Sadece öğretmen olarak bakmıyorlar, baba olarak da görmeye başladılar. Bu düşüncelerinde de haksız sayılmazlar, yine en zor anlarında Sadi gölgelerin arasından çıkıp, geldi. Onları büyük bir kaybedişten kurtardı. Ben bunu Sadi için de çok değerli buluyorum. Birden fazla ruha dokunuyor, yardım ediyor ve onlardan asla vazgeçmiyor. Babalar böyle değil midir?Hep çocuklarının yanında olurlar. Gelincikler öz babalarından yana çeşitli sebeplerle belki şansız oldular ama iyi olmalarının karşılığını Sadi Payaslı ile aldılar.

Sadi Payaslı’nın hayatına habersizce dokunup, değiştirdiği biri daha var :Araz! Şimdi ne alaka dediğinizi duyar gibiyim ancak gerçekten böyle olduğunu düşünüyorum. Araz, Sadi ile yaptığı geçmiş konuşmasından sonra annesinin peşine düştü, hayatının en büyük kabusunu yaşarken gelincikleri de böyle anlamaya başladı. Hastane odasında Sadi ona yanındayım dediğinden bu yana Mert’i saymazsak daha farklı bir kişiliğe büründü. Mesela gelinciklerin başına bu gelmesin diye büyük bir mücadele verdi, uğraştı hatta arkadaşlarıyla kavga etti. Bunların hepsi Araz’ın değişiminin ayak sesleriydi ki bu değişime en az Sadi kadar katkı sunan biri daha var :Aylin!

Aylin ve Araz ilişkisi çok tatlı bir şekilde, sağlam temellere dayanarak ilerliyor diye düşünüyorum. Aylin, Araz’ın herkesten sakladığı gizli bahçesi gibi oldu. Mesela onu kimseyle paylaşmıyor, herhangi bir amaçla yanında durmuyor. Gelinciklerle olan savaşında en büyük kozu bu olurdu ama Gizem’i Mert’e kullandı ama Aylin’i kullanmadı. Özellikle de Aylin’in her gidişinin ardından sıcak gülümsemesiyle yeniden Araz’ın yanında olması, Araz için anlamı çok büyük bir hareket. Hayatındaki herkes onu terk ettiği için öfkesini başka şeylerden çıkaran bir çocuk, bir gülümseme ile içindeki iyiliği görmeye başladı. Bu hikaye size de tanıdık geldi mi? Araz ve Sadi arasındaki organik bağı görmemek için kör falan olmak lazım ama ikisi de aynı yerden yaralı olduğuna göre belki de onların umutları bir gülüşün ardındaki gözlerde saklıdır.

Araz kendi güvenli alanında yaşarken, Sadi de kaybettiği aşkını geri kazanmak için büyük bir savaş veriyor. Artık sözlerle, hediyelerle geri alamayacağını anladığı karısının “Evli olduğumuz sürece parmağından asla çıkmayacak!” dediği ferayesini sattığını duyunca, o da kıyamasa da Songül’ün üstüne gitmeye karar verdi. Bu yüzüğün artık son nokta olduğunu, Songül’ün aşkından vazgeçmeye başladığının farkına vardı. Sadi, aşkının ruhunda acıya sebep olduğunu bilse de bir yıkıma sebep olduğunu bilmiyordu o yüzden de “Daha önce de beni yargıladın, on saniye bile dinlemedin!” diyerek zaten kendini zor zapt eden Songül’ün kendisini kaybetmesine sebep oldu. Evde ailesinin ardına saklarken kendisini, Sadi de tam da o güvenilir alanıyla saldırıya geçti ve sanırım hayatındaki en büyük azabı yaşayacağı bir olayın olmasına sebep oldu, Songül bir zamanlar Sadi’nin yaptığı gibi hayat ve ölüm arasındaki ince çizgiye kendini getirdi.

Bu noktadan sonra ne olur bilmiyorum ama Sadi için bir şeylerin kökten değişeceğini biliyorum. “Ben bir kadını mutlu edebilir miyim?” korkusunu yaşayan bir adamın, her şeyim dediği kadını kendini öldürme noktasına getirmesini kaldırabileceğini sanmıyorum. Sadi ve Songül’ün hayatında artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak. Onları ya cennet bahçeleri ya da aşk acısıyla kavrulacakları cehennem kuyuları bekliyor. Bakak, görek o zaman.

Bu hafta da tabii ki Devrim’in karakterine olan katkılarındam bahsetmeden yazımı bitirmeyeceğim. Dizinin son üç bölümü tamamen Songül odaklı ilerlediği için karakteri her yönüyle analiz etme şansı buldum. Özellikle de Devrim Özkan, her hafta Songül’den bambaşka bir duyguyu bir zen ustası kıvraklığıyla ekrana taşıdı. Songül’ün acısı, öfkesi derken kendini kaybeden, aşktan gözü dönen bir kadının gözlerine kadar işleyen acısını iliklerime kadar hissettim. Özellikle de boks yaptığı anla, son sahnede bugüne kadar sergilediği en iyi performanslardan birini sergiledi diye düşünüyorum. Son sahnede durduğu mesafe, sesinin titremesi, ağlarken saf bir korku ve öfke karışımını aktaracak tonu net bir şekilde yakalaması zaten iyi yazılan bir sahneyi zirveye taşıdı. Bu hafta özellikle sakinliği koruduğu sahnelerde, aralarında boy farkı bulunan Ertan Saban’la da altın mesafeyi koruyarak sahnenin her duygusunu mimik ve jest kaçırmadan aktardı. Songül’ü onunla izlemenin keyfi bir başka oldu.

Son sahnede özellikle Ertan Saban ile aralarındaki ahenge ayrıca bayıldım. Ertan Saban’ın bölüm boyunca sadece beden dili ve en az mimikle Sadi’nin tüm duygusunu tek hareketle vermesi de sanırım üstad olmakla alakalı diye düşünüyorum. Emeğine, gönlüne bereket olsun.

Bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere. Sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Hoşçakal Hisarönü Hastanesi ( Hayat Bugün,8.bölüm)

YAZAR: Simay DEMİR

Bu dünyadaki en güzel şeylerden biri hayal kurmak bence; gerçek olsun yahut olmasın, yaşansın ya da yaşanmasın hayal kurmak insanı ayakta tutan, güç veren, motive eden çok etkili bir şey. Barış mesela bence onun bu kadar mükemmel bir doktor olmasının sebebi; bir gün ablasının öldüğü hastanede kimsenin ablası bu şekilde ölmesin diye doktor olmayı hayal etmesiyle oldu. O bir hayal kurdu ve bunu gerçekleştirmek için bir yola çıktı. Bu yol onu kendini gerçekten ait hissettiği bir yere getirdi ve şimdilik kısa bir mola vermiş olsa da zamanı geldiğinde hayallerini gerçekleştirmek için kaldığı yerden devam edecek.

Barış Güvener Hisarönü Hastanesi’ne başladığında bir hayali vardı; o, bu sistemi bu hastaneyi değiştirecekti. Ablasının öldüğü bu yerde o, yepyeni umutlar ve düşler kurulmasını sağlayacak ve bu şekilde ölüme huzur içinde gidecekti. Evet ilk başta yalnız olduğunu düşünüyordu, belki sadece bir süre için kendine izin vermişti ama yine de olmasını istediği tek şey buydu.  O hastaneyi iyileştirmek, o hastanede tedavi görmek isteyen hastaların iyileşerek evlerine gittiğini görmek belki de en büyük hayaliydi.  Fakat sonra bir kızı olacağını öğrendi, ekip arkadaşlarını kardeş gibi görmeye başladı, dostları oldu, yeniden bir ailesi oldu. Hayalleri orada duruyor evet ama artık o hayalleri paylaşan bambaşka insanlar da var çevresinde. Yalnız başladığı bu yolda kocaman bir aileyle devam etmeye başladı. Şu an hayallerini gerçekleştirmek için kısa bir mola vermiş olabilir ama ben eminim ki çok daha iyi bir şekilde geri dönecek , çünkü o her soruna bir çözüm, her derde bir derman bulabilecek kadar azimli bir insan. Yine de Barış’ın ilk başta verdiği sözlerin tamamını yerine getiremeden mola vermesi bana pek Barış’lık bir hareket gibi de gelmedi, Yaptığına çok saygı duymakla beraber onun biraz mola alması bana oldukça garip geldi, yine de onun umudu bana da umut oldu, iyi ki değdi hayatıma.

Barış karakteri benim için hep umut dolu olup, bu umudu karşısındakine de aşılayabilen biri olarak kalacak. Onu izlemeye başladığım ilk bölümden itibaren çok sevdim, Evet belki ekran macerası kısa sürdü ama yine de bir sağlık çalışanı olarak onu çok güzel hatırlayacağım bir çok değerli iz bıraktı bende. İdealist, umutlu, zeki ve olanca heyecanıyla bu ekranlardan bir Barış Güvener geçti. Barış’ın en sevdiğim özelliklerinden biri de bunca karmaşanın umutsuzluğun içinde karısı ve kızına sımsıkı sarılması oldu. O hayatın ona karşılığı çok ağır olsa da verdiği ikinci şansı kaybetmemek adına hayattaki en büyük amacına kısa bir mola vermeyi kabul edecek kadar seviyor ailesini. Güvener ailesi şimdi birbirine tutunarak bu hastalığında üstesinden gelmenin bir yolunu mutlaka bulacaktır. Barış ve Gizem’in ilişkisi bana hep çok nahif gelmiştir. Boşanmış olsa bile birbiriyle dost kalabilmiş, birbirine saygı duyan ve birbirlerine ihtiyaçları olduğunu anda hiç düşünmeden birbirini yanında olan bir çift.  Birbirini yıpratmadan, kırmadan dökmeden sevgilerini yaşamaları onları benim için hep çok özel kılacak. Onlar tüm olanlara rağmen birbirlerine umut ve sığınakları oldular, kızları Bilge’yle hep çok mutlu olmaları dileğiyle.

Ben en az Barış ve Gizem kadar mutlu olmalarını istediğim bir çift daha var: Derin ve Aras. Onlar aslında birbirbirini kaybetmemek için birbirinden uzak durmuş, korkuları yüzünden aşklarını yok saymış iki deli aşık. Onları birlikte çok az izlemiş ve doyamamış olsam sonunda mutlu olduklarını bilmek çok güzel.  Ben hastaları için canını hiçe sayan, cesur ve zeki Derin’i çok sevdim açıkçası. Onu tanıdığım ilk andan itibaren hastaları için yaptıklarını gıptayla izledim. Evet çoğu zaman kendi sağlığını, hayatını hastaneye adamasına kızsam da o ne yapıyorsa daha fazla insan hayatına dokunmak için yapıyordu. Bu yüzden onu hep çok güzel hatırlayacağım. Ben Derin Nalbantoğlu’nu izlemeye başladığım ilk andan itibaren en çok merak ettiğim şey neden tüm hayatını hastaneye endekslediğiydi. Zamanla bunu duygularından kaçmak, annesiyle olan problemlerinin üstesinden gelmek ve suçluluk duygusunu bastırmak için kullandığını gördüm. Aras onun önüne atlayıp vurulduğunda mesela; o hastaneden çıkana kadar kendisi de hiç bir yere ayrılmamış orada kalmıştı. Annesiyle yüzleşmemek için nöbetleri bahane edip durmuş ve Aras’a olan duygularından böyle kaçıyordu. Onun da metodu buydu. Annesiyle arasını düzeltmesine de Aras’la yepyeni bir ilişkiye başlamış olmasında da çok sevindim. Çünkü o da Aras da bunu en çok hak eden kişilerden. Hep çok, çok mutlu ve huzurlu olmaları ümidiyle.

Aras benim bu dizideki en sevdiğim karakter sanırım. Olgun kişiliği, idealist yapısı, Derin’e olan aşkı, işine olan sevgisi çok özeldi bana göre. Gözü kara biri oluşu, hastaları için hep en iyisini istemesi ve ekip arkadaşlarına verdiği destekle o Barış’ın  dostu ve güvendiği biriydi. Değişime inanıyordu, kuralları vardı ve bunu da sapkınca değil idealistçe savunuyordu. Hisarönü Hastanesi için büyük bir şanstı Aras. Her zaman doğru bildiğini yapsa da sevdiği insanlara görünmez bir şekilde kol kanat geriyordu. Derin’se Aras’ın en hassas noktası, en kıymetlisiydi. Onu hep sevdiği kadını kaybetmemek için onu kaybetmeyi göze alan, yürekten seven bir insan ve çok iyi bir cerrah olarak hatırlayacağım. Umarım Derin’le çok güzel bir hayatları olur.

Benim Hayat Bugün de Derin Aras ilişkisi kadar sevdiğim bir ilişki daha vardı: Derin ve Suzan’ın  ilişkisi. Onlar en zor zamanlarda birbirinin yanında olan iki dost iki sırdaştı. Derin sonsuz bir boşluktayken Suzan onu hiç yalnız bırakmadı. Derinse Suzan’ın  en ihtiyaç duyduğu anda hep bir adım mesafedeydi ve hep birbirilerine iyi gelen bir ikiliydi onlar.

Suzan Mayer Barış’ın bu yolculukta güvendiği, kendini emanet ettiği; dostu, arkadaşı biricik doktoru. Barış’ın bu savaştaki sol kolu o. Ben Suzan’ın  hikayesini, Ömer’e olan aşkını, anne olmak isteyişini, hastaları için çırpınışını hep büyük bir zevkle izledim. Korkularına rağmen cesaretle işine devam etmesini, Barış’a ve Gizem’e sonsuz desteğini, Derin’le olan güzel arkadaşlığını ve Hisarönü Hastanesi için koşturmacasıyla benim için hatırlanmaya değer bir karakter olarak yerini alacak. Ben inanıyorum ki bir gün onun karşısına Ömer kadar seveceği, onu Ömer kadar seven biriyle karşılaşacak.  Bir gün çok güzel bir anne olacak, Derin ve Gizem’le çocuklarının yaramazlıklarını, okula başlama süreçlerini, tecrübelerini paylaşacak ve çok çok iyi bir ebeveyn olacak. Çünkü o tüm bunları sonuna kadar hak ediyor.

Ebeveynlik sınavında sonunda başarılı olan biri daha var: Ali Haydar.  Ali Haydar’ı  izledikçe öğrenmemin, yaşadıklarından ders almanın, pişman olmanın bir yaşının olmadığını gördüm. Oğluyla olan ilişkisi, onu yeniden kazanma çabası, Elçin’in ona olan sevgisinin nasıl öfkeye dönüştüğünü ve adım adım gelişimlerini izlemek benim için çok zevkliydi. Onlar baba oğul yeniden birbirlerinin yaralarını saracaklar, ben inanıyorum.

Hayat bugün sağlık sistemiyle ilgili verdiği mesajlarla, sağlık çalışanlarının da birer insan olduklarını, ailelerinin olduğunu, sorunlarının olabileceğini, şiddetin her an yanı başlarında kol gezdiğini, organ bağışının ne kadar önemli olduğunu ve daha sayamadığım bir çok şeyi öyle güzel, öyle  gerçekçi yansıtıyordu ki izlerken çoğu zaman göz yaşlarına hakim olamadığım bir diziydi. Yine de bazı aksaklıklar vardı ve bunları dile getirmek zorundayım. Özellikle uyarlama işlerde karşımıza çıkan en önemli sorun burada da maalesef kendini gösterdi. Orjinal hikayesi herkesçe malum bir dizi çok yanlış noktalarla ekrana taşınınca ilk tadı veremedi ve bu da dizinin sonunu getirdi diye düşünüyorum. Güzel konulara değindiler ancak o değinilen konular dizinin tamamına yayılmadı. Kopuk kopuk kamu spotu şeklinde olunca beklenen son geldi ve seyirci ekran kapattı.

İlk gördüğüm hataysa Barış Güvener karakterinin kendisindeydi. İdealist, umut dolu, çalışkan bir doktor görüntüsü veriyordu ama bir taraftan da ” Ben tedavi olmak istemiyorum, arkamda bırakacağım kimse yok!” noktasındaydı. Bence bu durum karakterin inandırıcılığını sildi, götürdü. Halbuki yavaşlamak istemiyorum, insanlara yardım etmek için hızlı, dinç olmalıyım, beni yavaşlatmadan iyileştirin derken hayata da tutunmaya devam ettiğini dile getirseydi çok daha farklı olabilirdi diye düşünüyorum. Bir yanda tamamen umutsuz olup diğer yanda umut aşılayamazsın bence. Barış’a hayranım ancak bu durumları benim bile kafamı allak bullak etmişti. Bu sebeple açıkçası senaristlerin karakteri daha ilk bölümden sağlam bir temele oturtmadığı kanaatindeyim. Bu sebeple de seyircide de bir karşılığı çok olmadı. Ben biz derdimizi anlattık seyirci anlamadı demek istemiyorum zira benzer türdeki işlerin rekorlar kırdığına da defalarca kez şahit olduk.

İkinci ve en önemli hataysa New Amsterdam uyarlaması bir dizide gönül işlerine çok büyük ekran süresi ayrıldı. Uyarlamaların altın kuralıdır birebir aynı olmak zorunda değildir ancak bir işin bir ruhu varsa da onu incelikle vermek zorundasınız. New Amsterdam tüm dünyadaki sağlıkçıların takdirini kazanmış, hep bir derdi olan, baş kaldırısıyla sistem eleştirisinde oldukça cesur olan bir dizi. Aynısını bekledim. Evet sağlıkta şiddet gibi birçok konuya değinildi ama bu dizinin bütününde değil, hep sona doğru gelen sahnelerle oldu. Dizinin tamamına yayılmayıp, ana çatışmasına dahil edilmeyen bu eleştiriler de benim kanaatimce kamu spotu tarzında ama birilerini de kızdırmayalım şeklinde cereyan etti. Halbuki sağlık alanında bile tonlarca sorunumuz var. Mobbinge uğrayan sağlıkçılar, uzun çalışma saatleri, toplumsal baskıya, ayrımcılığa maruz kalan kişiler, bunların tercihleri gibi tonlarca konu vardı. Ancak dizi şiddet konusunun dışına da pek çıkmadı. Ben şahsen tıpkı New Amsterdam’da olduğu gibi izlemek isterdim ama sağlık olsun olmadı.

Yine de her şeye rağmen özel bir dizi izlediğimi düşünüyorum. Bu yolculukta bize eşlik eden herkese çok teşekkür ederiz.

O zaman yepyeni bir macerada görüşmek üzere, hoşçakalın ve sağlıkla kalın.

ANKA KUŞU (Kızılcık Şerbeti,6.bölüm)

YAZAR :Simay DEMİR 

Anka kuşunu bilmeyeniniz yoktur herhalde; Anka kuşu deyince aklımıza ilk gelen küllerinden doğması olur ama aslında kendi ateşinde kasıp kavrulan ve yanarak ölen sonrasındaysa aynı ateşin külüyle dönüşen ve böylece yeniden doğan bir kuştur. O kendi ateşiyle yanıp kavrulurken aynı ateşin kalıntılarıyla yeniden kendini bulmasıyla yani kendi yolculuğuyla kendini var eden bir kuştur aslında. Doğa’ya her baktığımda düşündüğüm şey tam olarak bu oluyor. Acaba diyorum acaba Doğa’da bu yolculuğa Anka kuşu olmak, kendi elleriyle yaktığı ateşte kavrulup yeniden doğacağı için mi başladı?

Doğa şu anda kendi kararlarını kendi hür iradesiyle alamayan, kendi başına hareket edemeyen biri. Umutlarını bu evliliğe ve Fatih’e bağlamış durumda. Evet Fatih’i hala deli gibi seviyor bu hayatta onsuz olamayacağını düşünüyor fakat şu da bir gerçek ki aşk tüketilen, hoyrat davranıldıkça maalesef ki yok olan bir duygudur. Eğer aşk zamanla sevgiye dönüşüp de aşkı beslerse o ilişki sonsuza kadar gider ancak tersi durumda ne yazık ki ilişkiler bitmeye mahkumdur. Fatih yaptıklarıyla Doğa’nın aşkını yavaş yavaş kendi elleriyle öldürüyor. Fatih Doğa’nın ona olan aşkıyla sevgisiyle onu sınadıkça aralarında oluşan boşluk biraz daha gözle görülür hale geliyor. Bence Doğa’nın Fatih’in dahi haberi olmadan okula dönme kararı alması onun için uyanışın ve yeniden doğuşun başlangıcı.

Doğa aslında çok cesur bir kadın annesinden bu kadar çekinmesine rağmen ona karşı koydu ve evlendi. Evet Fatih’i çok seviyor ama annesinin haklı olduğunu anladığı an okuluna geri döndü ve annesinin haklı olduğunu sesli bir şekilde dile getirdi. Bu kabulleniş aslında çok önemli çünkü çoğu insan yaşadıklarını kabul etmediği gibi bunları yok sayarak yaşıyor. Tıpkı geçen hafta şiddete uğradığı halde hayır o beni seviyor diye uygulanan şiddeti görmezden gelen, sevgiye yoran, şiddet gördüğünü kabul etmeyen kadın gibi, halbuki Doğa “Annem haklıydı” derken başına gelenleri çoktan kabul etmiş ve bir çıkış yolu aramaya başlamıştı bile. Bu bence çok büyük bir gelişme çünkü ben Doğa’nın bir an yaşayacaklarını sineye çekip öylece oturacağını düşmüştüm. Ama okula dönme hareketiyle Ünal ailesinin kurallarına boyun eğmeyeceği anlamına geliyor benim için. Yine de ben inanıyorum ki Fatih birazcık Doğa tarafından olaylara baksa evlilik hayatları da aşkları da bu kadar sancılı olmayacak.

Fark etmişinizdir Doğa ve Fatih’in kavga etmelerinin tek sebebi aileleri daha doğrusu Ünal ailesiyle birlikte yaşamaya çalışmaları. Onlardan bağımsız konuştuklarında, buluşup vakit geçirdiklerinde yahut sadece ikisini ilgilendiren bir konuda karar aldıklarında aralarında tek bir gerginlik oluşmuyor. Aksine çok uyumlu ve tatlı bir çift oluyorlar ama söz konusu ailelere geldiği an anlaşmazlık ve kavgalar başlıyor. Çünkü tam o an Fatih tıpkı Pembe gibi Doğa’nın sadece ona söylenen şeylere göre hareket etmesini istiyor.

Fatih Doğa’yı seviyor amenna ama şöyle bir gerçek var ki o Doğa’yı anlamıyor, anlamamak için direniyor. O böyle yaptıkça Doğa ondan gün be gün uzaklaşıyor ve Fatih bunu fark etmiyor bile. Çünkü Fatih aslında önünde duran büyük bombayı henüz fark edebilmiş değil.

Fatih abisinin sorunları olması nedeniyle Ünal ailesinin yegâne varisi olarak bir dediği iki edilmeyecek şekilde büyütülmüş. Bunu babasının en önemli işleri kendisine gözü kapalı vermesinden, abisi Mustafa’ya bir görev verileceği zaman iki kere düşünülmesinden çok net görebiliyorum. Fakat Fatih’in yanıldığı konu tam da burada başlıyor; bu onun evliliği ailesinin değil. Fatih Doğa’dan bir Nilay, bir Nursema olsun istiyor ama onun sevdiği, aşık olduğu kadın bunların hiçbiri değil ve Fatih böyle devam ederse bunu çok acı bir şekilde öğrenecek. Üstelik o Doğa’ya istemediği hiçbir şey yaptıramaz zira her ne olursa olsun arkasında Kıvılcım gibi bir kadın var.

Kıvılcım’ı tanıdıkça ona daha çok hayran oluyorum açıkçası. Birçok düşüncesi o kadar doğru ki; özellikle kız çocuklarının okuması, kariyer yapması, kendi ayaklarının üzerinde durması konusunda o kadar doğru şeyler söylüyor ki her seferinde daha çok sempati duyuyorum kendisine. “Bir kadının övünmesi gereken şey çeyizi değil kariyeridir.” İşte bence Kıvılcım’ın hayat felsefesi tam da bu.

Ben kıvılcımın bu disiplin anlayışının, bu baskıcı yapısının ve çocukları üzerinde kurduğu bu kuralcı davranışının sebebini hep çok merak etmiştim. Başta annesini gördüğümde bunun ondan kaynaklı olacağını hiç düşünmemiştim. Hatta acaba babaları çok disiplinli olduğu için mi Alev tam tersi tavır sergilerken Kıvılcım tam bir despot gibi davranıyordu diye düşünmeden duramıyordum . Açıkçası annelerinden kaynaklı olduğu aklımın ucundan dahi geçmemişti. Çünkü annesi anlayışlı, orta yolu bulan biri konumundaydı. Şimdi görüyorum ki aslında Kıvılcım’ın da Alev’inde böyle olmasının tek sebebi Sönmez. Çünkü Kıvılcım’ın ne kadar iyi bir anne olduğunu gördüğü halde hala çocukları konusunda ona kendini yetersiz hissettiriyor, disiplinini sorguluyor ve çocuklarının yaptıklarından onu sorumlu tutuyor. Aynı şeyi aynı şekilde Alev’e de yapıyor. İşi, yaptıkları ve karakteri hakkında sürekli onu eleştirip onun kendini yetersiz hissetmesine sebep oluyor. Kıvılcım aslında çok bir şey istemiyor; takdir görmek çocuklarına yetebildiğini hissetmek ve onların kendi ayakları üstünde durduğunu görmek. Yine de artık ona kendini iyi hissettiren bir kişi var : Ömer Ünal. Ömer’in bence herkesten Farklı olan özelliği de bu.

Ömer Kıvılcım’a değer veriyor, iyi yönlerini görüyor, anneliğini, eğitimci kişiliğini ve kadınlığını onun saygı ve kırmızı çizgilerini görüyor ve hepsine ayrı ayrı saygı duyuyor. Mesela o şiddet olayında Kıvılcım’la gurur duyduğunu söyleyen tek kişi Ömer oldu. Annesi dahil herkes onun anneliğini sorgularken Ömer onu aslında ne kadar iyi bir anne olduğunu argümanları ile önüne serdi dahası Kıvılcım’ı anlayan destek olan ona kendini yalnız hissettirmeyen biri. Tüm bunlar Kıvılcım için çok kıymetli her ne kadar onun bunlara ihtiyacının olmadığını düşünse de bence her insanın bunlara ihtiyacı vardır. Zaten kendini sürekli Ömer’le dertleşirken bulmasından anlıyoruz ki Ömer’e güvenmeye de başladı. Fakat şöyle korkunç bir gerçek var ki kıvılcım Ömer’i boşanmış zannederken Ömer’in evliliği hala devam ediyor. Ve büyük ihtimal Kıvılcım bunu öğrendiğinde Ömer’e açtığı bütün kapıları sonuna kadar kapatacak. Zira Kıvılcım etrafındaki insanların onun hakkında ne düşündüğünü neler söyleyebileceğine çok önem veren bir kadın evli bir erkekle birlikte dedikodusunun dönmesi kadar onu incitecek bir şey olamaz. Üstelik Kayhan gibi, Yasemin gibi bunu bire bin katacak şekilde konuşacak etrafında çok insan var. O bu konuda kendini ne kadar anlatabilir bilmiyorum ama sonunda sanırım bu hikayede en çok üzülen o olacak. Ama ben inanıyorum ki Ömer kendini ona en doğru şekilde anlatacaktır çünkü Ömer için bu evlilik yıllar önce bitmiş zaten ve bunu Ömer’i tanıyan herkes biliyor. Bazen Ömer ve Abdullah nasıl kardeş diye düşünmeden, karşılaştırma yapmadan duramıyorum. Fakat biraz daha kafa yorduğumda görüyorum ki Ömer abisi gibi yapmayıp geçmişine ve ona dayatılan hayata baş kaldırmışken Abdullah geçmişteki düzeni sürdürmekte memnuniyet duyuyor.

Abdullah Beyin bir çok düşüncesi ve davranışı hoşuma gitmese de bu hafta Fatih ve Mustafa’ya olan tavrı çok hoşuma gitti açıkçası. İkisine de durumlarına ve yetebilecekleri seviyelerine göre davrandı. Öte yandan karısını yok sayışı, gelinlerine karşı gösterdiği anlayışsızlık hiç hoşuma gitmedi. Ayrıca özür dilemek adına Alev’e bir kucak dolusu kırmızı gül götürmesi yine Alev’in başına bela açacak ve ona sorulmayan hesaplar dönüp dolaşıp Alev’in canını sıkacak bu da cabası.

Kızılcık Şerbeti’ni yorumlamaya başladığım günden beri yazılarımı takip edenler görecektir. Ne Ünal ailesinin yaşadığı dini ne de Kıvılcım’ın karşıt görüşe hiç yazılarımda değinmedim, çünkü beni ilgilendiren onların inanışları değil bunu çevrelerine nasıl yansıttıklarıdır. Misal Pembe; kimse kusuruma bakmasın ama o dinine göre değil kocasının ona kızıp kızma durumuna göre hareket ediyor. Bir iyiliği yapıp yapmama kararını bile acaba Abdullah bey ne der bu duruma düşüncesini tarttıktan sonra yapıyor yahut vazgeçiyor. Ve açıkçası bu durum benim hiç ama hiç hoşuma gitmiyor. O dini maalesef ki kocasının sınırlarına göre yaşıyor

Doğa’nın gelişim göstermeye başladığı, herkesin tek tek nereye everileceğini az çok tahmin etmeye başladığım bir bölüm oldu. Emeği geçen herkese teşekkürler.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sizi Asla Affetmeyeceğim! (Gelsin Hayat Bildiği Gibi, 20.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT

Kalp kırılsa da atmaktan vazgeçmez! Aşk öyle bir duygudur ki insan onunla hep mutlu olmaz ama acısına bile minnet edersin. O his tüm ruhunu sararken, aşkı sadece mutlu anlar için yaşayamaz insan, acısı da güzeldir aşkın. Yüzyıllar boyunca aşkla ilgili yüzlerce söz söylenmiştir. İmkansızlığı, keskinliği, yakıcılığı derken binlerce eserin ana konusu olmuştur ama ben aşkın en çok en karanlık anlarda bile ışığı yakabilme gücünden etkilenirim. Bilirsiniz gün ağarmadan önceki son anı, en karanlık anıdır. Bu yüzden tamamen karanlığa gömülmeden güneş doğmaz. Songül şu anda bir zifiri karanlığın içine hapsoldu, ışığı olan gözlere bakamaz hale geldi ve bir körebe oyunu oynamaya başladı. Ne yapacağını bilemez halde günü geceye katarken, katran karası gecelerin içerisinde kalbinin kırıklarını ellerini kanatarak toplarken buldu kendini…

Yalnızlık insanoğlunun en çok korktuğu yatak altı canavarı gibidir. Süslü süslü insan yalnız doğar, yalnız ölür derler ama bence bu kocaman bir yalan. İnsan doğarken yalnız değildir, hiç kimsesi yoksa yanında annesi, onu doğurtan ebesi, doktoru, hemşiresi vardır. Ölürken de yine aynısı. Normal olan da bu zaten zira yalnızlık Allah’a mahsustur. Peki ya hayat bir şekilde sizi yalnız olmaya ittiyse ne olur? İnsan dışarıya karşı oldukça güvensiz bir varlık olduğu için yalnızlığa alışan bir insan kalbinin kapılarını kapatır, açmak istemez. Songül de o güzel kalbini uzun yıllar herkese kapattı, ailesinin intikamı için yaşadı. Aklında birini sevmek, hayatına almak olduğunu bile sanmıyorum ama işte evrenin biz ne plan yaparsak yapalım, bizim için beklenmedik şekilde bambaşka bir planı olabilir. Songül Ankara’da organizede görevli bir polis memuruyken kendini bir anda İstanbul’da eski bir mafya babasına aşık olmuş vaziyette, aile olma planları yaparken buldu. Songül Sadi’ye çok aşık oldu. Herkesten çok güvendi, sırtını dayadı, başını omzuna yasladı, hayaller kurdu. 12 yaşında hayatta en sevdiği iki insanı bir suikaste kurban veren Songül, belki de o yaşından bugüne ilk kez aile olmak istedi ki oldu da. Sadi ile güzel bir aile oldular, mutlu oldular ancak bir hastane odasının çöp kutusunda bulunan bir mektup bu hayallerin hepsini kumdan kaleler misali yıktı, Songül’ün de derin bir karanlığa gömülmesine sebep oldu. Aşkı acısından ayıramazsın derim hep ama maalesef bu acı Songül’ün kalbini, ruhunu söküp alırken onu da kapkara gecelerde, derin bir acıyla baş başa bıraktı.

Songül hayatında ilk kez yalnız kalmıyor ama bu defa başka. Daha önce ailesini kaybettiğinde bunda sadece onları alan düşmanlarının günahı var. Songül için bu katlanılmaz olsa da bir şekilde intikam duygusu, ailesine duyduğu sevgi ile yoluna devam etmeyi başardı. Peki şimdi neden olmuyor biliyor musunuz? Songül darbeyi en yakınından yediğini düşünüyor. En yakın arkadaşı ve aşık olduğu adamın kendisine ihanet ettiğine inandı. Ben burada asla Songül’ü suçlamıyorum. Onun yerinde kim olsa aynı şekilde düşünürdü. Sadi, Songül böyle bir şeye inansın diye her türlü alt yapıyı istemeden de olsa hazırlamış oldu. Songül ondan saklanan bir sır yüzünden kendini ihanete uğraşmış, aşağılanmış hissediyor. Ben yine de içindeki Sadi’yi öldürdüğüne inanmıyorum. Zira içindeki aşkı öldüren kadın, sevdiği adamın yokluğunda yine ona sığınmaz. Songül yalnızlığa çok alışık olsa da Sadi’nin yokluğunda bile ona sığındı. Onun yatağında yatıp, eski mutlu fotoğrafların altında acı çekti. Songül’ün eskiden olduğu gibi devam etmesi çok güç artık, zira o yalnızlık ne demek çoktan unuttu. Sadi o kadar uzun zamandır onun her nefesinde yanında ki, Songül ona müthiş kırgın olduğu, hayatında istemediğini kendine tekrar ettiği dönemde bile ona, onun kokusuna sığınıyor. İşte bu yüzden bu kadının yıkımı çok büyük oldu çünkü ailesinden sonra ailem dediği, güvendiği aşkını kaybetmenin acısını yaşıyor.

Songül, Sadi’ye kırgın, öfkeli ama bu duyguyu içinde tutmaya da kararlı. Aslında ilk başında neden söylemedi diye çok düşündüm. Songül’ün böyle bir şeyi içinde tutması, Sadi’nin yüzüne vurmaması çok saçma geldi. Melike ile konuşmasından sonra canımı daha da sıkan gerçekle yüzleşiverdim ve bu benim de canımı yaktı. Songül, Melike’den gelecek sinyal araştırması raporunu bekliyordu… Şimdi diyebilirsiniz ki bu senin canını neden yaktı? Nasıl yakmasın? Songül hala bir umut arıyor orada, affetmek için, o gözlere yeniden bakabilmek için daha doğrusu hapsolduğu karanlıktan sığındığı ışığa kavuşmak için bir bahane arıyordu. Elindeki donelerle Sadi’nin canına okurdu ama yapmadı. Emin olmak istedi, belki de yanıldı ve bunu ispat etmek istedi. İşte bu yüzden sakladı Sadi’den, ondan, gözlerinden kaçtı. Fark ettiniz mi? Songül, ayrılık kararı aldığından bu yana Sadi’nin gözlerine bakamıyor. Biraz baksa bile hemen kaçırıyor gözlerini. Hep söylediğim bir şey var, bu kadının bu adama bağışıklığı yok diye ki bu hafta da bunu net bir şekilde gördük. Songül kendisini aldattığına inandığı kocasına “Seni sevmiyorum!” diyemedi. Ben bunu Songül’ün hiç bir zaman söyleyebileceğini sanmıyorum. Songül yalan söyleme hususunda usta biri değil ancak Sadi’nin neredeyse aklını kaybetmesine sebep olacaktı. Songül o mektubu okurken nasıl ki aldatılmışlık hissiyle yandı, Sadi de Songül tarafından hiç sevilmediği düşüncesiyle küle döndü…

Sadi, bilmediği olaylar onu bir cehenneme hapsedene kadar bulutların üstünde yaşıyordu. Hayatında hiç yaşamadığı mutlulukları yaşıyor, belki de ilk kez gelecekle ilgili bir umudu beslemeye başlamıştı. O da Songül gibi tepetaklak oldu. Songül’ün bir anda kendini ondan geri çekmesi, Sadi’yi yağmurlu günde susuz bıraktı. Ne olduğunu bir türlü anlayamıyordu ama Sadi gerçekleri öğrendiğinde de çuvaldızı kendisine batırmalı, Songül nasıl bir yalana bu kadar kolay kandı diye sorgulamalı diye düşünüyorum. Sadi kendi içerisinde karısına çok aşık oldu, ona hayat gibi, nefes gibi baktı ama bunu ona hiç hissettirmedi. Sözler söyledi ama hayallerine ortak etmedi mesela. Sen benim kuzey yıldızımsın dedi, kızımın annesi sen ol demedi. O kendinden geçtiğinde kızımız olacak dedi ama bunu hiç Songül’ün gözlerine bakarak söylemedi. Hep onun anlamasını, ilişkiyi onun yönetmesine izin verdi. Doğal olarak da Songül ne yaşadığını hiç anlayamadı. Sadi çok seviyor ama bunu belli ederken oldukça zor zamanlar yaşıyor. Şimdi geçmişte bunu çok rahat yaptığını söyleyebiliriz ama bence hem yaş, hem de hislerin yoğunluğu ile alakalı bir karmaşa var ortada. Sadi, Songül ile dilini hiç bilmediği bir ülkede kalakaldı ve bu dili öğrenirken birden bire yalnızlığa terk edildi. Şimdi bu dili tek başına çözmeli, sevdiği kadını geri almalı, başka yolu yok….

Sadi sahilde Yaver’e “Sadi’cim, kocacım, aşkım” deyip de birden yabancılaştığını anlatırken aslında cevabı kendisi verdi. Zamanla büyüyen bir sevgi bir anda bitmez, o zaman bir şeyler olmuş olmalıydı ancak Sadi de Songül gibi en kötüsüne yordu bu meseleyi. Songül’ün kendisini hiç sevmediğine inandı. Peki yaşanan onca şeye rağmen Sadi buna nasıl ihtimal verdi? Misal, Derya için böyle bir şey hiç düşünmemiş ancak Songül’de hemen inandı. Bunun bariz iki sebebi var : Birincisi ilk ilişkisinde Sadi sevilen, o sevgiye aşık olduğunu sanan biriydi, ikincisi de Derya Sadi’nin karanlık tarafını, elindeki kanı, gözündeki hiçliği bilmiyordu. Songül bunların hepsini bilerek tuttu ellerini ve işin acısı Sadi zaten kendisini bu sevgiye de hiç layık görmedi. Ben Sadi’nin Derya’yı Songül kadar sevmediğini düşünüyorum. Zira onun ağzından ilk olarak bu ilişkiyi dinlerken “Ben Derya’dan sonra hiç bir kadının gözünde aşkı görmedim” dedi. Halbuki aşkı önce kendi içinde hisseder insan, karşısında aramaz. Sadi ise bunu aramış zira sevilmek isteyen, bunun yokluğunu çeken bir adam, o. Bundan ötürü ben Songül’e daha büyük bir aşkla bağlı olduğunu düşünüyorum zira Songül’ün gözünde aşkı görmeden aşık oldu, sevdi. Bence gerçek olan budur. Bu yüzden şu anda çok korkuyor, Songül’ün kendisini sevmeme ihtimali Sadi’yi damla damla tüketiyor ve o sadece sevdiği kadının ellerinden arasından kayıp gitmesini çaresizce izlemeye başladı.

Sadi ve Songül’ün ilişkisinde kontrol hep Songül’e oldu. Onun izin verdiği ölçüde Sadi ona yaklaşabildi. Bu yüzden eve gittiğinde her zaman rahatça girebildiği odanın kapısını bile tutamadı. Önceden Songül’ün kendisini sevdiğini, değer verdiğini düşündüğü zamanlarda rahatça açabildiği o kapı koluna elini bile sürmedi. Onun alanına saygı duyarken içindeki korku, endişe, kaybetme hissi Sadi’yi tamamen ele geçirdi.

Sadi’yi hiç böyle gördüğümü hatırlamıyorum. Songül ile geçen zor gecenin ardından tamamen savunmaya geçti. Songül’ün en zayıf noktalarını bildiği için o da vurmaya başladı ama cümle aralarından Songül’ün fısıltısını duysa konu çözülür ama maalesef Sadi de kendi iç sesinin gürültüsünden Songül’ü duyamadı. Sadece yurt dışına gidip, yaşama meselesinde bile karısının gözlerine baksa, o korkuyu görürdü ancak Sadi herhangi bir şeyi görecek ya da soracak durumda değil. O şimdi Songül’ün onu sevmediği düşüncesinde takılı kaldı ve bir andan ne oldu da onu sevmekten vazgeçti düşüncesinde kafayı yemekle meşgul. Halbuki bu bir makine değil, açma kapama düğmesi de yok. Kolayca birini sevmekten vazgeçemezsin ama sevgiyi hiç tatmamışsan, kendini de layık görmüyorsan bu bile sana mantıklı gelir.

Sadi, adım adım Songül’ü takip ederken, onun neden böyle davrandığını anlamaya çalışıyordu. Songül’ün neden ondan böyle uzak durduğunu, bir anda değiştiğini düşünürken onu adım adım takip etti. Karısına yönelen her tehdidi ortadan kaldırırken, gülüşünden mahrum kaldığı sevgilisinden vazgeçmek istemiyor ancak anlayamadı da… Halbuki biraz düşünse, biraz daha onu takip etse aslında tüm sorularına cevap bulacaktı. Songül ona bakamıyor, bakarken ağlıyor ve asla gülmüyor. Bu yüzden Sadi de Songül üzerinde her zaman işe yarayan taktikleri uyguladı. Erkeklerin biz kadınlarla ilgili bilmediği en önemli şey de bu değil mi? Bize taktik sökmez, biz sadece yemiş gibi yaparız ama karşı cins bunu hala anlamadı. Anlamıyor ki Sadi sırf Songül sinirlensin de içindekileri döksün diye uğraşırken, onun bu tutarsız hareketleri Songül’ü ihanete daha da inandırdı.

Songül amaçsızca sokaklarda gezerken kendini birden Derya’nın evinin önünde buldu. İçeriye bakarken aslında görmeyi beklediği tek bir kişi vardı ancak bunu da öyle bir korkuyla yaptı ki, bacakları titredi. Bir tarafı göreyim de bitsin derken diğer yanı görmekten deli gibi korkuyordu. Songül, Sadi’nin onu aldatıyor oluşu yüzünden içinden damla damla erirken, Sadi de Songül’ün onu daha önce söz verdiğinin aksine, o tahta parçasına tek başına binerek, yalnız bıraktığını düşünüyordu. Bu durum iki kişi açısından da arap saçına döndü. İki taraf da birbirini asla anlamıyor, kendileri tükenirken karşısındakini de tüketmeye başladıklarının farkına bile varmadılae.

Sadi ve Songül’ün içinde fırtınalar kopsa da onları bir arada tutan tek şey aşk olmadığı için başsavcının emri doğrultusunda gizli göreve gittiler. Orada aslında şimdilik söylenecek çok şey yok ama Sadi’nin Songül’ün derdini bu gizli görevde anladığını ama buna içten içe inanmak istemediğini düşünüyorum. Takma isimleri hususunda isimlerle ilgili konuşurken birden Songül’e “Emin Güngören mi olmamı istersin?” diye sordu. Songül’ün ona dokundurduğu onca lafın ardından, eski hayatındaki ismini ilk kez böyle kullanmasından bu anlamı çıkarıyorum. Bugüne kadar ilk kez böyle bir tepki verdi ve aldığı cevap sonrasında da bence bu durumdan gayet emin oldu. Yine de küçücük bir ihtimal de olsa bunun olmamasını umduğu için mi yoksa korkusundan mı bilmiyorum ama kapanmış bir defterin başına ne belalar açacağını hissetmesinden midir, sormadı. Eğer sorsaydı belki de kıyameti kopmayacaktı ama Sadi yine soramadı, Derya da her şeyden habersiz ikinci hayatına doğru yola çıktı.

Derya ve Kıvanç için artık aşk zamanı diyeceğimiz zamanlara geldik. Derya hayatının 18 senesini bir adamı bekleyerek geçiren ve en sonunda acı gerçeği kendine itiraf ederek, umudunu, beklentisini toprağın altına gömen bir kadın. Belki de bir adam tarafından hiç sevilmeyen Derya ilk kez sevilmenin huzurunu, mutluluğunu yaşıyor. Oğluyla, Kıvanç ile güzel bir geleceğin hayalini kurmak için kendine izin verdi. Kıvanç’ın bir anda Derya’ nın hayatının tamamına sirayet etmesi beni biraz rahatsız etse de Derya gibi ömrünü olmayacak bir aşkın gölgesinde harcayan bir kadın için bunlar güzel gelişmeler diye düşünüyorum. Kıvanç şimdilik iyi adam gibi dursa da erkek olunca insan bir çelişkiye de düşmüyor değil. Derya şu anda çok mutlu olsa da hala hayatının tam ortasında ömrünce söylediği bir yalan ona göz kırpıyor, o yalanı korumak için yaptığı her şey de ayağına dolanarak onu olmaktan en çok korktuğu masaya oturttu : Hakikatler masası.

Songül, sinyal araştırma sonuçlarını alımvs hem Sadi’yi hem de Derya’yı aynı masaya oturttu. Bu masanın herkes için anlamı farklı oldu diye düşünüyorum. Önce Sadi ile başlamak istiyorum. Sadi orada Derya’yı görür görmez aynı günün sabahında Emin Güngören ismiyle şüphelendiğini düşündüm durumun içinde buldu kendisini. Ben zaten Sadi’nin duruma hafiften uyandığını bu sayende çözdüm. Zira Sadi asla şaşırmadı, Derya’yı uyarmadı ve Songül’ü beklemeye başladı. Songül’ün gelişiyle tüm taşlar yerine otururken Sadi içinse bir umut hafif hafif yeşerdi. Zira günlerce içini kor gibi yakan bir soru cevap buldu : Songül tüm bunları hiç sevmediği için değil, çok sevdiği için yaptı. Aksi halde Sadi gibi gururlu, mağrur bir adam o masada tek bir dakika bile durmaz ya da asla susmazdı. Halbuki Sadi tam tersi bir davranış sergiledi. Tüm gece boyunca sustu, Songül’ün içindeki her şeyi boşaktmasını bekledi. Bu masada Songül aslında Sadi’yi terk etmek, Derya’ya da tüm öfkesini kusmak için gelmiş. Sözlerinin çoğu Derya’ydı. Bir çok şey söyledi ama orada Derya’ya yuvasını yıktığını, artık Sadi ile olmadığını, gönül rahatlığı ile birlikte olabileceklerini söylerken kurduğu bir cümle düşünmeme sebep oldu : Bana hiç dokunmadı. Songül gibi işine aşık bir kadın görevini riske atmaz. Herkes beş yıldır evli olduklarını biliyor ve bunu da riske atacağını sanmıyorum aksi halde bizim evliliğimiz sahte derdi. Ancak Songül o cümle öncesinde “Sadi benden gitmiş, ben onu uğurlayamamışım” dedi. Burada söylemek istediği çok açık :O beni artık sevmiyor, kalbime dokunmuyor, bu yüzden de al senin olsun. Buradan da Songül’ün Sadi’nin aşkını hissetmediğini gördüm. Sadi ondan uzak durdukça, arasındaki mesafeyi kapatmadıkça Songül’ün kalbine korku tohumlarını her gün bir parça ekmiş. Bu mektup ve fotoğraf da ortaya çıkınca sevilmediği kanaatine vardı ve Sadi’yi çok sevse de terk etti. Sadi artık sevildiğini bilmesine rağmen sevdiği kadının kendisinden gidişini izledi, bu dünyada en korktuğum şeylerden birisidir, sevdiğini kaybetmek…

Bu aralar sevdiklerini kaybeden bir tek Sadi değil, Araz, Aylin ve Gizem de tam bu noktadan büyük yaralar aldılar. Araz, Aylin için girdiği büyük kavganın ardından hem Vural’ı, hem Sevda’yı kaybetti. Sevda sırrını hislerine yenilerek dışarıya vurunca, Araz’ı kaybetme noktasına geldi. Doğal olarak da iki dostun arası açıldı. Vural ve Araz Sevda için kafa kafaya geldiler. Sevda’nın gidişi Araz’ı üzse de Vural’ı gidişi yıktı. Çocukluk arkadaşını, can yoldaşını kaybetti, Araz. Şimdi burada Araz’ın en büyük sorunu empati eksikliği diye düşünüyorum. Aksi halde aslında kendisinin de Vural ile aynı şeyi yaptığını anlardı. Araz Aylin için arkadaşlarıyla kavga etti, Vural da Sevda için. Şimdilik birbirlerini anlamasalar da bir noktadan sonra anlayacaklar diye düşünüyorum. Nasıl ki Vural en derin yerinden Sevda’ya bağlı, Araz da yavaş yavaş Aylin’e bağlanıyor.

Araz şimdilik farkında değil ama yavaş yavaş çekiliyor Aylin’e. Ona ilk kez neden yaklaştığını, değer verdiğini de gösterdi diye düşünüyorum. İkisinin de öksüz olduğu söylerken, Aylin’in hiç kızmadığını aksine bu durumdan etkilendiğini düşünüyorum. Hep derim ya, kalp kendinden olanı sever diye. İki annesiz çocuk olarak birbirlerini buradan tanıdılar, yavaş yavaş da ön yargılarını kırıyorlar diye düşünüyorum. Aylin artık Araz’ın varlığından rahatsız olmuyor, Araz ds gelinciklerden Aylin için vazgeçiyor. Bundan daha tatlı bir şey görmedim ben zifa ikisi de değişmeye başladı. Eeee ne demiştik????

Aylin ve Araz birbirine yaralarından tutundu demiştik ya, şimdi de o yara birinde daha açılmak üzere : Gizem! Gizem’in annesi, çok tanıdık bir sonla hayatımızdan çıktı. Cezaevinde kendini dolduran bir erkek. Karısının kendi yokluğunda ayaklarının üstünde durmasını, hayatına devam etmesini kaldıramaz. Bilindik, her kadının artık başına gelmesi çok olası bir senaryo gerçekleşti : Kıskanç koca, namusu bahane ederek kadını öldürdü. Bu hafta dizide beni en derinden etkileyen sahnelerden biri oldu. Şartlı tahliye ile çıkan şiddet yanlısı koca, onu defalarca affeden karısını öldürdü. Bunu kendinde hak gördü çünkü kadına hala bu toplumda erkeklerin bir kısmı kendi aidiyetindeki mal gibi bakıyor. Onun üzerinde hak iddia edebiliyor. Mesleğini aile içi şiddet, kadın hakları ve mücadelesine adayan bir avukat olarak bu sahne beni derinden etkiledi çünkü diziden bir sahne değildi bu, hayatın içinden bir kesiti izliyordum. Bu şiddetin bir gün son bulması, yasaların uygulanması, İstanbul Sözleşmesi’nin de yeniden yürürlüğe girmesini yeniden deklare edelim.

Yazımı bitirmeden önce her zamanki gibi Devrim’e bir paragraf açmak istiyorum. Haftalardır bizleri göz yaşlarına boğan Songül’ü bu hafta üç ayrı renkte gördüm. Birincisi aşk acısını yüzünün her zerresine yerleştiren bir sak mavisinde. Mavi aslında hüznün rengidir. Songül evinde acı çekerken ben orada hep bir mavi gördüm. Devrim o hüznü o kadar nahif aktardı ki bizlere, sadece gözleriyle, mimikleriyle hepimiz o acıyı hissettik. Diğer tarafı griydi ancak bu iki renk karışımı değil, donmuş kar nasıl ki bir süre sonra renk değiştirir, o da değiştirdi. Hüznünü bastırdığı yerlerde sakin bir öfkenin buz gibi bakışlarıyla oynadı. Ve en sonunda da kırmızı. Songül son sahnede kırmızı ve siyahla herkesi yakıp geçerken Devrim Özkan burada da sadece mimik, bakış ve sesiyle bizleri derinden etkiledi. Devrim’in oyunculuğunu en etkili yanı sesiyle bile her duyguyu ekranın öteki tarafına geçirmesi ama bu hafta özellikle son sahnede beden diliyle, Derya’ya yönelik otururken bakışlarıyla da Sadi’yi cezalandırmasını, bunu yaparken de tek bir saniye duyguyu kaçırmamasını hayranlıkla izledim.

Ertan Saban’a zaten söyleyecek bir sözüm yok. Bölüm boyunca duygudan duyguya geçerken, her hareketiyle bu adı bir günde yapmadığını kanıtlar gibiydi. Özelikle de Devrim’e karşılıklı sahnelerindeki uyum ve ahenkleri, partner olarak her sahnede birbirlerini tamamladıklarını düşünüyorum. Her bölümde üstüne daha daha katarak bizleri ekran karşısına mıh gibi çalıyorlar. Umarım uzun süre bu partnerliği izlemeye devam ederiz, onları ekranda izlemenin büyük bir ayrıcalık olduğunu düşünüyorum.

Bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere. Sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Yepyeni Bir Hayat (Hayat Bugün, 7.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR 

Hayat bu; bir dakika sonra ne olacağını hiç kimse bilemez, biz kendimizi geleceğe hazırlarken aslında çoğu zaman fark etmeden bu günümüzü kaçırıyoruz. Sevdiklerimizi, yapmak istediklerimizi, gelecek kaygısıyla erteleyip duruyoruz. Yaşadığımız bu hayatı erteliyoruz aslında; çünkü; sanki bu dünyadan hiç kopmayacak gibi yaşarken hep bir sonraki günü düşünüyoruz daha doğrusu düşünmek zorunda kalıyoruz. Halbuki hayat biz plan yaparken başımıza gelenler değil midir? Bu Derin için de, Aras içinde Barış içinde böyle ve bu bölüm bunu çok net olarak gördük. Hepsi geçmişlerinden öyle yaralı ki gelecekleri için öyle kaygılı ki hayatlarını sadece geleceklerini kurmak için odaklanmış bu yüzden bugünlerinden hep kaçırıyorlar.

Aras mesela ilerde bir gün acı çekeceğini düşündüğü, Derin’le arasının bozulacağını hissettiği ya da belki de sevgisinin Derin’e yetmeyeceğini düşündüğünden bugün Derin’le birlikte olmak yerine onu kendinden uzaklaştırmayı tercih ediyor. Derin’se geçmişte yaşadığı olaylar dolayısıyla geleceğine hep bir set, bir perde çekiyor, korkuyor ve bu yüzden sürekli kendinden ve duygularından kaçıyor. Ve Barış kemoterapiye başlarsam ne olur, hastane nasıl bir duruma düşer, Gizem ne yapar, kızım nasıl yaşar diye düşünmekten bugününü yaşayamıyor. Kemoterapi için kaybettiği her an aslında ona çok daha büyük bir şekilde geri dönecek ve bunu gayet iyi biliyor buna rağmen bir türlü başlayamıyor çünkü geleceği onun bugünü görmesine engel oluyor.

Barış başından beri bin bir bahanesi olsa da o hiçbir zaman tedavi olmak istemedi çünkü tedavi olursa hayatının her anını, her bir saniyesini bunu bilerek geçirmek zorunda. Sanki kemoterapiye başlarsa bu hastalığı resmi olarak kabul edecek ve ona yenilecekmiş gibi hissediyor. Bu durum hayatının hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağı anlamına geliyor onun için.

Barış’ın önünde kocaman bir gelecek, büyütmek istediği, her anını görmek isteyeceği ona baba dediğini, yürüdüğünü koştuğunu, okula gittiğini mezun olduğunu, belki de onun gibi bir doktor ya da annesi gibi bir dansçı olduğunu görmek istediği bir kızı olacak. Üstelik sevdiği kadınla birlikte yeniden bir şansı var, çok sevdiği bir ekibi, iyileştirmek, yeni bir sistem getirmek istediği bir hastanesi var. Barış için artık “Arkamda bırakacağım kimsem yok” diyebileceği bir hayatı yok. Sadece geride bırakıp yarım kalacak olan sevdikleri; kızı, karısı var ve barış bunların hepsinin farkında o yüzden gerçekten iyileşmek istiyor. Kemoterapiyi kabul etmeyip deneysel tedaviye başlanmasının da sebebi bu çünkü başarılı olursa biliyor ki hayatına kaldığı yerden çok daha güzel bir şekilde devam edecek. Barış gibi ona dayatılan hayatı kabul etmeyip yeni bir yol arayan, inatla kendi gerçekliğinden kaçan biri daha var: Aras.

Aslında Aras’ı alıyorum; o hayatı boyunca cerrah olmak için uğraşmış bütün hayatını sadece buna endekslemiş ve her şeyini buna göre planlamış biri o. Tüm geleceğini Bunun üzerine inşa etmişken bir anda bir daha cerrahlık yapamama ihtimaliyle karşı karşıya kaldı. Bu Aras için işe yaramaz bir hurda yığınından farksız olmak anlamına geliyor. Cerrahlık yapmak onun hayatının en önemli parçası, onun için nefes olmak, su içmek gibi bir şey ve bu onun elinden bir anda alınıyor. Dahası hayallerini umutlarını ve bütün planlarını bir anda kaybetmiş oldu bunu kabullenmek hiç kimse için zor değil hangi meslekten olursa olsun. Zaten ben onun bu durumu öyle kolay kolay kabullenmesini beklemiyordum yine de ben eminim ki Derin için yine aynı şey olsa ve o kolunu dahi kaybedeceğini bilse yine önüne atlardı. Çünkü tıpkı Derin gibi ne kadar ondan kaçarsa kaçsın sığındığı tek liman yine Derin oluyor.

Ben daha önce hep Derin kaçtığı, Aras’la arasına bir çizgi çektiği, duygularını belli edemediği için Aras’ın ona karşı mesafeli olduğunu, arkadaşlık kisvesine sığındığını düşünmüştüm. Çünkü Aras hep Derin’in duygularına göre hareket ediyordu. Ama bu bölüm gördüm ki aslında Derin Aras’ın duygularına göre hareket ediyormuş. Çünkü Aras geleceğinden, Derin’le mutlu olamama ihtimalinden, onu üzme durumunda ve birlikte acı çekme olasılığından o kadar çok korkuyor ki ona daha fazla yaklaşamıyor. Korkuları, Derin’i arkadaş olarak kaybetme düşüncesi bile ondan uzak durmasına yetiyor. Anladığım kadarıyla tanıştıkları ilk yıllardan beri birbirlerini hem çok sevip hem de duygusal olarak uzak duran bir çift olmuşlar, çünkü Derin duygularından kaçtıkça, Aras’la arasına birilerini sokmaya ve böylece Aras’ın ona daha çok bağlı olmasını sağlamışken, Aras Derin’i kaybetmemek için hep bir adım geride durmuş. Şimdi Derin ona karşı bir adım atmışken bu kadar afallamasının sebebi de bu aslında. Belki de en çok istediği şey buyken bir anda ne yapacağını şaşırdığı için Derin’in çok yanlış anlayacağı bir durum oluşturdu. Derin Suzan’la, Aras Barışla konuşurken aslında birbirlerinin tüm hayatları olduklarının farkında bile olmadıklarına şahit olmak bu yüzden bana şaşırtıcı gelmedi. Çünkü Derin daha kendine dahi itiraf edemezken belki de ilk defa duygularını bu kadar yoğun yaşayıp ilk kez onları kendi isteğiyle gün yüzüne çıkardı. Bu durum uzun zamandır yok saydığı annesiyle yüzleşmeye gidecek kadar cesaret kazandırdı kendisine zira anladı ki nereye kaçarsa kaçsın kaçtıkları kafasının içinde ve onlardan bir santim dahi uzaklaşamıyor. Yeni bir hayat yeni bir hikaye istiyorsa annesiyle yüzleşmek zorunda. Derin gibi yeni bir yaşam isteyen biri daha var aslında: Suzan.

Suzan için Ömer’in ölümü bu hayatın durması anlamına geliyordu. Çünkü Ömer’le yapmayı hayal ettiği hiçbir şeyi tek başına ya da başkasıyla yapmak istemiyordu. Onu anlıyorum aslında o kadar çok sevmiş, o kadar bağlanmış ve o kadar çok sevilmiş ki şimdi Ömersiz yaptığı tek bir şey bile onun canını acıtmaktan başka bir işe yaramıyor. Anne olmak istemesine rağmen bunu sürekli ertelenmesinin sebebi de sadece Ömer’le birlikte ebeveyn olmak istemesinden kaynaklanıyordu. Ama şu da bir gerçek ki Ömer bu hayata gözlerini yumdu ve Suzan ister istemez bu hayata devam ediyor. Evet, belki sadece nefes alıyor, sadece hastalarına bakıyor sadece gününü bitirmeyi, bir gün daha ölüme yani Ömer’e yaklaşmayı bekliyor hepsine amenna ama Ömer’in aksine Suzan hala yaşıyor.

Suzan şu an için geçmişte yaşayan geleceğini yok sayan biri ama hem Gizem hem de Barış sayesinde o da kendine yeniden bir gelecek inşa ediyor. Artık dışarı çıkıp arkadaşlarıyla vakit geçiriyor, bebek yapmak için tedaviye başladı ve bu hayata yeniden tutunmak için bir amacı var: Barış’ı iyileştirmek.

Barış iyilik dolu kalbiyle bir kız çocuğunu iyileştirmek, onu abisiyle yeniden sağlıklı bir yaşama kavuşturmak istedi, sonunda evren hiç beklemediği bir anda bambaşka bir tehlikenin içine attı onu, Derin ve Mert’e ne oldu, Aras onlara yetişebilecek mi? Tüm bu sorularla kalktım bölümün başından. Sanırım hepsinin cevabını öğrenmek için haftayı beklemek zorundayız.
O zaman bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere, sağlıkla kalın.

Ben Bu Dünyaya Ait Değilim (Kızılcık Şerbeti,5.bölüm)

YAZAR: Simay DEMİR

Gökyüzünde çok sevdiğim bir yıldız takımı vardır; Polaris, diğer bir adıyla Kutup yıldızı. Bu yıldız gökyüzünde hep aynı yerdedir ve yüzyıllardır insanların pusulası olup kuzeyi göstermektedir. Yolculara özellikle denizcilere tarih boyunca rehberlik etmiştir. İşte Kur’an-i Kerim İslam dinine inanan Müslümanlar için böyle bir şeydir. Her zaman iyiyi, doğruyu ve inanalar için güzeli gösterir. Onu kendine rehber edinen insan asla kaybolmaz, inananlara göre. Fakat örf ve adetler için aynısını söyleyemeyeceğim; onlar belki iyi niyetlerle başlatılmış fakat insan çıkarları doğrultusunda değiştirilmiş şeylerdir. Ve benim izlediğim, tanık olduğun Ünal ailesi dindar muhafazakâr kesim değil kendi işine geleni adetimiz diyerek sadece kendilerini düşünen bir aile benim nazarımda.  Ünal ailesin ne zaman bir şeye sıkışsa “Ama örfümüz böyle, ama adetimiz şöyle” deyip duruyor.  Kıvılcım’sa “ Yaşam tarzım böyle”  diyerek aynı şeyi söylüyor aslında.

Kıvılcım’ı bu bölüm büyük bir tebessümle izledim, hiç tanımadığı bir kadını kendi canı pahasına kurtarmak için didinirken “Mevzu dayak olduğu zaman herkesin arasına girilir” deyişi cesaretinin bir göstergesiydi. Keşke herkes şiddete karşı Kıvılcım gibi dimdik  durabilse. Ülkemizde maalesef ki bir çok kadın Pembe’nin dediği gibi ya çocuğumu göremem korkusuyla ya gidecek, sığınacak başka kimsesi olmadığından yahut böyle yaşamaya alıştığından uğradığı şiddeti gizliyor ve öyle yaşamaya devam ediyor. İşte tam da bu yüzden Kıvılcım evlatlarının kendi ayakları üstünde dursun, kimseye muhtaç olmadan yaşasın istiyor. Ve ben baskı yapmasını kabul etmesem de  bu konuda onu sonuna kadar destekleyeceğim. Çünkü henüz farkında değil ama Doğa psikolojik şiddet görmeye başladı bile ve onu bu durumdan çekip çıkarabilecek tek kişi yine annesi Kıvılcım.

Kıvılcım ben adetlere inanmıyorum, bizim yaşam tarzımız böyle değil dese de onunda kendine göre “Yaşam tarzı” adı altında adetleri var. Kıvılcım’ın kapalı insanlara tahammülü olmasa da kızı için görüşmeyi de, iyi geçinmeyi de kabul etti. Fakat Kıvılcım bir konuda çok haklı Ünal ailesi onun yaşam tarzına asla saygı duymuyor, onlar asla ortak bir yol bulalım diye düşünmüyor. Her şeyi Doğa ve annesinden bekliyorlar. Onu yok saymak bir yana Doğa tamamen onların istediği gibi biri olsun istiyorlar. Yine de burada bir parantez açmak zorundayım aynı şeyi Kıvılcım da yapıyor ve maalesef ki arada kalan, sıkışan tek kişi Doğa oluyor. Ayrıca şunu da belirtmeden geçemeyeceğim doktor konusunda kesinlikle Kıvılcım’a katılıyorum, Doktorun kadını erkeği mi olurmuş. Başta onların gönlü olsun diye gidip muayene olmasında bir sakınca görmedi ama asıl niyetlerini anladığı anda tavrını ortaya koydu.  Gün geçtikçe Doğa gibi ben de bunu tamamen onun yararına yaptığını çok açık görebiliyorum tek sorun Kıvılcım da Doğa’nın bir birey olduğunu kabul etmemiş olması bana kalırsa.

Kıvılcım aslında çok net bir insan gibi görünüyor, onun için ya siyah var yahut beyaz, gri rengi şu an için kabul etmiyor. Mükemmeliyetçi ve herkesten aynısını bekliyor.   Ama ben bu durumu Ömer’in sayesinde aşacağını düşünüyorum. Çünkü Ömer ne kendini gördüğü kadar beyaz ne de muhafazakâr insanlar hakkında düşündüğü kadar siyah biri. Ve O Ömer’i tanıdıkça aslında insanların hepsinin aynı olmadığını, düşünceler farklı olsa bile bakış açısıyla birbirini anlayabileceklerini o da görecektir.  Ömer Ünal’ı izledikçe kendisine daha çok hayran oluyorum doğrusu. Hayata ve insanlara bakış açısı, karşısındakini anlayıp dinleyebilme kabiliyeti, anlayışlı yapısıyla tabiri caizse tam bir görmüş geçirmiş biri oluğu hissiyatı veriyor bana. Abisiyle konuşmasından sonra “Evet Kıvılcım böyle bir şey yapar” demeden, ona karşı önyargılı olmadan geldi, onun açısından dinledi ve ona göre ne düşüneceğine karar verdi. Üstelik üstü kapalı laf çarptırma olmadan doğrudan bunu Alev olayıyla ilgili olup olmadığını doğrudan sordu ve Kıvılcım’ın sözüne itimat etti. Bunların hepsi aslında onun ne kadar olgun bir yapısı olduğunu da çok net gösteriyor. İleride bu iki aile arasında olabilecek tek köprü Ömer’dir bana kalırsa. Ayrıca Kayhan’a, Kıvılcım’a, Doğa’ya  tavırlarına baktığımda tam bir insan sarrafı diyebileceğim biri o. Fakat abisi Abdullah bey için aynı şeyi söyleyemeyeceğim maalesef.

Abdullah Ünal etliye sütlüye karışmayan, “İyi aile babası” gibi görünen ama aslında sadece kendini düşünen bencil bir adam. Adetler gelenek ve görenekleri sadece onun istediği doğrultuda ilerliyor ne hikmetse. Karısına sadece işine geldiği zaman “Sana saygısızlık edemezler” diyor ama en büyük saygısızlığı onu yok sayarak, onun eliyle gelinine, dünürlerine müdahale ederek yapıyor. Üstelik bir tek Pembe’ye değil o evdeki hiç kimseye saygısı yok. Fatih’in köpek için bulduğu çözüme bile tavırlarıyla ne kadar karşı olduğunu çok net gösterdi. Ayrıca Doğa’ya “Gelin’in dili iyice uzadı” demesi, karısına kadın doktor baksın ona, anlamazlarsa izah et demesi inanılır gibi değildi.  Arada kötü, baskıcı olan Pembe olmuş oluyor.

Aslında Pembe çok tanıdık geliyor bana; “Aman başımda bir erkek olsun” diyen, kocasından ne görürse razı gelen, bildiği, gördüğü tek şey “Kol kırılır yen içinde kalır” mantığıyla hareket etmek olan biri. Düşünsenize kadın orada şiddete uğramış Pembe hala umarım bir an önce aranız düzelir diyor. Çünkü ona göre başka bir seçenek yok. Ya araları düzelecek ya da araları düzelecek, o kadar.  O evde Pembe dahil hiçbir kadının ne söz hakkı ne de bir birey olarak yeri var ne yazık ki. Tıpkı cahiliye dönemini hatırlatmıyor mu size de? Düşünsenize hala erkek doktor kadın doktor kavgası yapılıyor. Ve bunlar sözde görmüş geçirmiş, saygın bir aile. Bir kadın ve bir hemşire olarak kendim bile izlerken sinirlerim tepeme zıpladı. Ne demek erkek doktor istemiyoruz. Hani şey vardır ya; kızını, kız kısmı okur muymuş deyip okutmayan fakat hastanede kadın doktor yok mu diye her seferinde soran kişiler, aklıma tam da onlar geldi. Kadını hiçbir yerde insan yerine koymayıp işi düşünce de yaptıklarını unutan bu zihniyete her zaman karşı olacağım. Ayrıca Ünal ailesinin özellikle Fatih’in yaptıklarının hiçbir şekilde bir mazereti olamaz kimse de kusuruna bakmasın. Hele Doğa için söyleyenler, onların görüşüne uymuyor diye sürekli azar işitmesi inanılır gibi değil. Sanırım bu bölümün Fatih’in elime geçirsem bir güzel haşlardım , bir insan nasıl bir anda bir kişiye karşı böyle değişebilir aklım almıyor. Hani o Doğa’yı gözünden sakınan şefkatli adam

Doğa Fatih’in şefkatine, ona kendini eşsiz hissettirmesine aşıktı. Onu her an ve herkesten koruyacağına inanıyordu. Hatırlarsınız sırf Fatih abisine karşı kendisini koruduğu için yanlış yaptığını düşünmediği halde ailesinden özür dilemişti ama şimdi görmeye başladı ki Fatih ailesi söz konusu olduğunda sadece Doğa’dan fedakarlık yapmasını istiyor. Tek taraflı fedakarlık beliyor ve bunu açık açık dile getiriyor. Doğa’ysa sabır kotasını doldurmak üzere  “Ben senin ailen değil miyim?” isyanı tam olarak bundandı. Yavaş yavaş Fatih’in aslında düşündüğü gibi biri olmadığını, “Fatih beni hiç ezdirir mi?” lafının aslında ne kadar boş olduğunu, söz konusu onun istekleri olduğunda ikici plana atılmaya başlandığını  görmeye başladı. Ben tam bu noktada Doğa’nın annesinin kızı olduğunu hatırlamasını, o evde kalmaya mecbur olmadığını başta Fatih olmak üzere herkese göstermesini çok istiyorum.  Çünkü hiç bir kadın, hiç bir insan acı çektiğini bildiği, mutsuz olduğu bir yerde aşık bile olsa kalmamalı. “Bir köpeği sığdıramadılar bu eve bizi mi sığdıracaklar?” Doğa görüyor, hissediyor bu ev, evliliklerinin de aşklarının da sonu olacak. Bu uyanış umarım Doğa’nın kabuğunu kırıp o evden çıkışıyla son bulur zira bu gidişle Doğa o evde uğradığı psikolojik şiddetle solan bir çiçek gibi solup gidecek. Ama Fatih öyle kör ki, öyle inanıyor ki  Doğa da annesi gibi, Nilay gibi her denileni kabul edip öylece duracağını düşünüyor.

Bu bölüm Fatih’i izlerken ekran karşısında tırnaklarımı kemirdim desem yeridir. Aslında arkadaşlarının Fatih’e söylediği bir cümleyle Fatih’in verdiği cevap beni iliklerime kadar dondurdu. Arkadaşları “Vay be senden hiç beklemezdik aşkım falan” demesi üzerine Fatih’in çünkü hamile deyişi aslında ileride nasıl biri olacağının da habercisi sanki. Fatih’in kendine ait bir kararı, evliliğine dair bir adımı bile yokken sürekli Doğa’ya yüklenmesi onun ne kadar bencil biri oluğunu da ayan beyan gösteriyor. Fatih yaptığı her şeye ailesini bahane olarak gösteriyor , halbuki Doğa’nın arkasında dursa bu benim evliliğim, benim karım, bizim kararımız deseydi  kimsenin gıkı çıkmayacaktı ama o kendi istediği için Doğa’nın özgürlüğünü kısıtlarken korkaklığını ve acizliğini  “Erkeğim ben” kisvesi altında  ailesiyle kapatıyor. Babasının sözünden çıkmaya dahi cesareti yokken sözde hamile olduğu için hassas davrandığı karısına her an bağırıp çağırırken bir kez bile hamile olduğu aklına gelmiyor ne hikmetse. Ama en ufak bir şeyde “Ama Doğa sen hamile bir kadınsın, ama sen evlisin” deyip duruyor.

Fatih Doğa’ya her seferinde “Sen buraya gelirken benim ailemin nasıl olduğunu biliyordun” deyip duruyor. Asıl o Doğa’yla beraberken onun nasıl bir hayatı olduğunu, nasıl bir yaşamdan geldiğini gayet iyi biliyordu ama o Doğa’nın duygu ve düşüncelerine asla önem vermediği için onun bu durumdan dolayı ne kadar özgün olduğunu da görmüyor. Maalesef ki Fatih şimdiden ailesini seçti bile ve bu durumda üzülen tek kişi Doğa olacak.

Zaman zaman sinir krizi geçirdiğim, zaman zaman üzülüp  dağıldığım bir bölüm oldu. Doğa’nın ve Doğa gibi baskılanan herkesin ayakları üstünde durması dileğiyle…

O zaman bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek dileğiyle.

 

 

 

 

 

 

 

 

Bitti mi Hikayemiz? (Gelsin Hayat Bildiği Gibi, 19.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT

“Sen benim hiç kalbime girmedin ki Sadi, sadece hayatıma girdin. ” Seven bir adama daha ağır bir cümle söylenebilir mi? Bir adam, âşık olduğu kadından daha ağır ne duyabilirdi ki? Sadi ve Songül keskin bir yol ayrımındalar ve bu defa şakağa dayanan bir silah tüm sorunların çözümü olamayacak nitelikte. Songül’ün kalbinde başlayan yangın başta Sadi olmak üzere herkesi yakıp, kül etmek üzere ve Sadi bu öfkenin önüne nasıl geçecek? İşte ben bunu tahayyül etmekte dahi zorlanıyorum.

Songül, Derya’nın odasında bulduğu mektuptan kendisinden saklanan gerçekleri öğrendiğinde ilk önce kısa çaplı bir şok yaşadı. Yavaş yavaş şok yerini öfkeyle karışık acıya bıraktı. Daha bir gece önce evliliğini gerçeğe dönüştürmenin mutluluğunu yaşarken, bir gün sonra hayatının yalanının içine düştü. Songül, Derya ve Sadi geçmişini en olmadık şekilde öğrendi ve içindeki öfkeyle birlikte yükselen acı tüm bedenini ele geçirdi. Burada kendisine yalan söylenmesinin ötesinde, Songül ihanete uğradığını düşünüyor. Hastanenin önünde çöktüğü o kısacık anda daha ilk günden itibaren Derya’nın yaptıkları, Sadi’nin sırlarla ilgili konuşmasını, kaçak dövüşlerini tek tek hatırladı. Kendimi bir kadın olarak Songül’ün yerine koyduğumda ilk hissettiğim duygu aldatılmışlık hissi oldu. Başka ne olacaktı ki? Songül ne bu ilişkinin geçmişinden haberdar ne de Sadi ve Derya’nın artık birbirlerin hayatından çıktığını biliyor. Kim olsa ihanete uğradığını düşünürdü ama Songül’ ün durumu çok farklı. Kısa süreli sevgilisi tarafından ihanete uğramadı o, Songül babasından sonra ilk kez sırtını dayadığı, kovuğunda ısındığı, her şeyiyle güvendiği limanını kaybedip, buz gibi soğuk bir tundranın ortasında çırılçıplak kaldı.

Songül için birini sevmek mucizenin ta kendisiydi, zira ailesini kaybettiği günden beri bir kez bile mutlu bir ailenin, evlenmenin ya da birini hayatına almanın hayalini kurmadı. O seçilmiş yalnızlığında, ailesinin intikamı için yaşayan, sonrasını da düşünmeyen bir kadındı. Öfkeliydi Songül ama o öfkesinin ardında hep bir hüznü, yalnızlığının içinde tutunmaya çalışan bir ruhu vardı. Alışmıştı da bu duruma, istemiyordu hayatında kimseyi hatta hayal bile kurmuyordu. Ancak her zaman  hayat başka bir şekilde kendini gösterir. Sadi, Songül’ün hayatına girdiğinde ona sırtını yaslayıp, huzurla dayanacağı bir dağ, kalbini açıp, sıcaklığıyla ona üşümeyi unutturan bir sevgili oldu. Songül çocukluğundan bu yana ilk kez üşümedi, ağlarken kendine değil Sadi’ye sarıldı. Bu duyguya teslim olmak istemedi ama Sadi gibi bir adam karşısında çok da şansı olmadı. Sadi onu çok güzel sevdi ve bunu gösterdi ancak yaptığı bir hata Songül’ü perişan etti. Bir tuvalete sığınıp, onsuz üşüyorum diyecek kadar ruhu paramparça oldu, başlangıç noktasına ilk kez gitmiyordu belki ama ilk kez bu kadar bitmiş vaziyette ilk durduğu noktaya geri dönmüştü. Geçmişte bu noktaya geldiğinde ailesi ondan alınmıştı ancak şimdi en sevdiği, en güvendiği insan tarafından ihanete uğradığını hissediyor ve Songül bu duyguya o kadar yabancı ki nasıl başa çıkacağını dahi bilmeden oradan oraya savruldu. Tıpkı dalında yeni tomurcuk veren bir gülün fırtınayla birlikte dalından kopup oradan oraya sürüklenmesi gibi…

Songül önce anılarıyla vedalaştı. Arabasında Sadi ile yaşadığı güzel günleri düşünürken, son kez ferayesine baktı.
Belki de içinden bir ses onu atmasını söyledi ancak yapamadı. Songül o bağı koparamadı. O yüzük sevdiği adamla arasındaki son bağ ve bunu nedense bir türlü koparıp atamadı zira acı gerçekle yüzleşmek istemiyordu. Songül biliyordu ki o yüzük çıktığı anda artık Sadi onun için bir anlam ifade etmeyecek çünkü o yüzüğü ilişkisinin ay ışığı olarak anlamdırdı ki ona feraye adını koydu. Yine de bu defa ne yüzüğü, ne mutlu anıları Sadi’yi içinde aklamak için yeterli değildi, Songül deyim yerindeyse kendini kaybetti. Aşık olduğu adamın ve en yakın arkadaşının ihanet ettiğini düşündüğü için de içindeki öfke yerini göz yaşlarına, yanında olmayan bir adamın hayaline sığınmak oldu. Bir insan daha nasıl kötü hale gelebilirdi ki?

Songül’ün içindeki acı o kadar büyüdü ki bununla kendideyken başa çıkması da, eve gidip yüzleşmesi de mümkün değildi. Tıpkı bir zamanlar Sadi’nin yüzleşemediği gibi. Hatırlar mısınız, Sadi Derya’yı ilk gördüğünde altında ezildiği vicdan azabıyla kendini meyhaneye atmıştı. Songül hayatının en kötü gecelerinden birini yaşamış ve neredeyse aklını yitirecek noktaya gelmişti. Karma denen bir şey varsa Sadi bunun iki halini de yaşadı. İlk önce uzun süre karısını sokak sokak aradı. Onu bulduğunda acıdan, içkiden kendinden geçmiş bir Songül buldu.

Sadi, Songül’ü eve getirdiğinde hem durumu bir türlü çözemiyor, hem de Songül’ü ne bu kadar perişan etti bir türlü anlamadı. Bir zamanlar Songül’ün onu taşıdığı gibi karısını yatağına yatırıken gözlerindeki acıyı görmemesi belki de başına gelecekleri önlemesi için son şansını da yitirmesine sebep oldu diye düşünüyorum. Songül yatağında “Bana neden yalan söyledin Sadi?” diye mırıldanırken, hayal kırıklıklarıyla, biten aşkına sarılarak yatağında içindeki tükenmişlikle uyuyakaldı.

Sadi, bu geceyle ilgili çok başka hayaller kurarken kendini sarhoş karısının baş ucunda, olanlara anlam vermeye çalışırken buldu. Sadi üst üste yaşanan felaketler yüzünden olsa gerek bir türlü Songül’ü bu kadar perişan edecek gerçeğin ne olduğunu düşünemedi ama bence buna pek ihtimal de vermiyordu. Songül nasıl öğrenecekti ki değil mi? Derya bir söz verdi, her şeyi yok etti, konu kapandı. Nereden bilebilirdi ki uzun zaman sonra hala kendisinin hayalini kurduğunu ama burada Sadi’ye de iki çift lafım olacak benim. Yani evet Songül’e neden söylemediğini anlıyorum ama bir noktadan sonra susması, gülüşüne aşık olduğu karısının yüzündeki gülüşü sildi, attı. Sadi henüz farkında olmasa bile…

Sadi Payaslı aslında oldukça zeki bir adam, yeri geldiğinde stratejik zekasıyla hepimizi kendine hayran bırakan biri ama söz konusu Songül olduğunda o adam gidiyor yerine bambaşka biri geliyor. Sadi, içinde bulundukları durumu asla kavrayamadığı gibi, Songül’ün neden birden kendinden uzaklaştığını da ailesine, kendisiyle ilgilenmemesine yordu. O kafasında Derya meselesini bitirdiğinden olsa gerek aklına bile gelmedi. Halbuki olaya önceden uyansa çok başka bir konumda olurlardı ama olmadı, olmadı, olmadı…Ben yine de burada Sadi’nin de aldatmasa bile hastasının olduğunu düşünüyorum. Songül’e bir kere taşınalım demek dışında bu hususta bir adım atmadı. Evet, Derya onun isteğiyle hayatına girmemiş olabilir ancak en azından doğum gününde burnunun dibine kadar giren Derya’yı Songül’e söylemesi gerekirdi. Korkusunu anlıyorum ama bu kadar hayatına dahil olan kadının kim olduğu ortaya çıktığında başına gelecekleri en azından tahmin etmesi gerekirdi diye düşünüyorum.

Sadi bir yandan Songül’ün ne halde olduğunu anlamaya çalışırken, diğer yanda savcıyla birlikte girecekleri diğer operasyonun planlarını kurmaya başladı. Hayatlarının tam ortasına düşecek meteordan habersiz Servet planlarını başlatan yılan ekibi için bu operasyonu sürdürmek sandıkları kadar kolay olmayacak. Özellikle de operasyonun Bay ve Bayan Payaslı ayağı ciddi şekilde sekteye uğramak üzere. Songül, Sadi’yi tamamen kalbinden atmaya çalışırken Sadi de her şeyden habersiz karısının ailesinin katillerini yakalamak için büyük bir planın düğmesine bastı. Peki bu planı sağlıklı bir şekilde hayata geçirebilecekler mi? Ben samimiyetle şüpheliyim zira Songül daha Sadi’nin yüzüne bakamıyor, nasıl onunla gizli operasyona girecek? Söylemesi elbette kolay da bunu yapabilir mi? Bakak, görek…

Songül, bir yanda içindeki acıyla başa çıkmaya çalışırken, diğer yanda da bunu Sadi’ye belli etmemeye çalıştı. Şimdi ben burada biraz kalacağım. Songül, neden bir türlü Sadi ile konuşmak istemedi? İşte bunu irdelememiz lazım diye düşünüyorum. Hatırlarsanız Songül’ün Sadi’ye direkt söylemişti ancak bu defa bu yolu tercih etmedi. Kendi içinde önce acısını, sinirini yaşamak istedi. Ben bunun sebebini Songül’ün bu adama asla bağışıklığı olmamasına bağlıyorum. Daha aralarında hiç bir şey yokken kolayca onu ikna eden biri, bu kadar aşık olduğu bir anda bunu tek bir hareketiyle başarırdı. Songül, Sadi’nin gözlerine bir kez baksa, biraz uzun süre takılı kalsa adı gibi biliyordu ki inanırdı. Songül’e göre Sadi onlara, aşklarına, hayallerine ihanet etti. O artık sığınacak liman değil, kaçacağı biriydi. En azından gerçekleri öğrenene kadar bu böyle olmaya devam edecek.

Songül, bu hayattaki tek sığınağını kaybedince doğal olarak asla bir daha sarılamayacağı ama hayalinde hep sarıldığı anne babasına koştu. Onlara bir zamanlar Sadi’yi anlatmış, mutluluğunu paylaşmıştı ama şimdi sadece yeniden yalnız olduğunu anlatmaya geldi. Songül belki de Sadi’yi elinden tutup getirmek istediği bir zamanda ihanete uğradığını düşünerek koştu anne, babasına. Onlar uğruna girdiği onca tehlikeden, acıdan sonra gitmedi de aşk acısı onu yeniden mezarlığa getirdi. Songül o kadar yalnız ki şu durumunu gidip paylaşacağı ne bir arkadaşı ne de bir dostu var. Eskiden de sadece anne, babası vardı. Şimdi de yine sadece onların olduğunu hissediyor. Sadi’nin Songül’ü üzmemek için, geçmişte kaldı diye düşündüğü için sakladığı bir sır onu, ilişkisini, evliliğini bitirecek hale geldi. Songül adım adım içindeki aşkı öldürmeye çalışırken, Sadi de Songül’ün kendisinden ne sakladığını bir türlü anlayamadığı için artık delirecek kıvama geldi. Songül ailesinin mezarında göz yaşı dökerken, Sadi de için için “Songül’e ne oldu?” sorusuna olmadık cevaplar bulurken, felaketine adım adım yaklaştığından habersizdi. Tıpkı çevresindeki herkes tarafından kandırılan Araz gibi…

Araz hastanede yatarken, arkadaşlarının dışarıda neler yaptığından asla haberi olmadı. Ne Vural, ne Bora ne de Sevda ona bir şey söylemedi ve Aylin Araz’ın yüzüne çarpana kadar da bu durumdan habersizdi. Araz, kendi içinde Gizem’i geri almak için Aylin’e yaklaştığına kendini ikna etmeye çalışıyordu ama bence durum çok farklı. Araz bir şekilde o prensesin hayatında olmasından mutlu ama bunu bırakın arkadaşlarına, kendisine bile itiraf edecek durumda değil. İçindeki öfke, Gizem’in onu eliyle itip atması gibi durumlar yüzünden karmaşık duygular yaşadı ve en sonunda kelebekler grubunu dağılma noktasına getirdi. Sevda’nın sürekli Araz’ın arkasından iş çevrilmesi, Aylin’in Araz’a söyledikleri yüzünden koca grup dağıldı. Araz’ın öfkesi önce Sevda’yı sonra da Vural’ı gruptan uzaklaştırdı.

Araz, Aylin ile ne yaşadığını anlamadan ona çekiliyor. İlk önce arkadaşlarına şikayet dilekçelerini çektirmesi, Mert’in evdeki varlığından rahatsız olması, Aylin’in Mert’ten hoşlandığının duyulmasına gösterdiği tepkiyi düşünecek olursak Araz için bu kız oldukça farklı bir konuma gelmek üzere. İşin güzel yanı Araz henüz bunun farkına bile varmadı. Yine de Aylin’in kendisine söyledikleri o kadar ağır geldi ki çocukluklarından beri ayrılmayan kelebekler grubu bir anda paramparça oldu.

Dizide bu hafta paramparça olan olanaydı değil mi? Önce kelebekler ardından da Sadi ve Songül başk başka yerlere dağıldı.

Sadi, uzun zamandır neden kendisinden uzak durduğunu anlamadığı Songül ile baş başa kaldığında artık durumu anlamaya başladı ve ne yazık ki bir gün önce ruhunda başlayan yaz yerini kışa bıraktı. Songül, arabada bana karıcım deme, bana seviyormuş gibi bakma derken bir saniye daha o aşık olduğu gözlere baksaydı inanıverecekti. Hem nasıl inanmasın ki? O gözlere teslim etmedi mi kendini her defasında? Her defasında inanmadı mı o dudaklardan dökülen her bir kelimeye? Ona bu kadar rahat yalan söyleyen adama aşık oldu, bunu da bir gün bile anlamadı ama be yazık ki bilmediği durumları da kendi kafasından birleştirdi. Daha önce ailesinin ölümünden Sadi’yi suçlarken nasıl ki kendi fr bir çıkarım yapmıştı, bu defa da okuduğu mektubu kocasına sormak yerine aldatıldığı sonucuna vardı. Sadi ise hiç bir şeyden habersiz Songül’ün karşısında biçare kaldı…

Her ayrılık acıdır, her vazgeçiş keskindir ama bu defa durumu bu kadar kısa anlatamam. Songül, hayatındaki en değerli insandan vazgeçerken bu defa onun için değil, kendi kalbi için gitmek istiyordu. Aldatılan her kadın gibi ruhunu tamamen kaybetmemek adına, kendi yaralarını sarmak için gitmek istedi. Bir Anka kuşu gibi önce göz yaşlarıyla kalbini tedavi edecek, sonra da küllerinden yeniden doğacaktı. “Ben seni hiç sevmedim ki…” derken aslında gerçekteki Sadi ‘yi değil, ona ihanet ettiğini sandığı adamı cezalandırdı, Songül. Bu kadar olayda en haklı olan kişi Songül’ den başkası olmasa da burada verdiği peşin hüküm gerçekler ortaya çıktığında her şeyden kendini suçlamaya alışkın olan Songül’ün kendini de yargılamasına sebep olacak. Songül, Sadi’ye sen benim için sadece iştin derken Sadi sadece “Nasıl istersen komiserim…” diyebildi. Aslında Sadi de karşısındaki kadının kendisini sevdiğini, değer verdiğini biliyor. Bilmese “Hiç sevmedin mi?” derdi ya da gözlerinin içine bakmaya zorlardı ama bunu yapmadı. Songül iyi değildi ve Sadi içten içe buna sebep olduğunu gördü. Anlamasa bile hissetti diye düşünüyorum. Bundan sonra top artık Sadi Payaslı’da… Bir zamanlar bir kadından vazgeçmişti, şimdiyse hayatının aşkı, onca ihanetin, acının yıkamadığını yıkıp geçen sevgilisi ondan gidiyordu. Bu savaşı ya kazanacak ya da kaybedecek, başka bir çözümü yok. Savaşırsa kendi cennetini geri alır aksi halde araftaki hayatına kaldığı yerden devam eder…

Bu savaşta aşk mı yoksa gurur mu kazanacak? Hep birlikte göreceğiz…

Yazımı bitirmeden önce bahsetmek istediğim bir konu var : Devrim Özkan. Bu hafta dizide Songül’ü dört ruh halinde gördük. Önce acıyla karışık öfkeyle izledik ve hastane önündeki Songül’ün adım adım duygusal geçişlerini Devrim’in çok net verdiğini söyleyebilirim. Adım adım acısına, öfkesine şahit olurken özellikle tuvalette ağladığı ve mezarlık sahnelerine parantez açmak istiyorum. Devrim Özkan önce tuvalet sahnesinde acısıyla yüzleşirken beden dilini kullanmadan sadece yüz ve mimikleriyle karakterin tüm acısını tek bir kayma bilr olmadan mükemmelen aktardı. O sahnede Songül’ün acısını, çaresizliğini hissederken, mezarlıkta da yalnızlığını ve çaresizliğini aynı şekilde bize aktardı. Biz Devrim Özkan’ı bu dizide iki kez sarhoş izledik ama ikisi de birbirinden çok farklıydı. İlkinde sadece ailesinin ardından özlem duyan, eşine aşık bir kadının sarhoşluğunu nahif bir şekilde yansıtırken, bu hafta gülerken bile acısını, hayal kırıklığını gördük. Açıkçası son yıllarda izlediğim en iyi sarhoşluk performanslarından biriydi. Bu hafta onun bölümüydü, Karabayır’a Songül Acarerk, diziye de Devrim damgasını vurdu. Emeğine, gönlüne, yeteneğine sağlık.

Bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere. Sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, 6.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT

Hayat bir oyundur, o oyunu güvenilir insanlarla oynarsan kazanırsın ama tek başına kaldığında işin çok zor olmasına rağmen yine de bir ihtimal vardır. Peki ya güvendiğin insanlar sana ihanet ederse ne olur? Bu oyunu daha başlamadan kaybedersin. Umut ve Ceren ikisi de bu hayatın içerisinde bir oyun oynadılar ve ikisi de kendilerini hiç ummadıkları bir durumda buldu. Umut ailesinin sorumsuzca davranışları yüzünden sorun yaşarken asıl sıkıntıya düşen Ceren oldu zira yola çıktığı insanlar yine güce boyun eğdi ve Demir’in kazanmasına sebep oldular.

Ceren, babasının korku imparatorluğunu yok etmek için kollarını sıvadığında en çok kardeşlerine güvendi. Ceren’in en büyük sorunu bu aslında, çok sevdiği zaman görmek istemiyor. Halbuki bu ilk değildi, ilk kez kardeşleri babası karşısında onu yalnız bırakmadı ama bu defa bir başka yıkıldı. Ceren uzun zaman sonra kendini çok güçlü hissediyordu ama sırtını çok yanlış iki müttefiğe yasladı. Bir tarafında Mete gibi paraya ve güce tapan biri, diğer yanda Güven gibi benmerkezci, hata yaptığında bunu ağlayarak kapatmaya çalışan, yapamadığında da çok rahat zalimleşen birine güvendi. Açıkçası Ceren’in hala Gümüşay Ailesi’nden olduğuna hayret ediyorum. Bu kadar iyi, nahif ve ince düşünceli olup, insanları düşünen biri nasıl Demir’le aynı genetiğe sahip olur, hayret doğrusu. Bazı savaşlar kaybedilir, bazıları kazanılır. Ceren belki babasına karşı bir mağlubiyet aldı ama bilirsiniz, büyük zaferler büyük mağlubiyetler ardından gelir. Ceren bu yenilgisini büyük bir zaferle taçlandıracak, ben buna eminim.

Ceren, ailesindeki herkese hep kol, kanat geren bir karakter. Babasına, kardeşlerine, çocuklarına sahip çıkan, sonsuz sevgisiyle onları saran biri. Ne yazık ki ailesi ona karşı aynı davranışı sergilemiyor. Ben özellikle Güven’den bu defa beklemezdim. Her düştüğünde onu kaldıran Ceren’den başkası değildi, babası kapının önüne koyunca da ilk ona sahip çıkan yine kız kardeşiydi ama Güven her zamanki gibi sadece kendisini düşündü. Onun düzelmeye başladığını sanıyordum ama hiç bir değişim yok. Sadece büyük sözler var ama gerisi tamamen bir balon diye düşünüyorum. Güven söz konusu kendisi olduğunda kimseyi gören ya da anlayan biri değil. Kendi istediği şeyler olduğunda olduğunca verici olsa da kendi canı yandığında ilk hareketi ceza kesmek oluyor. Bunun en bariz meselesini de Umay örneğinde görebiliriz.

Umay bir anda Güven’den ayrılma kararı almıştı ve bence bu kararında gayet haklıydı. İçinde taşıdığı korkular, ailesi ve Güven’e asla itimat etmemesi gibi konular Umay’ın aklını hallaç pamuğu gibi attı. Bence yine de içinde bir kaç acaba taşıyordu. Acaba ben mi yanlış yaptım noktasında gidip geldiği dönemde o yönetim kurulu toplantısı Umay’ın gözlerini açtı. Kendi kız kardeşine sahip çıkmayan, sadakat göstermeyen biri nasıl bir yabancıya sadakatle davransın? Ben de olsam Umay’ın yerinde aynı şekilde tepki verirdim ki Umay ilişkisini bitirmekteki haklılığını da bir kez daha teyit etmiş oldu. Zaten Güben’le kavga ederken de bunu ona söyledi. Ceren’e ihanet ettiğini, karakterinin bu olduğunu ve güven duymadığını haykırdı ve erkeğimizin özgüveni sarsıldı. Çok aşıktı, ölüyordu falan ama kızın bir net tavrı karşısında bir anda o hisler halı altına gitti. Güven Gümüşay ay soyadına yakışır bir şekilde kendisini reddeden Umay’ın iş akdini feshetti. Bugüne kadar verdiği emekler, katkılar umurunda bile olmadı. Hani her konuştuğunda topu babasına atıyor ya, ben kötü değilim babam öyle demeye çalışıyor ya, bu ne şimdi? Bence Güven sadece biraz fazla duygu sömürüsü yapıyor yoksa babasının aynısı diye düşünüyorum. Bu hatasından dönmezse de gözüme bir müddet görünmesin. Babası gibi insanlara hesap ödeteceğine oturup ben ne yaptım diye düşünsün diye düşünüyorum.

Gümüşay Ailesi’nin zayıf halkası nasıl Güven’se, Yörükoğlu’nunki de maalesef Mahir’den başkası değil. Nasıl ki Güven kendi hatalarının bedelini başkasına ödetiyor, Mahir de yaptığı yanlışı başka bir yanlışla telafi ederken Umut dahil herkesin hayatını riske attı. Mahir, Luna’ya aşık oldu ve onu oradan almaya kararlı. Ancak İntikam planının en önemli halkası olan bir kadını o evden almaya kalkması demek herkesin hayatını riske atması demek, özellikle de Ayşe’nin. Ayşe de Umut’tan sonra ona yaptığının yanlış, tehlikeli olduğunu söyledi. Hatta bu yoldan dönmesi konusunda uyardı ama nafile. Mahir gidip gizli gizli yine Luna’ya sözler vermeye devam etti. Mahir öyle bir karmaşa halinde ki bence mantıklı düşünemiyor. Sürekli bir yerlerde yalpalıyor ama hatasından da bir türlü geri dönmedi. Özellikle Ayşe’nin içerideki konumu, Luna ile olan yakınlığı bazı şeyler ortaya çıktığı anda her şeyi tepetaklak edebilecek durumda ancak Mahir hala o noktadan çok uzak. Umut ona devam ederse plan batar dedi, Ayşe çığlık kıyamet üstüne gitti ama hala anladığını düşünmüyorum. Hep dedim, demeye devam edeceğim Umut’un güçlü bir müttefiğe ihtiyacı var ve bu kişiler Umay ve Mahir değil. Umay için bir şey diyemem, gerçekten zor durumda ve canı çok yanıyor ama Mahir’in Luna kadar kardeşlerini, babasını düşünmesi gerekir. Baba olacak anlıyorum ama bu kadar riskli bir oyunda dikkatli olması gerekirdi diye düşünmeden de edemiyorum. Umut kardeşleriyle sorun yaşasa da biri var ki, kardeş olmak için kan bağına ihtiyacımız olmadığını yeniden hatırlattı bana :Ali!

Ah Ali, ah… Nasıl özel, nasıl güzel bir adamsın sen diye diye bütün bölüm gezdim desem yalan olmaz. Demir’in yanında ” Ben Umut Yörükoğlu’yum” derken bir an bile gözünü kırpmadı. Hayatını riske attı. Ölümden döndü ama bu fedakarlığı onu hem muazzam iyi bir konuma hem de kardeşinden uzaklara fırlattı. Ali, artık emniyetin içerisinde ama Umut’tan çok uzaklarda olarak oyuna devam edecek. Ali en başında bana hiç güven vermedi ama sonrasında onun sadakati karşısında sadece gözlerim doldu ve yürekten “helal olsun” dedim. Umut için Ali, Ayşe birer şans ama yetmez. Demir gibi büyük bir düşmanın karşısında daha güçlü bir ortağa ihtiyacı var ama onu ikna etmek sandığı gibi kolay olmayacak.

Umut, hayatının en zor dönemini yaşıyor desem yalan olmaz. Umut, bir yanda Demir’le savaşıyor, bir yanda kardeşleri yoldan sapmasın diye uğraşırken diğer yanda da Ceren’e karşı içinde büyüyen aşkı durdurmak için büyük bir mücadele veriyor. Umut için bu hafta gerçekten üzüldüğümü hissettim. Kendine ait tek bir şeyi yok. Yaşadığı hayatı ailesi için, intikamı için yaşıyor. Başka bir şey düşünmek bile istemeyen bir ruh halinde ve bir yerden sonra bu onun sıkışmasına sebep oldu. Umut, Ali’nin başına gelenlerden sonra özellikle daha temkinli, ürkek bir hale büründü. Zira bir hata daha çok daha kötü sonuçların doğmasına sebep olur. Bu sebeple de Demir’i kıskıvrak yakalamak zorundaydı ve ona karşı yeniden bir hamle geliştirdi. Bu hamle ardından Umut, Çınar Yılmaz olarak artık şirket hissedarı durumuna geldi. Daha doğrusu kendisine ait şirketin içine sızmayı başardı ama asıl oyun yeni başlıyor.

Demir Gümüşay, Çınar’ı yanına alarak şeytan ve şeytanın avukatı olarak dünyayı ele geçirme planları yapmaya başladı. Önce Ceren’i ekarte etti, sonra yönetim kurulunu yeniden sarstı ve şimdi de herkese meydan okumaya başladı. Tabii bilmediği şey, Çınar sandığı Umut’un şeytan değil kendisinin Azraili olduğuydu. Hayatına birden dahil olan bir adama duyduğu güven zaten tarihin tekerrür etmesinden başka bir şey değil. Bir zamanlar Umut’un babasına yaptığını, şimdi de Umut ona yapıyor. Yavaş, yavaş her şeyini ele geçirmeye başladı ancak Demir de kolay lokma değil. Umut eğer bu yolda Ceren’i yanına çekmeyi başarırsa bence kazanır zira Demir çaktırmasa da Ceren onun için önemli ve aslında onun zayıf tarafı. Sadece Demir nefret dolu bir adam olduğu için bunu fark edemiyoruz ama Güven’in ihaneti sonrası ondan biat değil, katil olmasını istedi. Kapının önüne koydu. Halbuki Ceren eğer babasıyla kalmayı kabul etseydi, hayatına devam edebilirdi. Hayatlarında Çınar olmasa kafası çalışan biri diye istiyor derdim ama arabadaki hali durumun duygusal tarafını da gözler önüne serdi.

Ceren Gümüşay, babası tarafından sevilse de ihaneti bu sefer kaldıramadı. Aslında Ceren, babasının da kötü olduğuna uzun süre inanmak istemedi. Hatta olayı ilk öğrendiğinde direkt Çınar’ı suçladı. Bir yabancıyı suçlamak, ailesini suçlamaktan daha kolay geldi. Halbuki en başından beri onun yanında olan kişi Çınar’dan başkası değil. Yine de kardeşlerinin ihanetini kısa bir süre kabullenmedi. Gerçekleri Güven’den öğrendikten sonra ruhunda ikinci büyük yara açıldı diye düşünüyorum. İlkini Demir açmıştı, diğerini de kardeşleri açtı. Öyle bir yara bere içinde kaldı ki ona yardım eli uzatan Çınar’a sımsıkı tutundu. Ailesini yok etmek üzere yemin eden birine tutuldu sanabilirsiniz ancak Ceren kirli avukat Çınar’a değil, tertemiz Umut’a aşık olmaya başladı, henüz kendisi bunun farkında olmasa bile…

Umut bu intikam yoluna girmeden önce yarattığı Çınar ile Gümüşay Ailesi’ni yok etmekten başka bir şey yoktu aklında. Ancak Ceren karşısına çıkınca bazı şeyler pek de istediği gibi olmadı. Mesela, Umut Ceren’in yanında hep kendisi gibi oldu. Gülüşü, konuşması, tavırlarıyla bir maske altından bakmadı karşısındaki kadına, hep saf bir şekilde baktı. Ceren yıkılınca onu alıp ailesinin meyhanesine götürmesi bunun en büyük ispatıdır. Umut tabi bunları bilerek yapmıyor, kalbinden geldiği gibi davranıyor. Bu sebeple de henüz kendinin, duygularının da farkında değil. Ceren’le yaşadığı her an kendisine, karşısındaki kadına ait mesela ve bu Umut’un çok da tanıdık olduğu bir duygu  değil. O hep ailesi, intikamı için yaşadı. Halbuki Ceren’le kendisi oluyor, o anı gönlünce yaşıyor ancak intikam gözünü öyle karartmış ki bunun farkına vardığı anca kaçtı.

Umut ve Ceren evin önündeki kısacık anda birbirlerine aktılar zira ikisi de aynı an içerisinde aşık olduklarını anladılar diye düşünüyorum. Bu yakınlaşma sonunda Umut’un aklına intikamın gelmesi ve bir an duraksasa da oradan kaçması Ceren’in onun hakkında  korktuğunu düşünmesine sebep oldu. Ama aslında ilk günden beri Umut, Ceren anlasın istiyor bence. Zira ona bile isteye dolu açık verdi. Halbuki Demir karşısında usta bir oyunculuk çıkarırken, Ceren karşısında bunu yapmadı. Ceren kısa bir an Çınar’ın korkak olduğunu düşünse de sonrasında öğrendiği gerçek karşısında Umut’a yüzleşmek istedi ve büyük bir bombanın fitilini de ateşledi.

Ceren, uzun zamandır ailesinin çevresinde hayalet gibi gezen Umut Yörükoğlu’nun, kirli avukat Çınar Yılmaz olduğunu çözdü. Umut’la yüzleşti. Umut itiraz etmedi, kaçmadı, saklanmadı. Peki şimdi ne olacak? Direkt babasını, ya da kardeşlerini değil Umut’u aradı ama neden? Tüm bunların cevaplarını haftaya yeni bölümde alacağız.

Bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere. Sevgiye kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Domino Etkisi ( Hayat Bugün, 6.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR

Bu hafta yazıma bir soruyla başlamak istiyorum. Sizce aile nedir? İçine doğduğumuz insan topluluğu mu, en güvende olduğumuz yer mi? Yahut sevdiğimiz ve sevildiğimizi gerçekten hissettiğimiz yer mi? Bana göre aile en zor zamanlarda sığınılan kale, kendini gerçekten ait hissettiğin, mutlu olduğun, kendin olduğun yerdir. Bunun illaki kan bağı olmasına da gerek yoktur, can bağı diye bir gerçek var ve onu kiminle hissediyorsan o senin ailedir. Barış mesela Gizem ve kızı dışında ekibini de ailesi bellemiş durumda. Aras’ın tek ailesi yeğeni ve ablası gibi görünürken Derin de onun bir parçası bana kalırsa. Ve Derin aile aidiyeti kan değil de can bağıyla hisseden biri o. Suzan, Andaç ve hatta Ali Haydar bile aile olma konusunda sınanan insanlar. Onlar bir ekip değil bir ailenin vazgeçilmez parçaları olarak görüyor birbirini, evet aynı kandan değiller ama aynı amaç için bir araya gelmiş candan bağlı bir aile onlar.Aslında bu durum Hisarönü Hastanesi’ne özgü bir durum değil benim için. Birbirini kalpten seven herkes birbirinin ailesi olabilir bence. Barış mesela anladığım kadarıyla babasıyla ilgili problemleri var ki hastalığını dahi bilsin istemedi, konusu geçince ciddileşti ve hemen kapattı konuyu. Ama Gizem ve kızı onun tüm varlığı ve sadece onları ailesi olarak kabul etmiş durumda.

Evlilik ahdi gerçekleşirken şöyle bir cümle kurulur “İyi günde kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta, ölüm sizi ayırıncaya kadar…” Barış ve Gizem’i izlerken bu sözün ne kadar değerli olduğu aklıma geliyor her seferinde. Evet belki evliyken işler istedikleri gibi gitmedi ama onlar yine de birbirini ilk desteği. Gizem’in riskli bir hamilelik geçireceğini öğrendiği zaman Barış hastalığını, tedavi olmamak için sunduğu tüm bahaneleri, yoğunluğunu bir kenara bırakıp kolu kanadı olmuştu Gizem’in. Şimdi Gizem iyi, Barış hasta ve bu sefer Gizem umut olmaya çalışıyor ona. Halbuki ne yasal olarak ne de içinde bulunduğu durum göz önüne alınırsa Gizem’in hiç bir zorunluluğu yok bunu yapmaya. Buna rağmen canla başla Barış iyi olsun diye onunla dahi savaşıyor. Artık evli olmasalar bile onlar hala birbirini çok seven, ve her an birbirinin yanında olmaya hazır bir aile.

Evet; Barış hasta ve ben de Suzan’la Gizem gibi düşünüyorum önceliği kendisi olmalı ki o kurtulduktan sonra ondan umut bekleyen binlercesini de kurtarabilsin. Yine de hepimiz çok iyi biliyoruz ki Barış’ın önceliği hiç bir zaman kendisi olmadı. “Bu insanlar yarını görmek için bizi bekliyor” açıkçası ben onun kadar fedakâr olabilir mıydım emin değilim ama onun en sevdiğim özelliklerinden biri tek bir kişi yahut tek bir şeyi kurtarma peşinde değil.

Barış kısıtlı kaldığını düşündüğü bir zaman diliminde olabildiğince insana yardım etmek istiyor. O kurtarabileceği kadar çok hasta kurtarmak, değiştirebileceği kadar çok fikir değiştirmek istiyor. Bunu domino zinciri bozulduğunda çok net gördük aslında. Suzan tanıdığı için İrem’e öncelik verirken Barış geriye kalan herkesi iyileştirme çabasındaydı. Çünkü her ne olursa olsun o Hisarönü Hastanesinin başhekimi ve kişisel düşünme hakkı yok gibi bir şey. Bununla Suzan’a her daim destek oluşu, Aras’ın her an arkasında durması, Andaç’ın, Ali Haydar’ın ve Derin’in dertlerine koşması Hisarönü’nü de bir aile olarak gördüğünü gösteriyor. Barış her an Suzan’ın yanındayken Suzan da hastalarına şifa olmak için ondan büyük destek alıyor ve bu sayede çok daha cesur davranıyor bana kalırsa.

Bu hafta Suzan’ı gururla izledim, yaptığı şey çok güzel ve zordu. Suzan’ın yaptığı domino nakil çemberini görünce gözlerim doldu doğrusu. Maalesef ki hem dünyada hem de ülkemizde organ nakli bekleyen, beklerken umutlarını, yaşamını, ailesini yitiren binlerce insan var. Gerek kadavra gerekse canlı donör yetersizliği nedeniyle çok fazla kişi sıra beklerken hayatından oluyor. Bu yüzden buradan da söylemiş olayım; organ bağışı hayat kurtarır lütfen böyle bir imkânınız varsa size destek olun. Tıpkı İrem gibi, Gazal gibi masumlar bu sayede hayatta kalabiliyorlar zira.

Suzan İrem’i kardeş, Ömer’in ailesini kendi ailesi olarak kabul etmiş gördüğüm kadarıyla. Ben ispatlayamam ama bence o Ömer öldüğünden beri ilk kez böyle hıçkıra hıçkıra ağladı. Çünkü Ömer bir düğüm olarak kalmış boğazında, onu kurtaramamış olmanın verdiği vicdan azabıyla iki yıl içi içini kemirirken şimdi İrem’i kurtarmış olması bir anlamda o hastanedeki sevdiklerini kaybetme lanetini üstünden atmış gibi hissetti. Belki de bunca zaman Suzan kendini ilk defa mutlu hissetti. O ailesinin bir üyesini daha kaybetmemiş olmanın huzurunu yaşarken Derin’in “Anne” sınavı epey ağır geçiyor bana kalırsa.

Derin ve annesi arasında neler oldu da “Şimdi ciğere ihtiyacım olsa, bir parçasını vermeye tenezzül etmeyecek biri arıyor” diyecek duruma geldiler aşırı merak ediyorum. Üstelik annesini aidiyet belirtmeden kaydetmiş telefonuna. Normalde bizler “Annecim, Sultanım, Kraliçem” gibi sözcüklerle yazarız değil mi rehberimize. Hiç olmazsa bile bir aidiyet bağıyla bağlarız sonunu ama Derin asla öyle yazmamış. Nasıl yazarsak yazalım bize ait olduğunu betimleyerek yaparız. Fakat Derin dümdüz sadece “Anne” diye yazmış. Kendini ondan bir parça olarak görmüyor bile ve bence o Hisarönü Hastanesini annesinden daha çok ailesi olarak görüyor.

Başta da dediğim gibi aile olmak için illaki kan bağı olmasına gerek yok bence ve bunu en iyi Andaç’ın ailesine onlara olan sevgisine bakarak görebiliyorum. Onlar Lalin’e anne baba olabilmişken hiç tereddüt etmeden Ceylan’a da kollarını açan bir aile. Evet belki işler umdukları gibi olmadı ama ben eminim ki Andaç Ceylan ona ne zaman ihtiyaç duysa o an onun yanında ve arkasında bir baba gibi dimdik duracak. Andaç kendi kanından olmayan bir çocuğa çok güzel baba olabilmişken aynı durumu Ali Haydar için söyleyemeyeceğim maalesef. Onun oğluyla sorunları çok daha derin çünkü. O oğluyla arasındaki mesafeyi sonunda kapatmış olsa da onlar için asıl mücadele şimdi başlıyor bana kalırsa. Çünkü Elçin’in babasına onun desteği ve sevgisine ihtiyacı var. Ali Haydar zamanında bunu verememiş olsa da ben inanıyorum ki o bundan sonra çok daha özenli olacaktır. Çünkü ailesinden, sevdiği kadından geriye kalan yegâne şey oğlu Elçin. Ali Haydar oğluyla ikinci bir şans yakalamış oldu ve açıkçası ben bu duruma çok sevindim. Sanırım tüm bu saydıklarım arasında ailesiyle arasında sorun olmayan tek kişi Aras. Fakat Aras yeğenine ablasına kol kanat olacağım derken kendi hayatını bile isteye ertelemiş biri.

Aras’ın bu hayattaki tek ailesi ablası ve yeğeni gibi görünse de o ekiptekileri de ailesi olarak kabul etmiş durumda. Belki bunu göstermiyor ama heyecanla beklediği yeğeninin maçına sırf arkadaşlarını yalnız bırakmamak için gitmiyorsa bu onları aile saydığı anlamına geliyor bana kalırsa. Aras dışarıdan taş gibi sert ve soğuk görünse de bence o çok merhametli biri. Çok idealist ve profesyonel olsa da yeri geldiğinde bir kızın hayatı için kendini ve mesleğini tehlikeye atıp usulsüzlük yapabiliyor. Yeri geldiğindeyse gözünü dahi kırpmadan sevdiği kadın için kurşunun önüne atlayabiliyor.

Sağlık sistemi olarak ülkemizin bir diğer kanayan yarası da maalesef ki sağlıkçıya uygulanan şiddet ve bunun önüne asla geçilememesi . Her gün, her saat hatta bu yazıyı yazarken bile sağlıkçılara uygulanan şiddet haberlerini görüyorum. Halbuki onlar da sadece işini canla başla yapmaya çalışan birer insan. Onların da birer sevdikleri, bekledikleri, aileleri var hiç biri robot değil. Üstelik o canilerin darp ettikleri, öldürdükleri bir tek sağlık çalışanları değil. Onların ailelerini, onlara hayallerini bağlamış hastaları, bir umut hastalarından güzel bir haber bekleyen hasta yakınları da öldürmüş oluyor o anda. En güvende olmaları gereken, işlerini gönül rahatlığıyla yapmaları gereken yerde maalesef ki biz sağlık çalışanları her an diken üstünde, her an tedirginlikle mesleğinizi yapmaya çalışıyoruz. Bu günlerin geride kalıp daha güvenli ve şiddetsiz bir ortamda çalışmak dileğiyle.

İnsan hayatı kurtarma yolunda hayatını kaybetmiş tüm sağlık çalışanlarına rahmet ve minnetle.
O zaman bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek üzere sağlıkla kalın.

İki Dünya Arasında (Kızılcık Şerbeti, 4.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR

Bir toplumda yaşamanın bedelleri vardır; herkese biçilen roller ve bu rollere uyulsun diye elinden geleni yapanlar vardır. Toplum dayatmasına göre bu rollerin yerine getirilmesi gerekir ve maalesef ki genelde en ağır rol de kadınlara verilmiştir. Başı örtülüyse suç, açık giyinse suç, çalışmak istese suç, evden çıksa suç eve girse suç… Tacizci, tecavüzü, şiddeti hiç bitmez. Kadına biçilen rol belli “evinin kadını, çocuklarının annesi ol.” Peki biz, bize yüklenen bu rollerin ne kadarını kabul ediyoruz ya da ne kadarına katlanarak yapıyoruz? Kıvılcım mesela; güçlü olabilmek için duygusuz, katı ve kuralcı bir role bürünmek zorunda. Pembe bir aileyi arada tutmak için sürekli mutlu rolünde, sürekli gülümseyen, sürekli orta yolu bulma durumunda. Doğa eskiden evin kızı, diş hekimliğinde öğrenci rolünde iken, şimdi evli bir kadın çocuğunu taşıyan bir anne ve bir evi yuva yapması gereken bir dişi kuş rolünde. Peki Doğa’nın istediği gerçekten bu mu? Ya da Kıvılcım duygusuz olmayı kendi mi seçti? Güçlü olabilmek için sürekli direnmeyi istiyor mu? Nursema mesela yurtdışında okumuş ama şimdi dört duvar bir evin içinde bütün gününü sadece orada geçiriyor, peki acaba Nursema orada yaşamak istiyor mu? Onu yüklenen vasıf sadece evin kızı olmak, Nursema gerçekten üstlenmek istediği rol bu mu? Ve erkekler bu toplumda onlara güçlü, evin direği, parayı getiren kişi, ailenin babası rolü yüklenmiş durumda. Ailesini koruyacak, her zaman her ortamda ağır başlı, saygı duyulması gereken kişi olmak zorunda. Ataerkil bir toplumda yaşıyorsanız ya size biçilen tüm rollere boyun eğip kan kusup kızılcık şerbeti içtim diyeceksiniz yahut baş kaldırıp bu düzene son vermek için direneceksiniz. Doğa şu an için hangi yolu seçecek bilmiyorum ama o hiç bilmediği bir dünyaya yepyeni bir rolde yaşamaya çalışıyor.

Doğa yeni hayatına adapte olmaya çalışırken bir yandan annesiyle yeni ailesi arasında köprü, bir yandan da Fatih’le ikisinin içinde olduğu bir yuva kurmaya çalışıyor. Doğa’nın da evlenen her insan gibi bu evlilikten beklentileri, hayalleri ve yaşamak istedikleri var. Fakat Ünal ailesine katıldığından beri eşiyle doğru düzgün vakit dahi geçiremedi. Üstelik eşi aile evinden ayrılmayı düşünmüyor bile. Fatih her ne kadar modern görünse de maalesef ki Doğa ve onun arasında keskin bir kültürel farklılık var ve bu her geçen gün kendini daha çok belli ediyor. İnsan doğası gereği kendinden farklı olana ilgi duyar. Yani hep denir ya zıt kutuplar birbirini çeker ama bir yere kadar, daha sonra bu durum çok farklı bir yere doğru gidebilir. Doğa, kendinden oldukça farklı olan Fatih’e aşık oldu ancak evlenene kadar ne kadar farklı olduklarını da göremedi. Şimdiyse ne yapsa, ne etse hep bir kurala çarpıyor ve şimdilik sesli olarak itiraf edemese de annesinin haklı olduğunu düşünmeye başladı. Adımını atsa olay, sorun. Hep karşılaştığı cümle de şu: Bu bizim ailemize yakışmaz. Sanki Doğa’nın ailesi, aileden değilmiş gibi bir tavra girildi ve bu bir süre sonra Doğa için katlanılmaz bir hale gelecek. Her ne kadar mülayim ve anlayışlı olsa da bam teline basıldığında Fatih’le arasında aşılmaz köprüler inşa edebiliyor ve sanırım o aşamaya gelmesine çok da kalmadı.

Fatih’se hala kendini aracı olmakla kandırmaya devam ediyor. En başından beri Doğa’ya  Seni anlıyorum, ailem gibi düşünmüyorum…” diyordu. Güya ailesiyle Doğa arasında köprü olacaktı ama bunu asla yapmadı. Aile ne derse doğrudan Doğa’nın yanında alıyor soluğu. Fatih’in en büyük handikabı bu. Doğa’ya söylenmeyen her şey ona iletiliyor, farklılıklar ilk onun gözüne sokuluyor ve o ister istemez bundan etkilenip Doğa’nın üzerine gidiyor. Doğa’yı sırf hamile olduğu için eğilmesini istemeyecek kadar düşünürken söz konusu Doğa’nın yaşam tarzı yahut özgürlük sınırları olunca her şeyi unutup ona, onu gerecek şekilde bağırabiliyor. “Bırak herkes nasıl mutlu oluyorsa öyle yaşasın” diyor fakat oklar kendisine dönünce maalesef ki tüm söyledikleri lafta kalıyor ve Doğa’yla aralarında gerginlik oluşmasına neden oluyor. Fatih, Doğa onun istediği gibi davrandığında tam bir melek. Dünyanın en anlayışlı, sevecen insanına dönüşüyor ancak olay Doğa onun alanından çıktığında başlıyor. O sırada anlayışsız, bağıran, psikolojik şiddet uygulayan birine dönüşüyor. Fatih’in Ömer gibi olduğunu hiç sanmıyorum. O tam olarak ailesinin oğlu bence. Söz konusu kendisi olduğunda anlayış bekleyip , ailesi olduğunda alttan alınmasını beklerken olay Doğa tarafında cereyan edince anlayışsız, kaba birine dönüşüyor. Bu sebeple de Doğa ile olan ilişkisi her daim çatırdıyor. Açıkçası benim nazarımda da hala Fatih’e çok aşık diyemiyorum, üzgünüm.

Fatih ve Doğa zıt kutuplar birbirini çeker misali aşık oldular, evlendiler. Şimdi anne, baba olmak üzereler ancak aralarında büyük sorunlar var. En önemlisi de iletişimsizlik ve anlaşamama. Bu bölüm genelinde olmasa da bu sorun ikisi arasında hala devam ediyor. Mesela düğünü çok konuşmadı Fatih zira Abdullah bu konuyu kapattı. Aksi olsaydı ben hiç sanmıyorum ki Fatih konuyu olduğu gibi kapatırdı aksine Doğa’nın üstüne giderdi. Zaten onun fikirlerine pek saygısı yok ancak söz konusu babası olduğunda Doğa’yı tamamen yok sayıyor diye düşünüyorum. Fatih, Doğa’nın her daim onunla kalacağına, zorunlu olduğuna öyle emin ki aksi bir düşünce aklına bile gelmiyor. Halbuki, Doğa bambaşka bir kültür ve çevreden geliyor. Onun için evlenmek kadar boşanmak da doğal bir durum o yüzden Doğa’nın Kıvılcım’ın dediğine gelmesi için baskının dozunun biraz daha artması yeterli diye düşünmeye başladım vallahi, ne yalan söyleyeyim?

Kıvılcım; ne kadar sert bir kaya gibi görünse de içi parça parça, toz zerrecikleri gibi darmadağın. Kızları onu anlamıyor, eski kocası hem sorumsuz hem de ona sorun çıkarmak için elinden geleni yapıyor. Ve çevresi onu yargılamak için fırsat kolluyor, bu yüzden çevresini ne düşündüğü onun için çok önemli. Eski kocası mesela kızının nikahına nişanlısını getirmiş fakat Kıvılcım o görünce yanlış anlar diye omuzundaki ceketi hemen çıkaracak kadar tedirgin oldu. Halbuki kendisi; bekar, ekonomik özgürlüğü olan, genç ve hayatına birini almasından daha doğal bir şey olmayan bir kadın. Aynı şey düğünde onun için söylenen sözler için de geçerli, bu sözleri duymak o kadar zoruna gitti ki sonunda orayı terk edecek duruma geldi. O yaptıklarına bu denli dikkat ettiği halde insanların “Para için kızını verdi, yahut yakında onlar da kapanır” gibi cümleler kaldıramayacağı kadar ağırdı ki zaten kendisi de altında ezilmiş oldu.

“Başkaları için yaşayan insanlara benim tahammülüm yok” Kıvılcım’ın en büyük amacı bu bence çocukları başkaları için değil, kendileri için yaşasın istiyor. Şimdi Doğa’nın sırf Pembe yahut Fatih istiyor diye bazı şeylere boyun eğmesi bu yüzden bu kadar zoruna gidiyor. Halbuki Kıvılcım farkında olmasa da o da aynı şeyi yapıyor. Hem kızları için yaşıyor hem de etrafındaki insanların ne diyeceği, onun hakkında ne düşüneceği onun için çok önemli, tıpkı Pembe için çeyize gelecek olanların ne düşündüğünü önemsediği yahut Abdullah’ın itibarını düşündüğü gibi. Aslında bence iki aile birbirini yargılamak ve benim saygınlığım benim fikirlerim diye tutturmak yerine birazcık olsun diğer tarafın bakış açısıyla bakabilse tüm işler hepsi için çok daha kolay olacak ama sanırım bunun için epey bir zamana ihtiyaçları var. Ama aralarında biri var ki her iki aileyi de anlayıp hak verebiliyor. Kim mi o tabi ki Ömer Ünal. O kendini de, karakterini de geliştirmiş, farklı düşüncelere saygılı olmayı öğrenmiş biri.

Ömer ; Modernliğin ve muhafazakarlığın aynı vücutta buluşmuş halı gibi. Aslında bu dizide en çok kendini kime yakın hissediyorsunuz deseniz sanırım şu an ki cevabım net Ömer olur. Hem insanların dünya görüşlerine saygılı, hem karşısındaki kişinin bakış açısını anlayabiliyor hem de yargılama yapmadan önce empati kurmasını becerebilen biri. Kıvılcım’la ilk tanıştığında onu değişik olarak nitelemişti, sert duruşunu gördüğü halde onu tanıdıkça yaptıklarını garipsemeye değil taktir etmeye başladı mesela. En sevdiğim özelliklerinden biri kalıpçı değil. İnsanları kapalı, açık, seküler yahut muhafazakâr diye kodlamıyor kafasında, tanımaya ve anlamaya çalışıyor. Bunun en bariz örneğini Fatih’le Doğa hakkında konuşurken görebiliyoruz bana kalırsa. Fakat sanırım onun tam tersi profil çizen biri de var; Pembe Ünal.

Pembe  bugüne kadar beni en çok düşündüren karakterlerden biri her zaman ailesinin yanında kocasını çok seviyor ve güveniyor gibi görünüyor. Pembe tüm hayatını ailesine adamış, görünürde de mutlu bir kadın. Ancak kendisine dair bir hayatı olmayan hangi kadın ya da kadın diye sınırlandırmayalım, hangi insan mutlu olabilir ki? Pembe dört duvar arasında, ev işleri, temizlik, sorumluluklarla bezeli bir hayatın içerisinde. Mesela arkadaşlarıyla dışarıya çıkıp, bir akşam yemeği yemenin bile doğru görülmediği bir ailenin içerisinde yaşıyor. Bunun adına da aile olmak, bağlılık, kurallar, gelenekler adını koyuyorlar. Ben Pembe’nin de açıkçası mutlu olduğunu düşünmüyorum. Koşullu öğrenme diye bir şey vardır, hepiniz bilirsiniz. Pembe’ye belirli şekillerde bu olay öğretilmiş ve kendini de mutlu sanıyor zira onun hayatı tamamen kocasına bağlı. Bir şeyden rahatsız olduğunda ” Benim canımı saçma sapan şeylerle sıkma!” cevabını alıyor ve artık o konu Pembe’nin canını sıksa bile konu olmaktan çıkıveriyor. Eskiler anasına bak, kızını al demişler. Annesi ney ki, kızı ne olsun? Aynı durum ne yazık ki Nursema için de geçerli. Onun hayatı da bazı erkeklerin iki dudağının arasında, tıpkı annesi gibi…

Nursema kocaman kız, iki gelini ona abla demesine, evin tek kızı olmasına ve özgür olduğunu düşünmesine rağmen evden çıkmak isterken bile izin almadan çıkamıyor, hatta zorlanıyor. Sürekli annesiyle birlikte hareket etmek zorunda. Sanki bu hayattaki tek vasfı; babasını savunmak, babasının kızı olmak, o evde öylece oturup hayırlı bir kısmeti çıksın diye beklemek. Halbuki o da bir birey ve bunun farkında mı emin değilim; çünkü Nursema’ya baktığımda ona dair hiç bir şey göremiyorum. Sadece çok fazla kızgın, öfkeli ve öfkesini Doğa’dan, Doğa’nın yaşantısından çıkarmaya çalışan birini görüyorum. İlk başta bu duruma bir anlam verememiştim fakat görünen o ki Nursema sadece Doğa’nın yapabildiklerini aynı evin içinde olduğu halde yapamadığı için istemsizce böyle davranıyor.  İçindeki öfke o kadar büyük ki ne yapsa başa çıkamaz hale gelmiş. Halbuki bu hafta onun Doğa’yı anladığını da gördüm, ben. Onunla bir sorunu yok. Sıkıştırıldığı, hiç bir şeyin hak görülmediği hayatının içerisinde öyle bir sıkışmış ki ne yapsa olmuyor işte. Doluya koysa almaz, boşa koysa dolmaz. Abdullah’ın tayin ettiği yaşamın içerisinde kendi düşünceleri içerisinde sıkışmış biri Nursema. Söz hakkı da olmadığı için kendini ifade edemiyor. O evdeki hiç bir kadının yok olsaydı belki de Pembe kendini bu kadar komik duruma düşürmeyecekti.

Pembe, Pembe, Pembe…Alev ve Abdullah’ın yediği yemeği kafasında öyle saçma bir şekilde kurdu ki bir anda aldatıldığı kanısına vardı. Daha önce de Kıvılcım’dan Almanya meselesini duyunca, kocası da aynı yere gidiyorum dediği anda parçaları birleştirdi. Önce ben Pembe’ye çok kızdım, gencecik bir kıza nasıl bunu yakıştırdı diye ama ona kim haksız diyebilir? Abdullah karısını insan yerine koyup da bir açıklama yapsaydı, durumu açıklasaydı Pembe bu duruma düşer miydi?  Asla düşmezdi ama kocasına soru sormaya bile hakkı olmadığı için soluğu dünürlerinin evinde aldı ve maalesef ki yerin dibine girdi. Ben bir insan olarak Pembe’ye üzüldüğüm gibi kadın olarak da onu yürekten anladım. Umarım Kıvılcım ve Alev de aynı anlayışta olabilirler…

Bu hafta bölümü yine çok heyecanlı bir yerde bıraktık. Kul hakkına bu denli önem veren Pembe masum bir kadının hakkına girdi. Annesinin ve ablasının yüzüne karşı ona iftira attı ve sanırım bu durum iki aile arasında çok büyük bir gerilime neden olacak.
O zaman bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

 

 

 

 

 

Pandoranın Kutusu (Gelsin Hayat Bildiği Gibi, 18.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT 

Bu hayatta hiçbir şey gizli kalmaz. Hiç bir sır sonsuza kadar bir kutunun içinde saklanamaz. Bir sırrı tarihe gömmenin tek yolu ya onu hatırlamadığın bir diyara gitmektir ya da onu kapattığın kutudan onu asla çıkarmamaktır. Ya o kutunun kapağı aralanırsa ne olur? Tıpkı Zeus’un sözünü dinlemeyen Pandora gibi hayatına yedi büyük günahı getirir, üstünü kapatmaya çalışırsan da o günahla savaşmamayı tercih edersen de   yeniden kapattığın o sandığa umudunu da gömersin. Sadi bugüne kadar her tavrıyla Derya’ya o kutuya dokunmamasını hissettirecek şekilde davrandı ancak Derya bunu anlamadı. Kutu açıldı ve kapandı. İçinde de Sadi’nin mutluluk hayalleri kaldı.

Sadi Payaslı, ikinci hayatına girdiğinde ne bir mutlu yuva kurma taleşesi ne de aşık olma düşüncesi vardı. Ama hayat böyledir işte, siz ne plan yaparsanız yapın onun her zaman başka planları vardır. Sadi aynı hayatı yaşamak zorunda kaldığı kadına her gün daha da aşık oldu. Bu öyle yavaş, öyle içine işleyerek gerçekleşti ki Sadi fark etmedi bile ta ki bir kadının gülüşü nefesi olana kadar. Aşk iyileştirir,geliştirir ve insanı bambaşka birine dönüştürür. Sadi de adım adım bambaşka bir adama dönüştü. İkinci şansına ödemek zorunda olduğu bir diyet gibi değil yaşamak istediği bir vaha, bir yuva gibi sarıldı. İnsanların hayatına dokundu, çocuklarım dediği öğrencilerinin kahramanı oldu. İlk geldiğinde daha sert bir hocayken sonrasında daha anlayışlı, daha ılımlı bir öğretmene dönüştü. Bunu yapmak için bir isim değişiminden fazlası gerekir. Ona adım adım nasıl yaşaması, davranması gerektiğini Songül öğretti. Sadi sert bir yaşamın kurallarını herkesten iyi bilirken, başka yolların olduğunu da Songül ile öğrendi. Ben buna her zaman aşkın iyileştirici gücü derim. Zira Sadi artık sadece coğrafya öğretmeni değil, gerçekten bir kahraman, bir rol modeli, babasız çocukların sırtını dayadığı dağ oldu. İşte o çocuklardan biri : Zülfikar…

Zülfikar kardeşinin kaybolmasının ardından acılar içindeki annesiyle baş başa kaldı. Ne yapsa, nereye gitse bilemiyordu ki o anda tek güvendiği, belki de hesapsız, sorgusuz kapılarını çalacağı tek insanı aradı : Sadi. Zülfikar bugüne kadar ailesinin yükünü hep tek başına sırtlamış, baktığında 17 ama içinde 100 yaşına gelmiş bir delikanlı. Hocasından, Songül ablasından yardım isterken bile boynunu büken biri. Hem nasıl bükmesin? Alışmamış ki birilerinden yardım istemeye, birilerinin ona yardım etmesine. Bu yüzden de Sadi ve Songül onlara yardım ederken hem annesi hem Zülfikar sadece minnetle baktılar. Zülfikar, annesinin yanında ağlamayı bile kendine yediremeyen, ağlamayı hala zayıflık sanan bir çocuk. Sadi de onun yanında sadece öğretmeni olarak değil, babası gibi dimdik duran hocası oldu. Ona destek oldu. Morga giderken bile Sadi bir kolunda Zülfikar diğer kolunda Ozan’ın acılı annesi bir ölüm yolunda yürürken içinden geçenler onun aslında bu hayatın içinde neleri yapmak istediğinin de habercisi oldu. Sadi ikinci şansında sadece hayatındaki insanlara değil, umutla, saflıkla tüm mazlumlara yardım etmek, umudunu yitirmeyenlerden olmak istiyordu. Bir zamanlar kendisine, hayata ve geleceğine dair hiç umudu olmayan bir adamken, artık geleceğine, hayallerine tutunan bir adam var karşımızda. Ve tüm bunların tek bir mimarı var : Songül…

Songül, Sadi’nin hayatını tek bir sihirli dokunuşla değiştirdi. Hem de bunu bilinçsizce yaptı. Özel bir çabası, taktiği yoktu. Songül öylesine iyi, saf ve pak bir ruha sahip ki istemeden de olsa çevresinde ne varsa güzelleştiriyor. Sevdi mi tam sevip, her zaman sevdiği her şeye sahip çıkan bir yapısı var. Sadi’yi de böyle sarıp, sarmaladı. Geçmişindeki onca yüke, sıkışmış ruhuna rağmen yaptı bunu. Halbuki hayatının şimdilik en zor evresinden geçiyorken bencil olabilir, kendini düşünebilirdi. Bunu asla yapmadı. Kendisinden önce sevdiği insanları, onların mutluluğunu düşündü. Belki seneler sonra sevilmenin mutluluğuyla ailesinden kalan mutlu anıları anlatmaya, onları ağlayarak değil gülerek hatırlamaya başladı. Aşk iyileştirir demiştim ya aynı şey Songül için de geçerli. Aşk onu da değiştirdi ve aslında onun Sadi’yi etkilediği gibi Sadi de farkına varmadan Songül’ü en güzel şekilde mutlu etmenin yolunu buldu.

İlk bölümlerde hatırlarsanız Sadi’nin farkında bile olmadan anlattığı bir sahte tanışma ve evlenme teklifi hikayesi vardı. Songül’ün ayaklarını yerden kesen, Sadi’nin kirli gördüğü ruhuna en temiz haliyle sarılarak aralarındaki bağın ilk kurulduğu o anı hatırladınız mı? Meğerse Sadi fark etmeden Songül’ün ailesinin hayatına, hikayesine dokunmuş. Ben her zaman akıl değil ama önce kalbin gördüğüne inanırım. Sadi belki bilinçli bir şekilde Songül’ün hikayesini bilmiyordu ama kalben hissetti. Kalp kendinden olanı sever, tanır, hisseder. İkisi de yüreğinden yaralı hikayenin kahramanları ve bir hayatın içinde fark etmeden birbirlerine karıştılar. Songül Sadi’yi çok sevdi, onunla gelişti, hayata tutundu. Songül de Sadi’nin hayatının tamamı oldu. Şimdi ikisi de bunu kaybetmemek için olacaklardan habersiz düşmanlarının peşinden gidiyorlar. Halbuki kapının önünde onları bekleyen tek felaket bu değil…

Sadi ve Songül ses kaydında duydukları kayıtların peşine düşerek Servet’e bir adım daha yaklaştılar. Hala çok spesifik adımlar atamamış olsalar da artık ellerinde bir şüpheli listesi var. İkisi de büyük patronu bulup, erteledikleri mutluluğu yaşamak istiyorlar ama bu o kadar kolay değil. Servet dört bir yanlarını sarmış vaziyette ve bence artık sadece Yaver de ona ulaşmak için yeterli değil zira Songül hala burnunun dibindeki haini görmüyor.

Songül bir yanında Sadi bir yanında Yaver ile ailesinin katillerini kovarlarken ne en yakınındakinin de müdürünün yaptıklarını hala fark etmedi. Serdar müdür hala Songül’ün ağzından aldığı laflarla adam asmaca oynatıyor ama Songül babasından emanet olarak gördüğü adamdan şüphe bile duymadı. Babasına öyle büyük bir hasreti var ki ondan kalan her şeye büyük bir aşkla sarılıyor. Bu sebeple de hala Serdar’dan şüphe etmedi. Serdar bu sayede her şeye sahip olduğunu sanırken Songül’ün dahil olduğu yılan operasyonundan, ya da Songül’ün bile haberinin olmadığı ancak başında Sadi’nin bulunduğu ve kendi mezarını kazdıracağı kartal ateşinden haberi var. Ben yanlış anlamadıysam ortalık çok yakında fena kızışacak.

Sadi, Semih ve başsavcının iş birliği ile yürütülen operasyonda sonunda Songül de savcı ile tanıştı. Açıkçası ben orada ona bir şeyler söylenir demiştim ama Sadi ve savcı bunu söylemek istemediler. Bence bunun en önemli sebebi Songül’ün Sadi kısmına şiddetle karşı çıkacak olması ve belki de işi duygusal olarak baltalama ihtimalinin olması diye düşünüyorum. Ben açıkçası Serdar için yapılan operasyonu değil ama Servet için başlatılan kartal ateşi operasyonunun yakın zamanda başlayacağını düşünüyorum. Sadi şimdilik bu yolda sadece savcı ile hareket ediyor ve bir şekilde kimse destek olmazsa Servet’in öyle iki küçük olayla yakalanacağını sanmıyorum. Sadi’nin tanık koruması, Songül’ü hedef alan Servet için kurulan kartal operasyonu. Bu ikisi iç içe geçtiğinde umarım kimse zarar görmez ancak bundan samimiyetle şüphe duyduğumu söylemek zorundayım.

Bir yanda operasyonlar, diğer yanda sırlar derken tüm bu hengamenin arasında birbirine tutunmaya çalışan Songül ve Sadi aşklarını da yaşamaya çalışıyorlar. Az önce birbirlerine tutundular dedim ya, daha da ötesinde birbirlerine sığınak, aşk ve sevda oldular. Öyle ki artık bir taraf diğerini konuşmadan anlamaya başladı. Songül, Sadi’nin isteklerini, Sadi de Songül’ün hayallerini çok iyi biliyor ama bir türlü de gerçek bir çift olamıyorlar. Bir adım ileri, iki adım geri gidip geldiler ta ki bu haftaya kadar. İlk kez ikisi de gerçek bir adım attı ama bence bu sadece başlangıçtı diye düşünüyorum.

Sadi ve Songül aylar sonra yaşadıkları ilk gerçek anda Songül  uzun zamandır aralarında bir ihtilafa sebep olan “MSK” şifresini sonunda açıkladı :Maalesef sahte karın. Sadi, Songül ile anılardan konuşurken Metin komiserin çekingen tavırlarını “Damat kaynata toprağındandır” diye fısıldadı. Çok doğru. Sadi bir türlü karşısındaki kadına hislerini açamıyor. Ona kuzey yıldızımsın diyor ama sevgilimsin demiyor, ölümden alıyor ama açık açık benimle ol diyemiyor. Songül sırrı açıkladığında  Sadi’nin “Hayır, sen benim gerçekten karımsın!” demesini bekledi ama Sadi yine söyleyemedi. Belki kendini hala bu hayata layık görmediğinden belki de başka bir sebeple bir şekilde Songül belki de onu oraya getirsin istiyor. Anne ve babasının hayatında çok değerli bir yere sahip bir tabloyu hediye ederken benim yukarıda Sadi için söylediğim şeyleri üç kelimeyle ifade etti : Sen beni terbiye ettin! Evet, Songül Sadi’yi bambaşka bir adama dönüştürdü, onu kendine bağladı ama artık Sadi’nin de spesifik bir adım atması lazım. Sevdiği kadını gülüşünden öpmek, onu hayatının merkezine alması önemli ama net bir adım atarak o eli tutmak zorunda yoksa Songül hala mecbur olduğu için yanında olduğunu düşünecek. Bugüne kadar başka bir seçeneği asla konuşmadılar bu yüzden Sadi’nin bit şekilde net olarak Songül’ün ellerinden tutup “Ben senin sahte kocan değilim, yanında isteyerek kalıyorum” demesi lazım yoksa o da Araz gibi saçma sapan yollarda sürünmeye devam eder.

Araz uzun zamandır kendi iç dünyasında debelenip duruyor. Ne yapsa, ne etse bir türlü ne huzura erdi ne de çevresine huzur verdi. Şimdiki hobisi de Aylin oldu. Açıkçası önceleri Gizem için aracı yapmaya çalışıyor dedim ama bu hafta evine hırsızlık için girdiklerinde eşyalara asla zarar vermemesi, üzgünken yanına gitmesi, gelinciklerden ayrı bir iletişime sahip olması biraz değişik geldi. Hadi yine Gizem diyelim ama zengin olduğunu bildiği birine sadece bilgisayarını verse bile yeterdi. Halbuki o iğnesini bile çalmadan kutuyu olduğu gibi Aylin’e teslim etti. Yetmedi arkadaşlarına “O artık mahallenin kızı” diyecek kadar da önemsiyor onu. Hep dediğim bir laf vardır ya kalp kendinden olanı tanır diye bence tüm mesele buydu, Araz kendinden olanı gördü. Aylin’in de kendisi gibi terk edilmiş bir çocuk olduğunu anladığında aslında ona bambaşka bir gözle bakmaya başladı bile. Araz bunu zamanla kabullenecek ve adım adım sevgisini Aylin’e gösterecek. Keşke Sadi’nin de o kadar zamanı kalsaydı ama maalesef yok. Sadi için geri sayım Araz’ın aksine başladı ve eğer gerekeni yapamazsa tüm hayatı ellerinden kayıp gidecek.

Veee o işte o an geldi. Pandoranın Kutusu açıldı ve kapandı. İçinde de Sadi’nin umudu, Songül’ün masum sevgisi kaldı. Derya’nın Kıvanç’a çekilmesiyle biten hikayesini çöpe atmasıyla başlattığı yeni hayatı aslında geçmişin hem Sadi’nin hem de kendisinin tepesine kabus gibi çökmesine sebep olacak. Halbuki Sadi’ ye o çöplükte sır olarak kalacaklarını söylemişti. Ancak kendisi sır olarak bırakmayınca “Yağmurdan sonraki toprak kokusu” olarak tanımladığı yeni hisleri, tanıdığı gerçek bir adama olan duyguları Derya için yeni bir başlangıç olsa da bir başkasının da bitişine sebep olmak üzere…

Bir tarafta Sadi ve Songül, diğer yanda Kıvanç ve Derya… İki kişinin sakladığı sır ne yazık ki iki ilişkinin de üstüne kabus gibi çökmek üzere. Burada yanan da ne yazık ki Sadi olur gibi zira Kıvanç ve Derya daha yolun çok başında. Ancak Sadi bunca zamandır sustuğu şeyler onun felaketi olmak üzere ve ne yazık ki bu defa gelen felaketi ön göremedi…

Songül en masum duygularıyla gittiği hastanede hayatının şokunu yaşadı. En yakın arkadaşı olarak gördüğü Derya ve hayatının aşkı Sadi’nin birlikte olduklarını bir mektup ve fotoğrafla öğrendi. Mektupta ne bir tarih vardı ne de Emin yazıyordu… Songül ne hissetti bilmesem de içime doğan ilk duygu ihanete uğradığını düşünmesi oldu. Çünkü dudaklarından “Bana yalan söylediniz…” kelimeleri dökülürken bu hayatta en güvendiği iki insanın ihaneti Songül’ün saf, herkesi içine alan dünyasını darmaduman etti. Peki şimdi ne olur? Songül Acarerk’in öfkesi tüm Karabayır’ı özellikle de Sadi’yi yakar.

Yukarıda zorunlulukla başlayan evliliğin, gerçek bir evlilik olmadığını söylemiştim. O evlilik o mektubun açığa çıkmasıyla bitti. Payaslılar şimdilik bizi terk etti. Sadi, Songül’ü gerçekten sevdiğini ve istediğini ispat ederse bir ay ışığında yeniden Bay ve Bayan Payaslı olurlar. Aksi halde ikisi de tarihteki yerlerini alır diyemem zira bu ayrılık Sadi’nin sonu olur…

Yazımı bitirmeden önce bahsetmek istediğim bir konu daha var : Devrim Özkan! Bilenler bilir onu senelerdir takip eder, desteklerim. Sektörde oyunculuğuna şapka çıkardığım nadir genç aktrislerden. Bu hafta Songül ile duygudan duyguya sürüklendim. Onun umudunu, acısını, aşkını, hayal kırıklığını öyle güzel yansıttı ki ekranın diğer tarafına geçip sarılmak istedim. Songül’ün yalnızlığını öyle güzel işliyor ki tek bakışıyla onlarca duyguyu bize kusursuzca veriyor. Hep dedim, diyeceğim. Devrim Özkan Songül’ü senelerdir heybesinde taşıyıp, bize öyle güzel sundu ki, öyle güzel bir Songül yarattı ki her hafta daha da hayran oluyorum, oluyoruz. Onunla bu yolu yürümek çok nefis. Hele de haftaya neler neler yapacak bilmiyorum ama bir kadın olarak yanındayım, bu işin sonunda kazanan sadece güzellikler ve aşk olsun.

Bu haftalık da benden bu kadar haftaya yeniden görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Kumdan Kaleler (Tuzak, 5.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT 

Sizce koşulsuz güven diye bir şey var mıdır? İnsan kime sorgusuz, sualsiz güven duyar ki? Bence bu sorunun cevabı hiç sekmez. İnsan sadece ailesine karşı sonsuz güven duyar, sırtını ona yaslar. Peki ya en güvenilir alanda kandırılmışsa ne olur? İşte onun ruhunda açtığı yarayı zaman bile zor iyileştirir. Umut, Demir’i kıskıvrak yakaladığını sandığı anda kendisi yakalandı ve bu Demir’in üstün zekası sayesinde değil, hayatını adadığı intikamında en güvendiği insanların yalanları yüzünden oldu.

İnsan her şeyi atlatır da hayal kırıklığı ile zor başa çıkar. Umut, Demir’den duydukları karşısında hayal kırıklığı yaşadı. Bunca yıldır ailesini mahveden adamdan intikam almak için gün sayarken, onun kendisinden, ailesinden aldıkları karşısında boynunu eğmeden yaşadığını sanırken halasının rüşvet gibi para alması, sus payı gibi kan parası alması çok zoruna gitti. Yine de Umut anladı onları biliyor musunuz? Umut, o parayı neden aldıklarını, korkularını, zorluklarını anladı. Anladı ki onlara neden diye bile sormadı. Ancak Umut bir tek şeyi anlamadı, onu asıl perişan eden de buydu zaten. Umut, parayı aldıkları için değil ona yalan söylendiği için yıkıldı. Bütün hayatını ailesine adayan bir insan olarak, bir tek onlara güvenirken bir anda hayatının yalanını duymak Umut için hiç kolay değil. Bir yanda abisinin, halasının yalanıyla uğraşıp hesap sorarken diğer yanda Umay’ın psikolojik rahatsızlıkları Umut’u vicdanı ile baş başa bıraktı.

Umay, Yörükoğlu Ailesinin göz bebeği, bitanesi. Bu sebeple üstüne titriyorlar. Özellikle de Umut ona ayrı bir gözle bakıyor. Aile masasında neredeyse bayılacak gibi dururken bir anda annesinin terk etmesini duyunca kendine zarar vermeye başladı. Anladım ki Umay hala annesinin kendi isteğiyle gitmesini kaldıramam, kabullenmemiş. Babası da ölümle burun buruna gelip, bitkisel hayata geçince içinde biriktirdiği acı böyle zamanlarda onu ele geçiriyor. Umay fiziksel acı çekmiyordu o anlarda aksine daha çok ruhunun yansımasını gördük. Yaralı onun ruhu, paramparça olmuş. Sevgiye, birilerinin hayatından gitmemesine ihtiyacı var. Nereden çıkardın derseniz annesinin kendi isteği ile gitmesine kadar çok kötü görünse de kendine zarar vermedi. Annesi yüzünden kriz geçirene kadar da Güven’le olan ilişkisini gözden geçirmedi ama aile içinde çıkan kriz, annesinin konusunun açılmasıyla Umay Güven’den vazgeçti. Hem ailesini kaybetmeyi göze alamadığından hem de bence ikinci kez kaybetmek istemediği için yaptı bunu. Aynı Mahir’in Umut’u kaybetmemek için tüm sırları ortaya dökmesi gibi. Kardeşleri sırlar birbirinden ayrır mı bilmiyorum ama sandıkları kadar yakın olmadıklarını hissediyorum.

Umut, Umay’ı atlatamadan Mahir karşısına çıktı ve ondan sakladığı tüm gerçekleri tek tek anlattı. Şimdi para meselesi için yineliyorum Umut buna kızmadı. Umay’la ikisinin okuması, ayakta durmak ve Demir onlara musallat olmasın diye o parayı kabul etmişler. Mahir de anladığım kadarıyla hayatını kardeşleri okusun diye çalışmaya adamış. Buraya kadar Umut için sorun yoktu, hatta abisinin iyi niyetine çok üzüldü. Ta ki Mahir Luna meselesini açana kadar, işte orada işler baştan aşağı değişti. Luna hamile ve Umut yeğeni olacağı için asla mutlu değil. Zira planlarının bir parçası da Luna üzerine kurulu ve bu ortaya çıkarsa Mahir’in başı büyük belaya girmesinin yanında plan da risk altında demektir. İşte bu da Umut’un kırılma anıydı. Geçmişi bırakın bugün bile arkasından iş çevrilmesi Umut için ölümden beter demek ki biz bunun acısının yavaş yavaş çıktığını göreceğiz. Umut belki de ilk kez bu oyunda tek başına olduğunu hissetti. En azından abisinin en güvenli limanı olmadığını anlaması Umut için çok acı bir gerçek ve hazmetmesi de zaman alacak.

Umut Yörükoğlu yarattığı Çınar Yılmaz ile hedefine adım adım ilerlerken içinde de fırtınalar kopuyor. Umut’un çocukluk yıllarına dönünce anlıyoruz ki, o asla çocuk olamamış. Babasının hastalığı, abisinin ölümü onun çocukluğunun da sonu oldu. O yaştan itibaren bugünün gelmesi içi yaşayan bir adamdı, o. Çocukluk yılları insanın en masum çağlarıdır. Her şeyi o yıllarda oyunla öğrenir insan, o şekilde ayakta kalır. Peki ya tam bir şeyler oyunla öğrenecekken kanla, silahla öğrenmişsen ne olacak? İşte onun ruhta açtığı yara asla iyileşmez. Umut da bu yüzden asla iyileşememiş ama ailesine tutunmuş. Onları kalbinde en masum haliyle sakladı ama unuttuğu şey şu :O yaşanan olay herkeste bir iz, yara bıraktı. Mahir’in umutlarını, Umay’ın neşesini, Umut’un da çocukluğunu çaldı.

Umut rüyalarında bile kendini çocuk olarak görmüyor. Evinde gördüğü rüyada, o evde bir tek kendisi şimdiki halindeydi ve yine ailesini koruyamıyordu. Fark ettiniz mi? Rüyasında herkes en genç halinde ama Umut bugünkü görünümündeydi. Bu onun aslında o yıllarda yaşadığı kayıpla büyüdüğünü temsil ederken, kardeşlerini, ailesini o zamanki masumiyetiyle kalbinde taşıyor. Onları koruma, kurtarma görevi de adına münhasır kendisinde diye düşünüyor. Umut bunu kendine görev edinmiş, sorumluluk almış biri. Ailesinden, güvenliklerinden o mesul ve bunu hiç bir güç değiştirmez. Bu yüzden planın komutasında o var. Demir’den onları korumak zorunda ve rüyalarında bile bunu başaramadığını görüyor. Demir korktukça acımasızlaşacak, gerçeklerin ortaya çıkma ihtimaliyle de ailesinin hayatı daha da büyük bir risk altında kalacak diye düşünüyor. Onlar sürekli Umut’tan bir şey sakladığında onları korumak, plana devam etmek de bu kadar zor oluyor işte. Bu sebeple de Umut iyiden iyiye kendini kaybetmeye başladı, arkasından gelen Demir’i düşününce derhal ayağa kalkmak zorunda yoksa bu yolun sonu çok kanlı bir yere çıkacak, benden söylemesi.

Demir Gümüşay fatketmeden de olsa Umut’un kalesine golü doksandan çaktı. Yine de hala çok korkuyor. Gol attığını bilse de korkmaya devam edecekti. Zira karşısındaki insanların kaybedecek hiç bir şeyi yok ancak kendisinin kaybedecek çok şeyi var. Demir seneler önce çaldığı projeyi tamamen kendine mal etmek için bir değil birden fazla hayatı yaktı geçti. Önce Yörükoğlu Ailesi, ardından da bir doktor olmak üzere bugün geldiği yere ulaşabilmek için işçiler, mühendisler, daha doğrusu yoluna çıkan herkesi yok etmiş. İşin daha da acısı bundan zerrece pişmanlık duymuyor. Hala burnu büyük ve eski usullerle bir şeyleri çözeceğini sanıyor ki bence burada büyük bir yanılgı içerisinde. Zorla, kaba kuvvetle, parayla her şeyi çözemez, satın alamazsın. Bence Demir bununla ilgili ilk dersini de çok ağır bir şekilde alacak. Daha kendi ailesi bile onu sevmezken düşmanını seven onlarca insan var. Ki bence bu insanların içinde en önemli olanların başında da Ali geliyor.

Ali, Umut’un planının bel kemiği, hayata geçmesi hususundaki en önemli dayanağı diye düşünüyorum. Hatta şu anda koşulsuz güveneceği tek dostu da Ali’den başkası değildir. Ali başına gelenlere rağmen, Umut’la çıktığı yoldan dönmedi. Plana sadık kaldı. Hatırlarsanız geçtiğimiz haftaki yazımda Ali’den ihanet beklemediğimi, orada bir oyunculuk sergilediğini düşündüğümü söylemiştim. Haklı çıkmanın huzurunu yaşıyorum. Ali bence hiç bir koşulda Umut’u satmaz. Henüz elimde bir veri yok ama Ali’nin sadakatinin ikinci perdesini de ona işkence eden Demir sayesinde göreceğiz diye düşünüyorum.

Umut, Çınar olarak ne yaparsa yapsın Ali’yi Demir’in elinden alamadı. Ve bölüm sonunda en büyük kabusu olacak bir sahneyle karşılaştı. Ali, Demir’in elindeydi artık. Ben burada da Ali’nin konuşacağını sanmıyorum. Yine de Demir çok güçlü ve Umut’un müttefiklere ihtiyacı var. Ali ve Ayşe Demir’i yıkmak için yeterli değil. Mahir ve Umay da güçlü değil. Ona hem güçlü hem de hikayesini öğrendiğinde masumiyetine inanacak müttefikler lazım. Umut’a bu yolda yardım edecek bir insan var ve bence bu kişi şüphesiz Ceren Gümüşay’dan başkası değil.

Ceren, çocuklarını da kaybedince babasına olan öfkesini içinde tutamama noktasına geldi. Bence tek sebebi kendi çocukları değil başka motivasyonları da var. En önemlisi de gemide ölen işçiler diye düşünüyorum. Ceren iyi ve merhametli bir kadın, açıkçası ben kimsenin üstüne basarak bir şeyleri başarmak isteyecek bir yapıda olduğunu sanmıyorum. Bunun en bariz ispatı Nil hususundaydı. Güven’le olan ilişkisinin ona vereceği zararı düşününce hemen bir kadın olarak onun yanında yer aldı. Kardeşlerini susturdu. Ben Ceren’in bu yüzden safi bir öfkeyle kimseye zarar vereceğini sanmıyorum. Onun babasına olan inancı bir masumu öldürmek istediği gün bitmişti. Sırf babasının kölesi olduğu için kardeşine yardım ederken, aslında aydınlanma yaşaması da biraz zaman aldı. Uzun yılların verdiği bastırılmışlık, korku derken bunu da gayet doğal karşıladım. Bu yüzden artık Ceren’in geri adım atacağını pek sanmıyorum. Aslında Umut onun peşinde olduğu şeyi, kalbini görse peşine düştüğü adam için en büyük desteğin Ceren’den geleceğini anlar diye düşünüyorum. Aslında Gümüşay Ailesinde Ceren ve Güven iyilerden, doğru bir motivasyonla ki ikisinde de var, gayet de doğru olan tarafta yer alırlar. Burada tek sorun Mete olabilir ama onun gibi çıkarcı birini alaşağı etmek de çok zor olmaz Umut için diye düşünüyorum. Yeter ki çevresi babası tarafından çevrilmiş, bitişe sürüklenen Ceren’i görsün, gerisi çorap söküğü gibi gelir.

Ceren Gümüşay çok özel bir kadın. Karşısındaki insanın acılarını, yaralarını görmeyi başaranlardan biri. Umut yine Çınar olarak ona direkt olmasa da hayal kırıklıklarını anlattığında onun kalbini gören tek insan Ceren oldu. Evde ikisi de kaçak dövüşürken aslında, Çınar’ın sandığı gibi zalim değil duyguları olan bir adam olduğunun da ayırdına vardı. Belki de onu ilk kez gözleri dolu dolu ve canı yanarken gördü. Ceren ve Umut ilişkisi için milat diyeceğimiz anlardan biriydi. Zira Umut kimseye yaralarını, acılarını gösteren bir insan değil ancak söz konusu Ceren olduğunda kendini saklamıyor. Halbuki bu acılar onun zaafı, en zayıf anı ama yine de bunu yapmıyor. Ben Umut’un içten içe Ceren’e güvendiğini düşünüyorum. Sorsak belki şiddetle karşı çıkar ama davranışlarına bakınca içgüdüsel olarak güvendiği ortada. Bugüne kadar hep Ceren’in zaaflarını gören bir Umut varken şimdi o da kalbinin bir köşesini de olsa Ceren’e göstermeye başladı.

Kalp kendinden olanı tanır ve çok sever. Ceren Umut söylemese de ailesel bir sorunu olduğunu anladı diye düşünüyorum. Hem nasıl anlamasın ki? Umut ona daha önce ailesine çok önem verdiğini zaten söylemişti. Ceren bağlantıları kuracak kadar zeki ve Umut’u anlayacak kadar da ailesinden yaralı bir kadın. Ceren ailesine güvenmeyi dört yaşında bırakmış olmasının da verdiği kırıklığıyla Umut’a bu dünyada yalnız olmadığını, kimseye güvenilmeyeceğini anlattı. O da karşısındaki adama her fırsatta kalbini açarak güvendiğinin farkında olmasa da bir şekilde birbirlerini anlıyorlar ve o yaraları bir şekilde sarmanın bir yolunu buluyorlar. Eeee bu aşk değil de nedir ama değil mi?

Şimdi bana abartma diyeceksiniz ama Umut ve Ceren ilk günden beri birbirine yaralarından, acılarından çekildiler. İkisi de aynı adam yüzünden çocuk olamamış iki yetişkin, onları birbirinden iyi kim anlayabilir ki? İkisi de birbirini tanıdıkça daha çok bağlandı ve sebebi de ortak acılar diye düşünüyorum. Umut ve Ceren hangi noktada birbirlerine yoldaş olur bilmiyorum ama ben çok da uzun bir zaman kalmadığını düşünüyorum. Umut, Ceren’in yanında Çınar olmuyor. Hiç olmadığı kadar şeffaf ve nahif bir adama dönüyor. Ceren de kimsenin yanında gülümsemediği kadar onun yanında mutlu oluyor. Gerisi artık çorap söküğü diyebiliriz bence.

Umut ve Ceren’in yolları ikisinin de sandığından çok daha yakın birbirine. İkisinin de hayatları kumdan kaleler misali yıkıldı. Acının her türlüsünü yaşadılar. Çocukluklarını, ailelerini mahveden Demir karşısında birlik olabilecekler mi, bunu da zaman gösterecek.

Bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere. Sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

 

 

Takım Oyunu (Hayat Bugün, 5.bölüm)

 

YAZAR :Simay DEMİR 

Sürekli ve karşılıksız fedakarlık yaptığınızı düşünün, bu durumu ne kadar sürdürebilirsiniz; üç ay, bir yıl, 5 sene… Ben söyleyeyim öyle ya da böyle dayanamaz, pes eder insan ama Barış gibi, Aras gibi, Derin gibi işini severek yapan bir sağlıkçıysanız yaptığınız tüm her güzel şey sizi daha çok kamçılar ve bunu fedakarlık olarak görmezsiniz bile.

Barış Güvener’i tanıdıkça ona daha çok hayran oluyorum. Hastalarına gösterdiği özen, tüm derdinin onlara yardım etmek olması, hastaneyi iyileştireceğim derken insanların durumundan faydalanmaması ona ve yaptığı her şeye tebessümle bakmama sebep oluyor. Evet bunları yaparken ailesini ihmal etmiş, sevdiği halde karısından boşanmış ama şu da bir gerçek ki tüm bunları severek ve isteyerek yapan biri o. Barış’ın tek önceliği hastane ve hastaları olduğunu artık bilmeyen yoktur herhalde fakat bu bölüm benim için ayrı bir özel ve güzeldi. Çünkü hastanenin çıkarları söz konusu olsa bile insanları incitmeden, onları maddi ve manevi zora sokacak bir şey yapmadan hem onları hem de hastaneyi kurtarmayı başardı. Takas yöntemiyle hem hastanenin eksikliklerinin giderdi hem de durumu olmayan insanların daha da borca batmamalarını sağladı. Üstelik o içinden gelerek davrandığı, gerçekten yapmak istediği şeyleri yaptığı için hedeflediklerinden çok daha fazla bağış toplamış oldu.

Tüm bunlar onun çok iyi bir doktor ve başhekim olduğunu açıkça gösterirken ben ayrıca ikinci bir şansı olup bu hastalığı atlatırsa çok iyi bir baba ve eş olacağını da çok net görmüş oldum. Barış’ın Gizem’e açık açık hastalığını anlatması bence ilişkilerine yepyeni bir boyut kazandırdı. Nasıl ki Gizem’in hamileliği riskli olduğu için Barış onun eli ayağı olup, her an yanında olduysa ben inanıyorum ki Gizem de şimdi kızlarıyla birlikte ona kan ve can olacak.

Bir ilişki de her şey karşılıklıdır bana göre. Gizem ve Barış’ın evliliği mesela. Bu hafta öğrendik ki Gizem kendini Barış’ın işinden oldukça uzak tutmuş, onun işine aşık biri olduğunu bile bile birlikte olurken sonrasında Barış’ın böyle biri olduğunu kabul edememiş ne yazık ki. Ama Suzan’la yaptığı konuşmadan anladığım kadarıyla bu hastalık durumu olmasaydı da o Barış’a bir şans daha verecekti. Çünkü Gizem Barış’ın bir tek onunla biraz daha vakit geçirsin, ilgilensin istiyor ama Barış tüm ilgisini anlamlandıramadığı bir şekilde hastaneye ve hastalara verince bunu kabullenemiyordu halbuki şimdi bu balo gecesinden sonra çok iyi anladığını düşünüyorum. Barış’ın yaptığı şey çok kutsaldı ve o daha yeni yeni bunun farkına varıyordu. Gizem’in anne olma yolunda kazandığı deneyimler, Barış’ın yaşamak için çocuğuna sığınması Suzan’da da bir şeyleri harekete geçirdi. O bunca zaman korktuğu için cesaret edemediği hormon tedavisine başladı ve bu beni gerçekten çok mutlu etti çünkü hiç kimse korkuyor diye hayal ettiği şeyden vazgeçmemeli bana göre.

Suzan bence doktorluk konusunda en zor branşta çalışan biri. Maalesef ki ne ülkemizde ne de dünya da kansere hala bir çözüm, bir tedavi bulunamadı ve tedavi gören insanların çoğu hemşire ve doktorların gözü önünde günden güne eriyor, çoğu hasta sadece palyatif bakım almak için geliyor ve sağlık çalışanı bunu bile bile sadece acılarını birazcık olsun dindirmek için uğraşıyor. İşte Suzan her gün yaşlı ya da genç, çocuk ya da anne fark etmeksizin bu tür hastalara şifa olmaya çalışıyor. Sırf her gün buna tanık olan biri bile bu dünyaya çocuk getirmek istemeyebilir. Halbuki Suzan tüm bunlara rağmen o adımı attı ve anne olmak için tedaviye başladı.Suzan yavaş yavaş da olsa korkularıyla yüzleşip hayatına yeni bir yön vermeye çalışıyor Halbuki Derin, o korkularıyla karşılaşmamak için bambaşka şeyler yapıyor. Bence Derin mesleği için kendinden en çok ödün verenlerden biri. Acilde daha çok kalmak için ilaç kullanıyor, travmaları var ve bunun üstesinden gelmek için kendini işine vermiş durumda. O duygularından, hata yapmaktan, birinin gözlerinin içine bakıp mutsuzluğunu görecek, bundan haberdar olacak diye ödü kopuyor, bir zayıflık göstereceğim diye deli gibi korkuyor. Ama şu da bir gerçek ki söz konusu doktorluğu yahut hastalarının hayatı olduğunda tam bir dişi kaplan cesareti doluyor kalbine. Fakat bence ilk kez tüm korkularına rağmen Aras’a bu derece kendini açtı.

Ben Aras’ın neden Derin konusunda kendini bu denli arka plana attığını hep çok merak ediyordum. Çünkü Derin’e birazcık yakından bakan herkes onun da Aras’a bir şeyler hissettiğini anlayabilirdi. Aras her ne olursa olsun Derin onun hayatında olsun istiyor bu yüzden arkadaşlığını kaybetmemek için aşkını yok sayıyor. Aras’ın neden böyle düşündüğünü ya da neden böyle davrandığını bilmiyorum ama bu kadar keskin bir sınır koyuyorsa bu duruma bir sorun, bir travma var demektir. Çünkü Aras hastaları söz konusu olduğunda asla gözünü dahi kırpmayan biriyken söz konusu özel hayatı olunca adım atmaya dahi cesaret edemiyor. Bakalım altından ne çıkacak.

Tüm ekip hastaları ve hastane için kendince fedakarlık yaparken ben en çok Andaç ve eşine hayran kaldım bu bölüm. Onlar en zor yolu ailelerine rağmen seçen insanlar. Ceylan’ın kimsesizliğine kimse olmak için verdikleri çabayı gözüm yaşlı izledim doğrusu. Bir tek Ceylan’a değil zamanında küçük mirketleri için de yuva olan bu güzel ailenin en çetin sınavlardan ele ele çıkacağına adım kadar eminim. Andaç babalık sınavından tam not alırken Aynı şeyi Ali Haydar için söyleyemeyeceğim maalesef. Elçin ile aralarında ne oldu ne bitti bilmiyorum ama babasına en ihtiyaç duyduğu anda yanında onu bulamayan bir evladın isyanını dinlemek, hala babasından sevgi dinlenmesi kalbimi parçaladı.

Özel yaşamları darmadağın olan Barış ve ekibinin tüm fedakarlığı bir hastayı daha iyileştirmek, bir canı daha hayatta tutmak için yapılıyor. Onlar bir tek özel yaşamlarını değil, gecelerini, gençliklerini ve hatta hayatlarını feda ediyorlar bu uğurda.

Belki bu saydıklarımı “Ama bu onun işi, fedakarlık değil” diyebilirsiniz lakin eğer tüm sağlığını, sosyal yaşamını, vaktini ve hatta aile yaşamını bu uğurda yok ediyorsa bu onun işinin bir parçası değil yaptığı fedakarlıktır. Açıkçası ben bu durumların hiç birini tasvip etmesem de yaptıklarına gururla bakmıyor da değilim. Barış’ın hayatını hastalarına adaması, Derin’in hastası için canını hiçe sayması, Aras’ın hep ilk önceliğinin hastaları olması, Suzan’ın tüm korkularına rağmen hastalarıyla bağ kurması gerçekten cesaret gerektiren şeyler. Onlar her gün her an ölümle yaşam arasında savaş veren canları kurtarmak için uğraşıyor. Hak ettikleri değeri görmeleri dileğiyle.

Ben bunları çok sıradanmış gibi anlatıyorum ama tüm bunları gördükten sonra gidip rahat rahat başını yastığa koymak hiç kolay değil emin olun. İnsanın uyanıkken yaşadığı, uyurken çok daha korkunç bir şekilde kabusları olabiliyor. Kurtarılamayan her can; boğazda bir düğüm vicdanda bir yük olarak kalıyor öylece. Ve emin olun ki bununla yaşamaya alışmak kadar korkunç bir şey yok. Bu yüzden ben tüm sağlık çalışanlarına çok saygı duyuyorum, bunu bir sağlık çalışanı olduğum için değil gerçekten böyle hissettiğim için söylüyorum. İyi ki, iyi ki varlar.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere, sağlıkla kalın.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Beni Böyle Sevebilir Misin? (Kızılcık Şerbeti, 3.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR 

Aşkın gözü kördür derler bu ne kadar doğru ne kadar yanlış bilemem ama insanın gözünün önündeki çoğu şeyi görmemesine neden olduğunu söyleyebilirim. Çoğu hata, yanlış yahut durum tam ortadayken kişi bile isteye bunu görmeyi reddeder. Tıpkı en başında Fatih ve Doğa’da olduğu gibi. Fatih Doğa’yı da ailesini de az çok biliyordu buna rağmen yaşayacakları zorlukları da, içinde bulundukları kültürel farklılığı da görmek istemedi. Doğa’ysa içinde bulunduğu hayal dünyasını o kadar çok seviyor ki, gerçekleri görmesi için biraz daha zamana ihtiyacı var ve bu durum neredeyse sona ermek üzere.

Doğa’nın Fatih’e olan sevgisi “En çok sana güveniyorum” diyecek ve tek sözüyle yelkenleri suya indirecek kadar büyük. Aşkı, ona olan güveni Doğa için öyle değerli ki ona söylediği her şeye inanmaya da, ondan istediği her şeyi yapmaya da hazır. Kapının önünde Fatih ve abisinin konuşmasına denk geldiği zaman mesela. Öncesinde kavga etmiş ve araları daha yeni düzeliyordu, aşağıya dahi inmek istemeyen Doğa sırf Fatih’in onu koruduğunu düşündüğü için gelip ailesinden özür diledi. O konuşma Doğa için çölde bulduğu bir vaha gibiydi çünkü bu sayede sevdiği, aşık olduğu adamın hala onu sevdiğini de, koruyup kolladığını da görmüş oldu. Bu yüzden o da yanlış bir şey yapmadığını bile bile özür dilemeyi kabul etti. Fakat böyle sorunları halı altına süpürüp günü kurtartmakla olacak durum değil onların ki zira onların ki iki kişilik bir ilişki olmaktan çıkalı bir hayli zaman oldu. Doğa ve Fatih o evde Ünal ailesiyle yaşamaya karar verdikleri an bitti o durum.

Ev ev üstüne olmaz derler ya; Fatih ve Doğa’yı her tartışırken gördüğümde aklıma bu laf geliyor. Şu ana kadar Doğrudan ikisini ilgilendiren tek bir sebep olmadı tartışmaları için, hep çevresindekilerden dolayı tartışması oldu bu çiçeği burnunda evli çiftin. Doğa ve Fatih bir birbirlerini çok sevseler de Fatih o evde kalmak için ısrar ettiği sürece kavga etmeye devam edecekler. Zira ortam çok kalabalık, her kafadan bir ses çıkıyor ve ikisinin de kendi kafalarındaki sesi duyması çok zor. Bu yüzden kendi seslerini değil çevresindekilerim seslerine göre hareket ediyorlar ve sonuç her seferinde hüsranla bitiyor. Tıpkı yatak odasında yaptıkları kavga gibi.

Oradaki tartışma öyle bir noktaya geldi ki hem Fatih hem de Doğa evliliklerini sorgulayacak duruma geldi. “Ben bunun böyle olacağını bilseydim…” Olaylara Kıvılcım, Abdullah ve Doğa açısından baktığımızda hepsinin kendince sorunları ve endişeleri var ama bence Doğa kadar Fatih de sıkışmış durumda. Bir yandan bunca zaman hiç karşı çıkmadığı babası, bir yandan aşık olduğu, çocuğunun annesi ve ona öğretilmiş bir hayat. Bu yüzden hala ne babasına karşı çıkabiliyor ne de Doğa’nın annesi yahut Nilay olmadığını görebiliyor. O da en az Doğa kadar çaresiz. Aslında Fatih’in da davranışlarına baktığımızda Ömer’i kendine örnek aldığını görmek zor değil fakat babasını kırmamak da onun için çok önemli. Bu yüzden Fatih babasını çoğu zaman öncü belleyip ona göre davranıyor. Fark etmişsinizdir Doğa’yla kavga ederken bile babasının ona sarf ettiği cümlelerle ifade etti kendisini. Halbuki Ömer’in yanından döndükten sonra bambaşka bir şekilde davrandı. Fatih karakter olarak nerede duracağını bilmeyen biri. Ne Ömer gibi bu işe yapıcı bir bakış açısıyla bakıyor ne de babasını idare edebiliyor. Bence şu anda babasına daha yakın bir noktada. Ben Fatih’i bir noktada karısını anladığını da sanmıyorum aksine onun sürekli kendisini anlamasını istiyor. Kendince sürekli çıkarım yapıyor. Doğa bizim gibi büyümedi, şimdi ondan bizim gibi davranmasını beklemek…” işte Fatih tam da burada yanlış yapıyor, o Doğa’nın onun kurallarına, onun yaşantısına ayak uydursun istiyor. Halbuki Doğa bir oyun hamuru değil ki çekiştirip şekillendiresin, o kanlı canlı yetişkin bir insan. Fatih Doğa’yı çok sevse de maalesef ki onun duygu ve düşüncelerini hiçe sayıyor.

Doğa da aynı şeyi yapıyor kendine,her şeyi alttan alarak içindeki öfkeyi körükleyerek ayrılığa zemin hazırlıyor. Evet ben evli biri değilim ama evlilik bana göre karşılıklı anlayış, eşit miktarda fedakarlık ve emekle yürür. Halbuki şu an ne Fatih ne de Doğa bu bilince sahip değil ve aileleri onları nereye çekerse oraya gidiyorlar. Üstelik Doğa sürekli fedakarlık yaparken Fatih sürekli fedakarlık isteyen tarafta. Düşünsenize Doğa’nın o gelinliği giymeyi ne kadar çok istediğini de, nasıl bir gelinlik modeli seçtiğini de çok iyi bilmesine rağmen annesinin istediği gelinliği alması için zorladı onu. Çünkü Fatih hem annemlerin istediği olsun hem de Doğa benimle kalsın düşüncesinde. Fakat ona kötü bir haberim var Doğa içinde bulunduğu pembe hayaller dünyasından çıkmak üzere ve eğer Fatih öyle davranmaya ve Doğa’nın duygularını hiçe saymaya devam ederse Doğa Kıvılcım’ın sahilde ona açtığı kapıdan hiç tereddüt etmeden içeri girecek haberi olsun.

Kıvılcım kızına ne kadar kızgın olursa olsun, kararlarına karşı çıksa da, yaptıklarını onaylamasa da sahil kenarındaki konuşması onu asla yalnız bırakmayacağını, her zaman yanında ve arkasında duracağını çok net bir şekilde gösterdi. O sahil kenarındaki konuşması Sadece Doğa için değil Kıvılcım için de çok önemliydi. Zira kızına dahi zayıf yanlarını göstermeyen o, kızına açık açık konuştu. Hala ne gibi bir pişmanlığı var, neler yaşadı bilmiyorum ama “Ben hayatıma mutsuz devam ederken, ayaklarımın üstünde durmadan hiç bir yere kıpırdayamadım.” Sözü aslında neden bu kadar duvarlı olduğunu net bir şekilde ortaya koyuyor. Kıvılcım’ın neden kızlarının eğitimine bu kadar önem verdiğini, onların kimseye muhtaç olmadan yaşamalarını istediğini bir kez daha çok iyi anladım. Söylediklerinden anlıyorum ki o da bir şeyler yaşamış ve kendini mesleğine vererek çıkmış o cehennemden. Şimdi aynı şeyleri kızı da yaşasın istemediğinden bu kadar keskin davranıyor.

Kıvılcım her ne kadar keskin olsa da aslında kızının içinde bulunduğu durumu ayan, beyan görüyor. Bu öyle bir görme ki Doğan’ın bir noktadan sonra zıvanadan çıkacağının da farkında. Hediye meselesinde bile kızının kendi ailesinden gelen hediyelere gösterdiği tepkiyi, gelinlik konusundaki üzüntüsünü gördü. Doğa şimdilik onu anlamasa da o aileye de göz açtırmaya niyeti yok. Zira Kıvılcım kızının üstünden elini çektiği anda o aile onu istediği şekle sokmak için elinden geleni yapacak. Az önce bahsettiğim kapı açma meselesinin özü burada aslında. Kıvılcım hem bir eğitimci olarak hem de toplumu gören bir kadın olarak aslında kızının başına gelecekleri çok iyi biliyor. Bu sebeple de o ailenin Doğa’yı Nursema’ya dönüştürmeleleri için elinden geleni ardına koymayacaktır.

Nursema bu dizide beni en çok etkileyen karakter şu anda. Öyle bir kapalı kutu ki, altından ne gibi bir hazine çıkacak inanın çok merak ediyorum. Nursema sürekli olarak babasından dem vurarak konuşmaya çalışıyor. Hep onun adı, gücü temelli konuşuyor. Nursema için ben diye bir şey yok. Babasının kuralları, ailesinden öğrendiği gerçekler var. Bu sebeple de içlerinde Doğa ve ailesine karşı en sert tepkiyi veren de ondan başkası değil. Aynı evde yaşayan kadınlara bakarsak daha net anlaşılıyor bu durum. Doğa evden istediği gibi çıkarken o bunu yapamıyor. Belki evlenmek istese ailesinin hoş görmediği biri olduğu anda bu direkt engellenecek. Ya da tam tersi bir olacak. Evde diğer gelinin başının açık olması mesele değil, ama o da evin kuralları doğrultusunda yaşamak zorunda. İşte Doğa bu kuralların dışında olduğu için Nursema böyle sert bir karakter.

Nursema’nın ben kendi arzusuyla türbana girdiğini düşünmüyorum. Her davranışını babasına bağlayarak anlatıyor. Babama yakışmaz, babam böyle ister. Kendi isteği değil önemli olan aksi olsa Alev o soruyu sorduğunda “Ben böyle inanıyorum, güzelliğin bunla alakası yok” diyebilir ama tepkisi çok yüksekti. Bu sebeple koşa koşa babasına gidip anlattı. Orada kimsenin kimseye müdahale edemeyeceğini savunup sonra da gidip Doğa’ya mayoyla gelsin diyecek kadar ileri gitti. Şimdi uzaktan bakınca Pembe kocasından korkusundan müdahele ederken, Nursema çok daha sert davrandı. Ben üstüne basıyorum ki Nursema ailesinin davranışını normalleştirdiği için bu şekilde davranıyor. Yani aslında içten içe Doğa’ya müdahil olduğunun farkında değil zira olması gereken kendi yaptığı ve bu davranış normal ancak tam tersi durumlar düzeltilmesi gerektiği için buna ses çıkarılmalı. Abdullah Efendi de bu kafada. Bu yüzden ben Nursema’ya kızmıyorum aksine onun da bir kırılma anı gelecek ve ben bu anı heyecanla bekliyor olacağım.

Gelelim olaylı düğüne… Birbirinden tamamen farklı iki aile ve onların düğün konseptleri elbette ki çakışacaktı. Ancak ben ne gördüm biliyor musunuz? Tamamen bir tarafın kontrolünde diğer tarafın ona uygun hareket etmesi istenen bir organizasyon gördüm. Düğünde alkol var diye mesela araya paravan çekilmesi Abdullah Beyin misafirleri için önemli ama Doğa’nın ailesine, misafirlerine büyük saygısızlık. Ancak bunu bir an bile umursamadılar. Hatta Fatih bile bunu olağan karşıladı. Peki saygı bunun neresinde? Evet herkes herkese saygı duymalı ama bunun bir dozu vardır. En başından sonuna ne Doğa’ya ne ailesine saygı duymadılar. Şimdi en ufacık olayda fırtına kopuyor ve saygı bekleniyor. Bekarlığa veda için belki denebilir ama orada da zaten Doğa ve ailesi vardı. Diğerleri yoktu. Aynı ortamdaki davranışın bence akla, mantığa uyan tek bir yanı yok. Bu sebeple Alev’e kızabilirdim ama hiç kızmadım. Saygı gösterilmedi o da kendi bildiğini okudu. Oradaki had bildirme savaşında olan kime oldu biliyor musunuz? Ne Doğa, ne Fatih ne de bir başkası zarar gördü. Orada olan kızıyla ilgili tüm hayallerini bir gecede kaybeden Kıvılcım’a oldu. Rio Karnavalı tarzı düğün onun da asla hayali değildi ki zaten olay patladığı anda düğünü terk etti ki bu aslında bardağı taşıran son damla oldu. Kıvılcım’ın içinde fırtınalar kopuyor ve sessiz bir fırtına tüm benliğini ele geçirdi.

Kıvılcım düğünde korkunç ithamlarla muhatap olmak zorunda kaldı. Para için kızını evlendirdi dendi, bu servet için bunlar da kapanır dendi. Yani bir eğitimci ve idealist bir kadın olarak korkunç şeylere maruz kaldı. Düğünden kendini dışarı attığında tüm kabuslarını yaşamaya başladı. Kızı diş hekimi olacakken bir belirsiz hayata sürüklendi. Girdiği yeni dünyada ona asla saygı duymayan ama sürekli saygı bekleyen bir insan grubu var. Annesi, kızları sürekli onu suçluyor. İçinde kopan fırtınayı, yanan ateşi asla durduramadı. Bu sebeple de o göz yaşları istemsizce de olsa akmaya başladı ama Kıvılcım yanılıyor. Onu duyan, gören biri var : Ömer.

Ömer Kıvılcım’ın durumunun da ve iki aile arasındaki imkansızlığın da farkında. Ancak onun da elinden şimdilik bir şey gelmiyor. Bu karmaşanın kilidi Doğa’nın ellerinde. İki aile anlaşacak mı bilmiyorum ama bu tekne bu kadar suyu kaldırmaz. Benden söylemesi…

Fırtına öncesi sessizlik bittiğinde neler olacak ben de merak ediyorum.

Şimdilik benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

Geçmişin İzleri (Gelsin Hayat Bildiği Gibi, 17.bölüm)

YAZAR : A. Ela ERDOĞDU

Zaman sanırım dünya üzerinde tanımlanması en zor olan kavram olabilir. Fazlasıyla geniş bir kavram kimi için ânı kimi için de geçmişi anlatır. Bazı insanlar vardır dünlerinde öyle şeyler yaşarlar ki içinde bulundukları ânı bile geçmişiyle doldururlar. Geçmişinden bugününe taşıdığı öfke, acı, nefret, mutluluk gibi duygular sadece yaşadığı zamanı değil geleceğini de şekillendiriyor. İçinde taşıdığın vicdan azabı ise seni içten içe eritir ama belki de insanın en kolay içinden silebileceği şeyde budur çünkü bir yüzleşme ile bunu çözebiliyoruz ama kırıldığımız, ağladığımız anları günümüzde maalesef iyileştiremiyoruz. Sadi, Songül ve Kıvanç bu kişilerin geçmişlerinden bugünlerine taşıdıkları o kadar şey var ki yavaş yavaş karşılarına çıkıyor tıpkı hiç beklenmedik bir şekilde karşılaşan Sadi ve Kıvanç gibi.

Geçtiğimiz hafta yüksek bir tansiyonla bıraktığımız bölümümüzü aynı tansiyonla karşıladık. Kıvanç ve Sadi geçmişten gelen iki hayalet gibiydiler artık ikisi de birbirlerine ilk defa imalar yapmadan açıkça konuştular. Sadi içinde sakladığı Yedi Emin’i çıkararak başta karısı olmak üzere çocukları için bir tehdit gördüğü Kıvanç’a adeta “Sadi olsam da sevdiklerime özellikle de karıma yaklaşırsan Yedi Emin’i göreceksin” dedi bir nevi gövde gösterisi yaptı. Çünkü bizim onun geçmişini bilmediğimiz gibi Sadi’de Kıvanç’ın geçmişini bilmiyor. Bilinmeyen, flu olan her şey tehlikelidir. En azından Sadi’nin bakış açısıyla bu durum böyle olduğundan elindeki verilerle kalan boşlukları doldurdu. Sadi için o para karşılığı insanların hayatını alıp başkalarına hayat veren bir doktordu. Kıvanç belki de ilk defa o an Sadi’nin ona karşı olan tavrını tam anlamıyla çözmüştü çünkü bana göre kendisi de “Sadi’nin sırrını ifşa edeceğini” düşündüğünden ondan rahatsız olduğunu sanmışı ancak durum ikisinin de düşündüğünden çok farklıydı. Öncelikle sahnede yakaladığım bir detayı sizlere söylemek istiyorum Sadi Kıvanç’ın karşısında Yedi Emin gibi duruyorken Kıvanç’ın “Emin” demesiyle “Sadi Bey” diye düzeltmesi sıradan bir diyalog değildi. Sadi bence burada “Ben artık Sadi olsam da özümde buyum ve eğer karıma, sevdiklerime zarar vermeye kalkarsan karşında bunu bulursun” demek istedi. Sadi ne kadar kendinden eminse Doktor Kıvanç ’da öyleydi gözlerini kaçırmadan kendinden gayet emin bir tavırla tıpkı kendisinin yaptığı gibi ikinci şansını değerlendirmeye çalıştığını anlattı, ben zararsızım dedi. Sadi zeki ve donanımlı bir adam söylediklerine ek olarak vücut dilini de analiz ederek söylediklerine ikna olmuş gibi olsa da tam olarak güvenemiyordu çünkü o dünyadan gelen birine karşı hiçbir zaman yelkenleri hemen indirmemek gerektiğini iyi biliyordu. Yanından ayrılmadan vereceği mesajı verip bir eski tanıdığı daha arkasında bırakarak gitti, Sadi. Şimdi burada neden Sadi, Kıvanç’a zarar vermedi sorusunu da irdelersek şu aşamada Songül için bir risk değil. Yani Sadi kendisiyle ilgili hususlarda Songül için olduğu gibi sonuç odaklı yaşamıyor. Osman Baba Songül için riskti, öldü. Kıvanç şu anda değil, ikinci şansına o da sarıldığı için Sadi henüz ona dokunmadı ki bence dokunamayacak da. Kim ikinci şansı için tüm hayatını değiştiren birini Sadi kadar iyi anlayabilir ki?

İnsan annesinden bir kere yaşarken ise defalarca kez doğar. Yaşadığı her olay hissettiği her güçlü duygu sonucu bambaşka bir insana dönüşür. Tamamen değişmez belki ama farklılaşır bir nevi teknolojik cihazları düşünün her özelliği değişmez ama güncellemelerde yeni şeyler eklenir işte insanda bence böyle bir şey. Bu durumu da belki en açık Sadi Payaslı’da görüyoruz. Sadi değişmeye karar verdiği ilk andan bu yana aslında çok yol yürüdü, çok değişti kendisine ördüğü yeni kozaya her gün bir şeyler ekleyerek gerçeklik verdi. Kendisine sonradan verilen bu kimliği kendince hakketmeye çalıştı. İlk önce hayatlarına dokunacağı öğrencileri için çabalamaya başladı daha sonra ise karısı için çabalamaya. Ben hayatının hiçbir yerinde Sadi’nin emek vermekten, çabalamaktan, fedakârlık yapmaktan gocunan bir adam olduğunu düşünmüyorum. Geçmişte Yedi Emin olduğunda da ihtiyacı olanlara el uzatmaktan geri duran biri değildi bence. Sadi şu an nasılsa Emin iken de öyleydi tek farkı “Yedi Emin” bir mafyaydı, illegal bir hayatı, karanlıkta geçirmesi gereken bir yaşamı, mücadele etmesi gereken düşmanları vardı. Yeri geldiği zaman hayatta kalabilmek için acımasız olması gerekmiş de olabilir, bilemeyiz. Sadi ise bir öğretmen geleceklerine ışık olacağı çocukları ve yüzünü her daim güldürmesi gereken çok ama çok sevdiği bir karısı var. Ortak noktaları ve zıt yanları olsa da aynı kalbe ve aynı vicdana sahipler bundan şüphe yok. Âşık olmak beraberinde insana büyük korkular getirir “kaybetme korkusu” en önde ve en büyük olandır. Uykularınızı kaçırır, yemeden içmeden keser hatta paranoyaklaştırır. Sürekli diken üstünde yaşarsınız sevdiğinize siper olursunuz tıpkı şu an Sadi’nin olduğu gibi. Fark ettiniz mi bilmiyorum ama Sadi hâlâ uyumuyor biz bu adamın uzun zamandır uyuduğunu görmedik ya salonda ya koltukta uyuyan Songül’ün yanında sürekli tetikte ya da sürekli araştırma peşinde ve tüm bunları yaparken Songül’e de hiçbir şey hissettirmemeye çalışıyor. Çünkü hissederse gerilecek ve üzülecek ki bu Sadi’nin son isteyeceği şey. Sadi bu yola çıktığında hayattan beklentileri netti basit, eski hayatının aksine aydınlık bir hayat. Sadi hala bu noktada bence. Işıkta kalmak istiyor ama ilk çıkış noktasından da farklı bir durumda. O zaman hayatının tek amacı ve gerçeği bir diyet ödemek ve belki de yalnız bir şekilde ölmekti. Bu diyet için de her şeyini feda etti ama hayat onun için çok daha farklı bir plan kurdu. Sadi aydınlıkta kalmak için artık mücadele etmek zorunda ancak bunu yaparken de karanlıktan tamamen kopamayacak yani kendi benliğini de yok edemez. Yani bu hayatın içinde tamamen kendi olarak devam etmeyi öğrenecek ki bunu ona öğreten biri var : Songül! Sadi hayatının diyetini ödemek için girdiği bu hayatta ruh eşini buldu. Bu mucizesi olsa da karşısına  o mucize ondan gitsin diye uğraşan gölge haramileri var. Sadi’nin gerçek savaşı asıl şimdi başlıyor. Hayatının en huzurlu ama belki de en zor zamanlarını yaşıyor Sadi, zorluğu da sürekli karıma bir şey olacak korkusunu taşımasından kaynaklanıyor. Sadi şu an da beşe bölünmüş durumda desem abartmış olmam sanırım. Bir tarafı karısını korumaya çalışıyor, bir yarısı baştaki büyük patronu arıyor, bir yandan Kıvanç’ı gözetim altında tutmaya çalışıyor, bir yandan öğrencilerini ihmal etmemeye çalışıyor bir yandan da Nevzat’ı kontrol altında tutmaya çalışıyor. Bu kadar zorluk arasında da en büyük yardımcısı şüphesiz Yaver oluyor. Yaver ile konuşurken korkularını ve endişelerini gizlemiyor ki bu adam birileriyle de konuşamazsa bunca zorlukta delirir. Songül’e her konuda çok açık ve şeffaf ama korkularını onunla paylaşıp onu üzemez böyle olunca da Yaver imdadına yetişiyor. Sadi, Kıvanç’ın söylediklerine tam inanmadığından yine de araştırtıyor çünkü büyük bir tehlike onun için. Sadi’nin şu an gözü kararmış durumda Kıvanç’ın hikayesinde yakaladığı yalan ile ölüm emrini vermekten çekinmedi zira karısının yakınlarında böyle bir tehdidin bulunmasına bile tahammül edemiyor. Sadi şu an bir halk kahramanı misali herkese yardım etmeye çalışıyor ama çok ince bir sınırda bu sınır Yedi Emin olmakla Sadi olmak arasında. Sadi’nin Yedi Emin’e tekrar dönmek istediğini ya da isteyeceğini düşünmüyorum ancak her insanın bir sabır sınırı ve dayanma gücü var. Yaşayacağı tek bir korku ya da olay bardağı taşıran son damla olabilir ve o damlayla birlikte suyu taşıranın vay haline diyebilirim.

Hayat birçok yol ayrımları ve kavşaklarla dolu bazen bir önceki yanlış seçimi değiştirebilmek için dönüş şansı verir hayat bizlere, önemli olan bunu zamanında görebilmektir. Karabayır da bu konuda yeni başlangıçlar durağı oldu önce Sadi şimdi Kıvanç. Doktor Kıvanç’ın kötü bir adam olmadığını düşünüyordum şu an için de bundan eminim umarım alabora olmam. Benim Kıvanç’ın geçmişiyle ilgili bazı düşüncelerim vardı bu işe mecbur bırakıldığını düşünüyordum ama altından bu denli hassas ve dokunaklı bir olay çıkacağını düşünmemiştim açıkçası. Ailesi zarar görmesin diye istediklerini yapmasına rağmen verdiği kayıplar çok ağır. Kardeşini ve eşini kaybetmek içini zaten kavururken aynı zamanda yeğenin engelli olmasına sebep vermesi aynı zamanda da ailesiz bırakılmasına sebep vermesi ömrü boyunca adım adım ağırlığı altında ezerek onunla olacak. Tüm bunlara rağmen yeğenine sırtını dönmeyip sahip çıkması da çok hoş bir davranış başkası olsa gördükçe hatırlamamak için sırtını dönebilirdi. Hayatını yeniden inşa etmeye geldiği bu yerde Sadi ile karşılaşmayı oda beklemiyordu. Tekrar tekrar söylüyorum ki Kıvanç şimdi bile Sadi’nin durumunu ortaya çıkarıp her şeyi bitirebilir hem bunu yapmıyor hem de Derya’ya geçmişini anlatırken onunla arasında geçen diyaloglardan asla bahsetmiyor şu an için Kıvanç’ın kimseye bir zararı olacağını düşünmüyorum gizli bir planı olsa Derya’ya geçmişindeki olayları anlatır mıydı? Hiç sanmıyorum ki mecburiyetten de olsa yaptığı şeyden yeterince acı çekip altında eziliyor. Kıvanç ve Sadi aslında birbirlerine benziyorlar ikisi de geçmişlerini geride bırakmak için çabalayan iki adam hatta Sadi farkında olmadan onun bu hayata başlamasına olanak sağlamış. Bu ayrıntı bir süre sonra ikisini de mutlu edecektir. Zira Sadi bir çocuk için girdiği yolda belki de farkına bile varmadan bir çocuğun hayatını kurtardı. Kıvanç ve Sadi’yi bu ayrıntı birbirine bağlar. İkisi de şu anda birbirlerine benzeseler de bir keskin ayrım var. Sadi bu hayata kendi isteğiyle girerken Kıvanç mecbur edildi. Yani o karanlığa mahkum edildi. Bu sebeple de Sadi’nin onu daha iyi anlayacağı aşikar. Kim bilir bu iki yaralı adam belki arkadaş olmayı başarırlar. Servet kapı ağzında tüm heybetiyle beklerken, zaten birbirlerine düşmeleri ona ancak güç verir. Zira bu düşman kimseye benzemiyor ve adam öyle bir genel tavra sahip ki düşmanına değen tüm hayatları hallaç pamuğu gibi atıyor. Bu sebeple gereksiz düşmanlıklar ancak hayattan çalar diye düşünüyorum.

Aile… Toplumu oluşturan en küçük yapı taşı klasik tanıma bakacak olursak böyle diyor. Her aile bir hikâye barındırır içinde ve her evde gizli bir acı vardır. Bir laf vardır bilir misiniz bilmiyorum ama “akrabanın akrabaya ettiğini akrep bile etmez” ben bu söze katılıyorum. Akraba dediğimde aklınıza ikinci kişiler gelmesin anne ve babanızın verdiği o zararı onlar bile veremez. Bunu nereye bağlayacağımı düşünüyorsunuz biliyorum söyleyeyim Servet’e. Bu adamın yapamayacağı hiçbir şey yok bundan artık tamamen eminim elindekini kaybetmemek için elini karanlığa sokmaktan gocunmaz. Böyle hırslı bir çocuğu öldürmeyi düşünmekten rahatsız olmayan bir adamın nasıl bir baba olacağı da az buçuk tahmin edilebilir. Rıza’nın, Servet’in oğlu olduğundan şüphelendiğimi söylemiştim nitekim öyle çıktı ama bence Rıza babasından pek hazzetmiyor gibi geliyor. Babasını görünce değişen yüz ifadesi, gerginliğini buna bağlıyorum bu durumda Rıza babasının gerçek yüzünü biliyor demektir. Her ne kadar şu an için böyle düşünsem de bazen koşullar bizi istemediğimiz kişiye dönüştürebiliyor. Baba- oğul arasında neler olacağını cidden merakla bekliyorum.

Karabayır da yeni başlangıçlar rüzgârı eserken geçmiş mevsimlerden kalan olaylarda da yol almaya başladık. Derya ve Sadi olayında oldukça büyük bir mesafe almışız bu net olarak söyleyebilirim. İki tarafında birbirine karşı durumu sadece “saygı” bundan farklı hiçbir şey yok. Sadi için mesele zaten çoktan kapanmışken bu hafta Derya’da bana artık bu konuyu kapatmış ve aşmış gibi geldi. Sadi’yi araması da tamamen oğlu için korkmasından kaynaklanıyordu ki sonrasında Songül ile de bu konuyu konuştu. Derya’nın da bu konuyu aştığını Sadi ile konuşurken, ona Kıvanç’ı savunurken sesinin titrememesi, yüzüne rahatça bakarak konuşması “Aramızda bir şey ama hayatımda böyle biri olduğu için çok şanslıyım” demesinden anladım. Derya da aslında bir konuda Sadi’den farksız. Sevilmek istiyor. Biri onu olduğu gibi kabul etsin istiyor ve bence bunu Kıvanç ile yaşayacak. Kıvanç’ın ona tavrı, yaklaşımı bence Derya’nın hiç yaşamadığı kadar güzel gibi geldi ki daha iki gün öncesine kadar günlüğüne adını yazdığı adama bunu direkt söyledi. Bu meselede yolun sonu görünmeye başladı. Onlar artık sadece iki eski tanıdık olma yolunda ilerliyorlar ama bir konuyu da unutmamak lazım. Mert’le aynı zamanda ebeveynler de. Derya tüm kaybettiklerini yavaş yavaş kazanmaya başladı ama onun varlığı bunlara hiç sahip olamayan birinin kalbini paramparça etmek üzere : Songül…

Yaşamak öyle zor hayat öyle acımasız ki bazen tüm olup bitenin içerisinde kendimizi aciz, güçsüz hissediyoruz. O kadar normal ki çünkü hayatımızdaki en ufacık şey için bile büyük çabalar göstermek zorundayız. Tüm bu hengâmede bir de kimsesiz, yalnızsanız daha çok yoruluyorsunuz, omuzlarınızdaki yük daha da artıyor. Songül şimdi tam olarak böyle sıkışıp kaldı, nefes alamıyor artık her şeyin sonuna geldi ve patladı. Tıpkı dünyayı taşırken onun ağırlığında ezilen Atlas gibi ama tek fark Songül’ü bu sıkışmışlıkta bile güldürebilen bir kocasının olması. Songül artık tükendi kendini beceriksiz, işe yaramayan biri olarak görüyor ve bu psikolojik çöküntünün başlangıcıdır. Songül bu zamana kadar düşse de kendi kalkmış, kalkamamışsa da başının çaresine bakmayı öğrenmiş şimdi ise durup farklı korkmadan tutunabildiği bir dalı var. Songül kendini tamamen açamıyor henüz çünkü geçmişten gelen travmaları sebebiyle ürkeklik var üstünde. Songül, Sadi’nin ondan vazgeçmeyeceğinden ondan gitmeyeceğinden emin ama ilişkileri için çabalayan tarafın hep Sadi olduğunun kendisi de bizde farkındayız. Bu durum çabalamak istemediğinden, beni seviyorsa çabalasın düşüncesinden değil tecrübesizliğinden kaynaklanıyor gibi geliyor bana. Biraz açmak gerekirse Songül her şeyi tek başına ve aynı anda yaşadı. Aşk da beraberinde geldi ve ne yapacağını bilemez oldu. Ailesinin ağırlığı ruhunu öyle bir çıkmaza soktu ki her gün bir parçası daha kayboluyor. Sevilmek, sevgi gibi kavramlara uzak bir kadındı, o. Bu sebeple bu kadar ürkek, çekingen… Songül büyük ihtimalle aşk ne demek, ilişki ne demek, nasıl yaşanır bilmeden çarptı Sadi’ye ve nasıl davranması gerektiğini bilmediğinden oluyor tüm bunlar ama zamanla anlayacak ki aşk hep ansızın gelir. Songül zaten aşkın geldiğini bile algılayamıyor ki. Üst üste yaşadığı felaketler yüzünden arafta kaldı. Songül şu an öyle karışık ki etrafın olup biten çoğu şeyi göremiyor. Bakın görmüyor demiyorum göremiyor diyorum. Üst üste onca şey yaşadı, halasını kaybetti ve ailesinin ölümüyle ilgili çok büyük bir kanıtı da kaybetti. Her yaptığı hamlenin geri tepmesinden, bir ileri iki geri yürümekten öyle sıkıldı ki sorgulayamıyor artık, yorgun. Kasetin varlığından üç kişinin haberi vardı kendi dışında Taylan, Sadi ve Serdar Müdür. Bu üç isimden seçin deseniz Taylan’ı direkt göstereceğinden eminim ben ancak mantığı eline aldığı zaman her şey çorap söküğü gibi gelecek ve işte o zaman kıyamet kopacak gibi hissediyorum.

Songül bu henagemede delirmediyse bunu hiç şüphesiz yanında dağ gibi duran adama borçlu. Songül’ün gülüşüne hayatını adayan Sadi tüm varlığıyla Songül ayakta dursun diye uğraşıyor. Başarılı olsa da Songül’ün yüklerini üstünden çekip alamadıkça karısının kollarının arasında damla damla eridiğini gördü. Bu Sadi için en zoru diye düşünüyorum. Çünkü Songül çırpındıkça karanlığa batmaya başladı ve Sadi Servet’i bılamadıkça da bunu engelleyemiyor. Şimdilik birbirlerine tutunsalar da gölgedeki sırlar, geçmişin yükü artık özellikle Songül’e çok ağır geliyor.

Sizlerle bir şiir paylaşmak istiyorum zira bu şiiri okuduğumda aklıma direk Sadi ve Songül geldi:

Acılar vardır, bir de çaresizlikler

Ne zaman başladıysa benim öyküm

Yürüdük, kim bilir kaç yıl beraber

Bir yanımda aşk, bir yanımda ölüm

Durup kirlendim yaşadıkça

Aşktı beni yıkayan, arıtan su (Ümit Yaşar Oğuzcan)

Bu satırları okuduğumda dünden bugüne yaşadıkları her şey bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. İkisi de İstanbul’a gelirken hayatlarının bu denli değişeceğini, sürekli didişmelerine rağmen birbirlerini böyle sevebileceklerini tahmin etmiyordu büyük ihtimalle. Birbirlerinin tamamlayıcısı olan bu iki insan eş olmanın ötesinde bir yerdeler. Sadi artık karısının bakışından, duruşundan ne olduğunu anlayabiliyor. Cam bir bebek misali ipeklere sarıyor karısını, Songül’ün kendisi gelene kadar o kaseti defalarca izleyip ağladığını tahmin ediyordu. Sadece delil olarak da değil, orada Songül’un hep kaçtığı ama karşısına çıkınca kendine sarılarak, iç geçirerek ağladığı anne babası var. Songül hayatını onların ölümüne acarken, onlarsız geçen günlerine, özlemine ağladı. Sadi’nin eve gelip, hadi beraber izleyelim demesi de her anında ben varım, artık yalnız değilsin demekti diye düşünüyorum. Bence Songül de farkında ki “Ağlasam da yaslanacağım bir omuz var” diyerek özlem dolu geçmişini kocasının omzunda izledi. Songül çok iyi biliyor artık ne olursa olsun Sadi’yi istedikçe hayatında bulacağından ki Sadi’de kapıdan kovulsa bacadan girer. Sadi Songül’e zarar verdiğini düşünmediği sürece onu asla bırakmaz ki varlığı zaten karısının hayatındaki en önemli şey. Sadi, Songül’ün can suyu oldu. Bu yüzden ben bu ikilinin değil ayrılmak küs bile kalacağına pek ihtimal vermiyorum. Onlar karı koca veya aşık olmanın ötesinde ruh eşi oldular. İnsan ruh eşinden ayrılamaz, ayrıldığı anda ölür….

Sadi, Songül’ün kalbini, sıkıntısını kalbinde hissediyor. Geçen yazımda demiştim, o bir kalp atışında yaşıyor artık. Bu yüzden de her yükü üstünden aldı. Songül’ün güzel bir geceye, her şeyden arınmaya ihtiyacı vardı ve Sadi bunu ona elleriyle hazırladı. Karı koca karşılıklı sohbet ede ede uzun zaman sonra güzel bir akşam yemeği yediler. Böyle küçük ama önemli anlardır ilişkilerde. Her şeyi geride bırakıp yemek yerken tatlı tatlı sohbet etmek dertleşmek büyük güç verir insana. Sadi ve Songül için de öyle oldu. Songül belki ayıkken utanıp söylemeyeceği cümleler kurdu “Biz ikimiz tekiz. Biriz” dedi. Her şeyi açık açık gözlerinin içine baka baka söyledi. Songül hazır olduğunu belli ederken Sadi kabul etmedi bakın bu çok ama çok önemli. “Her anını hatırlamak istiyorum” diye söylese de bence Songül’ün bu durumunu kullanmış gibi görünmemek için. Sadi gibi ince, naif seven erkek karakterlere hasret kalmışken Sadi ve Songül bizim aşka olan inancımızı güçlendirmeye başladı.

Sadi Payaslı için bir çok şey söyledim bugüne kadar ama böyle bir şeyi gördüğüm anda dedim ki keşke gerçekten olsa. Sadi’nin tüm centilmenliğiyle karısının boş ve zayıf anından yararlanmak istememesi bir yana ona kaybettiği çocukluğunu tek bir karede hediye etti. O videoyu kurtarması yetmiyor gibi bir de ondan çerçeve yaptırırken Songül’e kendisiyle barışması yolunu da açtı diye düşünüyorum. Farkında mısınız? Songül’ün evinde ailesine dair anıları yok büyük ihtimalle onların katilini bulamadığı için yüzlerine bakamıyor ve kaçıyor. Sadi bunu fark etmiş olacak ki babalar kızlarını izler diyerek verdi o çerçeveyi karısına. Sadi sadece Songül’ün gülüşüne aşık değil, onu güldüren tek insan. Onun eksik yanlarını tek tek tamamlayarak bugünde tutuyor. Bence bir insanın başına gelecek en güzel şey bu. Songül belki de hayatının çok büyük bir kısmını yalnız geçirdi ama hayat ona bunu Sadi gibi seven bir adamla ödedi. Herkese aynı tarife maalesef ki yazılmıyor. Nevzat ve Araz gibi…

İnsanların kişiliklerinde en büyük izleri bırakıp hayata bakış açılarını belirleyen evre şüphesiz ki çocukluk yıllarıdır. Bu zaman iyi veya kötü fark etmez yaşadığınız her şey gelecekti sizi inşa eder. Bu durumu en iyi ifade eden cümle Şeker Portakalı’nda geçiyor sanırım “Çocuk yüreği unutur ama asla affetmez” okuduğum andan itibaren bende derin izler bıraktı. Beynimizin yapısı gereği bazı yaş aralıklarını hatırlayamıyor olmamız normal ancak yaşanan iyi veya kötü fark etmez bir olayı unutmaz. Ben çok iyi hatırlarım mesela öfkem canlıdır, özlemi de olaya göre değişir. Olayı yaşadığınız zaman afettim sanırız ama affedememişizdir tıpkı Nevzat’ın annesini affedemediği gibi. Ben onu o kadar iyi anlıyorum ki o öfkesini, hırçınlığını çünkü canı çok yanıyor ve canı yanan bir insan canını yakanın canını yakmak ister kim ne derse desin. Nevzat ve Araz çok zor bir aile içerisinde büyümüşler ki bu ailede bir süre sonra dağılmış zaten. Buradan büyüklerimize sesleniyorum “çocuklarını döverek terbiye edemezsiniz, şiddet çözüm değildir ve anadır, babadır döver de sever de”, “şiddet gösteriyor ama sizi çok seviyor” diye bir şey yok olamaz! Böyle yaparak siz çocuklarınızı kendi ellerinizle parçalıyorsunuz. Böyle bir yol izlediğinizde çocuğunu ya hiçbir şekilde hakkını aramayan pasif bir insan olur ya da tam tersine asi bir insan olur. Araz ve Nevzat ikinci duruma örnek, babaları zamanında kemerle dövmüş olmasına rağmen “Öyle severdi” bizi diyorlar çünkü onların yıllarca bilincine kodlanan bu. İki kardeş birbirlerine mesafeli görünseler de aşırı derin bir bağları var sevgi gösterilmeden büyümüşseniz göstermeyi de bilmezsiniz durum bu.

Nevzat’ın kardeşine bunu yapana hesap ödetmek istemesi bence “El alem ne der” mantığından çok yaşadığı kaybetme korkusuyla başa çıkamamasından kaynaklanıyordu. Bu korkuyla bocalayacağı sırada kendisinin değimiyle “koruyucu meleği” olan Sadi korudu. Bazı anlar olur bizi kendimizden birisinin koruması gerekir Sadi ve Yaver bunu yaptılar Nevzat’a. Sadi’nin Nevzat ile yaptığı konuşma çok dokunaklı ve anlamlıydı, benim kardeşim yok belki anlayamam ama en yakın arkadaşımı yalnız bırakmamak uğruna bende her şeyi yaparım. Sadi’nin tek derdi Nevzat düzgün davransın da Araz da düzelsin değil ki Nevzat kendisi de bu öfkeden kurtulup hayatını toplasın, zarar görmesin istiyor. Nevzat bildiğiniz gibi Sadi’ye aga diyor, tıpkı Yaver gibi. İkisinin de hayatında örnek aldıkları, belki de sözünü dinledikleri tek insan, o. Onları anlıyor, yalnız asla bırakmadı. Araz’ın nasıl bir abiye ihtiyacı olduğunu da biliyordu Sadi. Kendisi de Yaver sayesinde bunu belki öğrendi. Ona ömrünce abilik yaparak, tecrübeyle anladı. Bu yüzden Nevzat ayağa kalkmak zorunda. Nevzat iyileşir yaralarını sararsa Araz da iyi olur çünkü kardeş olmak bunu gerektirir.

Araz, bizim hırçın kelebeğimiz hepimizi çok korkutsa da aramıza nihayet döndü, izlerken fark ettim ki çok özlemişim. İzlerken bir diğer dikkatimi çeken ise Araz’ın ne kadar değiştiği idi. Evet hâlâ asi ama iyileşiyor Araz. Ağabeyine engel olmaya çalışması, okuldaki tavırları, Aylin tamirhaneye geldiğinde ekibine ve ağabeyine karşı Aylin’i koruması bizim ilk tanıdığımız Araz olsa bence daha farklı olurdu. Belki Araz bile farkında değil Sadi Hocasının onu nasıl değiştirdiğinin, nasıl iyileşmeye başladığının ama ilk bölümlerdeki Araz’ın Aylin’i takip edip evine bırakayım geç oldu diyeceğini, söyleseydin mahallenin en iyi evini bulurdum diyeceğini hatta özür dileyeceğini bile düşünmezdim. Ama oldu biz Araz’ın içinde en derinler de kalan hâlini görmeye başladık. Değişmeyen bazı huyları elbet var ki zaten bir insanı tamamen değiştiremezsiniz kendi istemezse hiç olmaz zaten Araz içten içe istiyor demek ki bazı yönleri giderek törpüleniyor. Net söylemek istemiyorum ama Araz yavaş yavaş Gizem’i unutuyor gibi gelmeye başladı özellikle Aylin ile sohbet ederken gelen Mert ve Gizemle konuşurken ki tavrından. Araz büyümeye, olgunlaşmaya başladı çünkü. Araz’ın hayata karşı hep bir savaşı vardı şimdi Aylin’de hayata tek başına savaş açtı. Ne yaşarsa yaşasın pes etmeden savaşıyor, boyun eğmiyor ve artık susmuyor. Babasıyla telefonda yaptığı konuşma beni çok duygulandırdı zaten masumken bedel ödemişti bir de tek başına bırakılmıştı. Aylin ve Araz aileden yaralı iki kalp birbirlerine şifa olur mu dersiniz? İzleyip hep birlikte göreceğiz bunun cevabını.

Araz ve Aylin cephesi böyleyken Mert ve Gizem arasında neler olduğunu ben şahsen anlayamıyorum. İki haftadır daha dikkatli inceliyorum ilişkilerini de pek sevgili diyemem sanırım. İki sevgiliden ziyade iki çok yakın arkadaş gibiler sanki bir şey eksik aralarında ama ne? Zülfikar ve Melek de öyle bir durum yok sevgili oldukları gayet belli oluyor ama Gizem aralarına sonradan girdiği için mi böyle çekingen yoksa başka bir durum mu var bilmiyorum ama ilişkilerinde bazı eksik noktalar var, sonları nasıl olacak onları nasıl bir yok izliyor çok merak ediyorum açıkçası.

Dizimizin son sahnesi öyle bir yerde bitti ki hepimiz bir an önce Perşembe olsa da izlesek diye bekliyoruz. Can’ın sesleri ayıklamasıyla Songül artık sonuca her zamankinden çok ama çok daha yakın. Öğrendikleri karşısında nasıl bir yol izleyecek neler yapacak bende dört gözle bekliyorum. Bakalım önüne hangi taşlar yıkılacak çok merak ediyorum çünkü büyük patron o kaseti gözleri önünde yaktırdı bu yüzden kurtuldum sanıyor ama ummadık taş baş yardı ve Sadi içine doğmuş gibi kopyasını çıkarttırmıştı. Servet bundan habersiz yaşamaya devam ededursun ama sanırım bu zaman çok uzun olmayacak onun için.

Bu haftada yazımı bitirmeden önce değinmek istediğim kalbime taht kuran bir sahne var. 10 Kasım Atatürk’ü anma… Şu an düşündüğümde dahi gözlerimin dolmasına engel olamıyorum oldukça duru ve çarpıcı bir sahneydi. Öğrencinin koluyla fotoğrafın tozunu alması, gözleri dolu dolu bakması, “Atatürk sevilmez mi?” deyişi Sadi’nin “çocuk” demesi… Bu dünyadan çok büyük insanlar geçti hepsi tarihe iz bıraktılar şüphesiz ama Mustafa Kemal Atatürk çok başka o tarihe değil kalplerimize altın harflerle yazıldı. 35 ülkede heykeli bulunan ebedi başkomutan, tüm dünyanın saygı duyduğu, bizimse hasretiyle yüreğimizin yandığı canım Atam aramızdan bedenen ayrılalı tam 84 yıl olsa da sen hâlâ yaşıyorsun çünkü fikirler asla ölmez.

Seni ve fikirlerini özümsediğimiz kadar da özledik baba…Işıklar içinde uyu

 

 

 

Biz Birlikte Güçlüyüz (Hayat Bugün, 4.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR 

Küçükken bir hocamız ince çubuklarla derse girmişti bir gün, önce bir tanesini eline alıp çat diye kırmıştı, sonra iki, sonra üç. Çubuklar çoğaldıkça hocamızın kırması daha da zorlaşıyordu. Bir yerden sonra hocamız büyük bir kuvvet uygulasa da kıramamış ve bırakmıştı. Sonra dönüp “İşte birlik olmak böyle bir şey” demişti; birlikte hareket etmeyi becerebilirseniz karşınızdaki şey ne kadar güçlü olursa olsun sizi yenemez demişti. O günden sonra asla unutmadım o dersi.

Hayat Bugün’ün bu bölümünü izleyince sanki o ana hocamın o dersi verdiği güne geri döndüm. Derin’in hastasını hayatta tutmak için çabası, Aras’ın tüm gün boyunca nefes dahi almadan hasta kurtarmak için uğraşırken bir hastasını yitirmesiyle yıkılışını, Andaç’ın ruh halinden anlayıp hasta yakınına dahi yardım etmek istemesi, Suzan’ın minik hastası için ölümün en güzel halini bulup anlatması, Barış’ın tüm ekibi bir arada tutmak için çırpınması ve sonunda ne olursa olsun birbirlerine güvenip sığınmaları bana “Birlik olursak kazanırız” dedirtti.

Barış Hisarönü Hastanesi’ne geldiğinden beri belki de en kötü gününü yaşadı. Bir yandan başka hastaneden aldığı hasta yükü, bir yandan gazeteci ve radyoterapi tedavisine başlayacak olması Barış’ın karmaşık olmasına yetti de arttı.

Barış için savaş daha yeni başlıyor bana kalırsa. Çünkü o Hisarönü Hastanesi’ne geldiğinde tek derdi hastaneyi baştan aşağıya değiştirip süregelen sistemi iyileştirmekti. Ama şimdi büyüdüğünü görmek istediği bir evladı olacak ve Barış onun için iyileşmek zorunda. Kanser tedavisinde en önemli tedavinin moral ve inanç olduğu kanıtlanmış bir gerçek, Barış çocuğu sayesinde hayatında inançla yeni bir sayfa açtı. O yeni bir gelecek için iyileşmek istese de bebeğine şimdiden beşik alması, yemek sandalyesi sipariş etmesi gerçekçi davrandığını gösteriyor. O da biliyor ki bu tedavinin sonunda başarısızlık da var. Olur da başarılı olamayıp tedavinin sonunda ölürse en azından kendisinden çocuğuna bir şeyler bırakmak istiyor. Bu durumu anlayabiliyorum; o gittiğinde en azından evladına babasından bir şeyler bırakmak istiyor.

Barış her ne kadarGizem’e dünya kadar zamanımız var dese de olmaması ihtimali kafasında bir yerleri kurcalayıp duruyor. Yine de Barış’ı birazcık tanıdıysan onun için zor olanı seçip üstüne gitmek daha tercih edilir bir yol. Bu yüzden bunu da başaracağına olan inancım tam. Barış bir hasta olarak pek söz dinlemeyen ve bildiğini okuyan biri olsa da bence doktor ve ekip lideri olacak gayet iyi biri.

Barış’ın en sevdiğim özelliklerinden biri yaptığı hataları anladığı anda kabul etmesi. Ekip arkadaşlarına bu kadar büyük bir sorumluluk yüklemenin yanlış olduğunu anladığı anda yeni bir çözüm bulmaya odaklandı ve hata yaptığını söylemekten çekinmedi. O diğer hastanenin hastalarını almadan önce Aras’a danışıp onay alması ve Derin’in ne yaptıysa hastasının hayatı için yaptığına kefil olması, arkasında durması onu gerçek bir lider yapıyor bana göre. Ayrıca Barış’ın dediği şey çok doğru; herkes işini doğru düzgün yaparsa sistemin değişimi de kaçınılmaz olacaktır. Çünkü bezen çok istesek de tek kişiyle değişim olmaz maalesef.

Evet belki Ceylan’ın Andaç’a dediği gibi bir kişi değiştiremez bu düzeni, belki bir kişiyle hiçbir şey olmaz ama o bir kişi bir kere baş kaldırdı mı işte o zaman bir kişi daha, sonra bir kişi daha birleştiğinde yani hepimiz birlik olduğumuzda değişmeyecek, düzelmeyecek hiçbir şey yok. Ben buna inanıyorum herkes elini taşın altına aynı oranda koyduğunda her şey değişir. Tıpkı önce Derin’in sonra Aras’ın yanlış olduğunu bile bile sırf bir insan hayatını kurtarmak için elini taşın altına koyması gibi. Derinin söylediği bir söz gerçekten çok doğruydu; birbirimize güvenmek zorundayız. Çünkü onlar hemşiresinden cerrahına kalabalık bir ekibin parçası ve ekip birbirine güvenip sırtını dayamazsa işler asla ilerleyemez.

Bazen kolay yolu seçmek, zor yolu seçmekten daha zordur çünkü söz konusu insan hayatı olunca her zaman kolay yol seçilemiyor maalesef. Orada o anda bir karar vermek zorundasınız ve bunun hiçbir şekilde geri dönüşü yok. Derin belki protokolü izleyip hastanın durumunu sadece gözlemleyebilirdi ve maalesef ki bu hastanın ölmesi anlamına geliyordu. Fakat Derin zor olanı yani herkesin seçemeyeceği yolu seçti ve yanlış bir hamle yapacak olursa mesleğini kaybedeceğini bile bile o müdahaleyi yaptı. Açıkçası ben bu duruma hiç şaşırmadım zira o ilk bölümde hastası için hayatını hiçe saymışken mesleğini gözden çıkarması tam onluk bir hareket. O hastasını kurtarmayı seçti ve bunu prosedür dışı olsa da yaptı. Bu durumda onu bir sağlık çalışanı olarak yaptığını tasvip etmesem de asla yargılayamam da. Çünkü o durumu ve o anı yaşamak bambaşka bir şey. Orda avuçlarınızı içinde, sadece siz bir şey yaparsanız kurtulacağını bilginiz bir can varken protokol yahut iş, meslek hayatı kimsenin ilk önceliği olmuyor. Ortalık süt limanken yahut her şey düzgün gidiyorken doğu şeyi yapmak öyle kolay ki. Ama söz konusu insan hayatı olunca başka hiç bir gerçek bunun üstünde olamaz bana göre. O yüzden Derin her ne yaptıysa bir can kurtarmak için yaptı, o an vermesi gereken bir karar vardı ve o bir hayat kurtarmayı seçti. Tıpkı ona bu yaptığından dolayı deli gibi kızsa da aynı şeyi aynı şekilde yapan Aras gibi.

Asla asla deme diye bir söz var ya hani Aras tam da o yerdeydi bana kalırsa. Kendisi Derin’in yaptığını onun başı belaya girecek diye kızıp, ben yapmazdım dese de aynı şeyi o da yaptı. Evet belki çoğu prosedür hem hasta hem de sağlık çalışanının güvenliği için buna kesinlikle bir itirazım yok. Fakat maalesef her zaman her şey kitapta yazana uygun gitmiyor. Bir gün geliyor Suzan gibi fark etmeden bağ kurduğun hastana bu hayattaki en zor şeyi en yumuşak haliyle anlatmak zorunda kalıyorsunuz. Bazen kapıda iyi bir haber için gözünün içine bakan hasta yakınına nasıl gerçeği söyleyeceğinizi bilmez bir durumda kalakalıyorsunuz ve bazen sadece o an hayatı size bağlı hastanın yaşamını kurtarmak dışında aklınızda hiçbir şey kalmıyor. Tüm bunların hepsini yaşamış biri olarak söylüyorum Aras da, Derin de Suzan da ellerinden ne geldiyse onu yaptılar ve ben onları çok iyi anlıyorum.

Suzan aşırı duygusal bir kadın, Barış’tan her şeyini anlatmasını istiyor fakat kendisi Barış’a kendi gerçeğini anlatacak kadar cesur davranmadı ilk başta. Bence bunun sebebi ona güvenmemesi değil, dillendirirse daha çok sahipleneceğini düşündüğünden ama Barış’ın da dediği gibi; insan önce kendine dürüst olmalı. Suzan kendine dürüst olmadığı sürece o büründüğü ruh halinden çıkamaz. Fakat Barışla birlikte o da değişiyor. Bunu Miray’la anne babası yerine konuşmasından, Barış’a kendisiyle ilgili durumu anlatmasından net görebiliyorum.

Suzan’ın sakladıkları yalnızca kendisini ilgilendiren durumlar olsa da aynı şeyi Derin için söyleyemeyeceğim. Haftalardır Derin’in ne kullandığı ve neden kullandığı sorusu aklımı kemirip duruyordu. Hiperaktivite bozukluğu ve dikkat eksikliği için ilaç kullanması bir yana bunları gizli gizli kullanması maalesef ki yasal değil. Yalnız Derin de, Mert de farkında bu ilaçlarla acilde belirli bir süreden sonra çalışması yasak ve yakalanırsa açığa alınacak. Ne yazık ki şu an Derin bunlara mahkum durumda. Bu durum açığa çıkarsa ne olur bilmiyorum ama Derin için hiç iç açıcı olmayacağı aşikar.

Hayat bu düşmek de var kalkmak da, Barış şu an için düşen konumunda olsa da ben inanıyorum ki o bu zorluğun da üstesinden de gelecektir ve yeniden ayaklanacaktır. Hele de yanında Gizem, çocuğu ve gerçekten güvendiği doktoru Suzan varken.

Hayat Bugün ’de yine soluksuz izlediğim bir bölümü geride bıraktık. Emeği geçen herkesin eline emeğine sağlık.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere, sağlıkla kalın.

 

 

 

 

 

Akıl Oyunları (Tuzak, 4.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT 

Güç ne enteresan bir kelime değil mi? Bu hafta ekran karşısından kalktığımda bu kelime üzerine çok düşündüm. Güç nedir dedim kendi kendime. Ona sahip olan neleri başarabilir, neleri başaramaz diye düşünürken aslında gücün bazı unsurlara sahip olmadığında bir insanı bir noktaya kadar koruyacağı kanaatine vardım. Zira güç insanın içinde olan bir şey değil bence. Yalnız burada şunu açmak lazım, güç derken insanı ayakta tutan, devam etmesini sağlayan dirayetten bahsetmiyorum. İnsanın eline geçen bir sihirli değnek gibi elinde olduğu sürece kendisini koruyan ama kaybettiği anda eski sahibini de yerle yeksan edecek bir durumdan bahsediyorum. İşte bu güç kimin elinde olursa olsun ona asla mutlak bir koruma sağlamadığı gibi aksine, kaybetmesi durumunda büyük bir zarara da sebep olabilir. Bu size birini hatırlattı mı? Evet Demir Gümüşay’dan bahsediyorum. Elindeki gücü kazanmak için bir aileyi yerle yeksan etti ve kendisine gizli ama çok güçlü bir düşman yarattı. Bu hafta Umut’un o gücü Demir’den almak için oynadığı oyunun ikinci perdesi açıldı ve Demir için kabus gibi günler başladı.

Demir Gümüşay kendi dünyasının en güçlü ve acımasız adamı. Öyle ki amaçlarına ulaşmak için hayatını mahvettiği bir adamın hikayesini çalacak kadar ben merkezci, parayla, konumla her şeyi halledeceğini sanacak kadar da güce tapan biri. Daha da fenası o güçle herkesi satın alacağını, yöneteceğini düşünürken seneler önce bir torba parayla susturduğunu sandığı bir çocuğun geri dönüp de intikam isteme ihtimalini bile aklına getirmiyor. Bu Demir’in kusurlu tarafı, hayatında her şeyi gücüyle kazandığı için başka bir motivasyon kaynağına ihtiyacı yok. Zaten Çınar’ı da bu sayede sevdi. Eğer Çınar Umut tarafını biraz olsun gösterseydi, Demir’in gözünde o da zayıf biri olacaktı. Bu yüzden kirli bir avukat olarak Demir’in karşısına kendi kumaşından biri olarak çıktı. Şirketinden hisse isteyerek düşmanına bir adım daha yaklaşan Umut Demir’i etkiledi. Demir düşmanına kapıldığını bile anlamadı belki ama hayatında belki de unutmak istediği tek kabusu da geri döndü : Utku!

Umut adım adım aslında Demir’e kendini belli etmeye başladı. “Utku seni çok özledi” duvar yazısının başka bir yolu yok. Akıl oyunları dedik ya, işte tam olarak bundan bahsediyordum. Yörükoğlu ismini tamamen saklamak istese hiç böyle bir yola girmezdi ama özellikle bilsin istedi. Umut, Çınar olarak hayatına dahil olduğu Demir’in kendisiyle kimin uğraştığını bilsin istiyor bence bunun sebebi de Demir’in tek yumuşak karnı olması. Bu adamın zifiri karanlık geçmişini kendisi dışında bir de o gece orada olan çocuklar biliyordu. Yani kimin onun peşine düştüğünü, başına neler geleceğini bilerek panik yapmasını ve böylelikle hem Çınar’a daha da yaklaşacak ve aslında aynı Umut’un babası gibi kendi celladını elleriyle evine sokacaktı. Umut da bu sayede Çınar sayesinde güçlü bir konuma geldi ama Umut da aynı Ceren gibi kendi ailesinin hayatında bilmediği çok fazla sırrın olduğunu öğrendikçe aslında araya giren yılların onları birbirine yaklaştırmadığını görecek.

Umut, Çınar olarak Demir’in ruhuna sızarken hayatının en büyük sırrını da öğrenmiş oldu. Ailesi, büyük kin beslediği adamdan kan parası aldı. Umut hayatının en büyük şokunu yaşarken, bırak Demir’i kendi ailesinin bile ondan sırlar saklayacağı gerçeğiyle ağır bir şekilde yüzleşti. Kardeşi Utku’nun, babasının üstüne ailenin para almasını nasıl karşılar bilmiyorum, eminim geçerli sebepleri de vardır zira Demir temiz oynayan biri değil. Ama yine de Umut’un bunu bir süre anlamayacağını sanıyorum. Nasıl anlasın ki? Her aşamasını planladığı, oynadığı bir oyun var. Tek bir hata belki de hayatlarına mal olacak ve o savaş meydanında kendinden de saklanan sırlar olduğunu öğreniyor. Burada en azından bir öfke patlaması bekliyorum ama daha da önemlisi bariz bir güven sorunu da oluşabilir. Sonuçta Demir’in mahvettiği hayatlar olarak yola çıkıp, ondan alınan parayla devam edildiğini öğrendi. O günün şartlarını bilemem ama yine de Umut’a asla söylememesini anlamıyorum ki Umut da anlamayacak gibi duruyor. Nasıl anlasın? Bu tip olaylarda tek bir hata tüm işlerin ters gitmesine sebep olur. Umut öyle bir plan kurmuş ki her adımını, her anını tasarlamış. Tek bir hata, kusur, beklenmedik olay yok. Nereden mi anladım? Ali’nin karakol ifadesine şöyle bi bakınca çorap söküğü gibi geldi zaten.

Ali göz altına alındığında önce “Eyvah! Oyun bitti” derken Ali’nin göz altındaki şovu bi garip geldi, üstüne düşününce bunun da planlı olduğun kanaatine vardım. Şimdi ne oyunu kardeşim, adamı çocuğuyla tehdit ettiler diyebilirsiniz ama öyle değil. Zira orada Ali  Umut ismini verdi. Yıllar önce ölen Utku’nun kardeşi Umut’un adını verdi. Halbuki gerçekten itiraf etmek istese Çınar’ı da demesi gerekirdi. Özellikle onun adını verdi. Umut, Demir’in peşine düştüğünün bilinmesini istiyor. Duvardaki yazı, gelen paket ve bunu birleştirince seneler önce kapattığını sandığı meselenin aslında kapanmayıp, daha da güçlü bir düşman olarak karşısına çıktığını görmesini istiyor diye düşünüyorum. Böylelikle hem geçmişini bilmesi, hem de bu defa paranın yeterli olmayacağı gerçeğiyle Demir’e panik yaptırıp, hataya zorlamak istedi. Bence bu oyun daha yeni başladı, henüz Demir bir hamle yapmadı ve size bir sır vereyim. Bir noktadan sonra bu oyuna kimsenin tahmin edemeyeceği şekilde Ceren Gümüşay da dahil olacak. Peki ya Ceren hangi tarafta olacak?

Umut bu oyunda herkesi ve her şeyi kontrol ettiğini düşünürken Ceren de onun peşine düştü. Şeker yardımıyla Çınar’ın sırlarını ortaya çıkarma konusunda takıntı geliştiren Ceren kendini ateşe atanın Çınar olduğunu bilmesine rağmen ona değil de ailesine daha çok kızgındı ki ben de onu çok iyi anlıyorum. Ancak anlamadığım Çınar’ın durumunu fark etmesine rağmen neden kimseye bir şey demiyor? Yani sanki Çınar’ın sırlarlarıyla onu kendi tarafına çekmek derdinde gibi gelmeye başladı bana. Ailesi tarafından köşeye sıkıştıkça buna ihtiyacı günden güne artıyor. Aksi halde babasının önüne koyar, Çınar’ın ipini çekerdi. Demir gibi bir adam için şüphe zaten birini harcaması için yeterliyken, Ceren bunu yapmadı. Buradan ne çıkar şimdilik pek bilmesem de Ceren bu hafta beni çok üzdü.

Ceren Gümüşay deyince aklıma ne geliyor biliyor musunuz? Yitip gitmiş bir hayat. Ne çocuk ne de genç kız olabilmiş biri, o. Annesinin gidişinin ardından 10 yaşında anne olmak zorunda kalmış, sonra da babasına destek olmak için gençliğini feda etmiş bir kadın. Ceren hiç kendine ait bir hayat yaşamamış. Kendini ailesine adamış ve orada da bir ömrü feda etmiş biri. Açıkçası Ceren’in şu anda üvey çocuklarıyla yaşadığı hayat dışında kendi tercihiyle bir hayat yaşadığını sanmıyorum. Zaten bu yüzden ailesine “Siz beni suçlayamazsınız!” dedi. Tüm hayatını üç erkeğe adamış bir kadın, o. Ne derlerse evet deyip, her durumda arkalarını toplayan Ceren o zehirli ellerin kendisini yaralayacağını düşünmedi ancak ailesi yine ona karşı oldu. Ceren ilk kez bir kararını  alırken bu  üç erkeği düşünmedi. Bu sefer kendi çocuklarını seçti ve Demir (bence öyle) cezasını kesti diye düşünüyorum. Demir herkesin aynı evde yaşamasını istedi ve tek engel o çocuklardı. Bu sebeple bu işin arkasında Demir var diyorum ya, başkası aklıma bile gelmiyor. Ceren’in ailesine karşı Tercih ettiği çocukları ondan alındı ve ben çok başka bir Ceren gördüm.

Ceren babasına hesap bile sorarken ses tonuna oldukça dikkat eden, ileri gitmeyen, sakince duran bir karakter. Yani en azından çocukları gidene kadar öyleydi. Bir anne olarak canı yandı çünkü doğuran değil, büyüten annedir. Ceren o çocuklara yıllardır annelik yapıyor ve hepsi gayet mutluydu. Üç senedir arayıp sormayan adamı Demir Çınar’la alaşağı etmişti. Bence bir şekilde kontak kurmuş olma ihtimali bile var. Demir ben merkezci, dediğim dedik bir adam. Daha önce de hesap ödetirim dediği kızını can evinden vurdu. Ceren’in evi bastığı sahnede Demir her ne kadar bir şeyden haberi yokmuş gibi davransa da ben de ona en az Ceren kadar inanmadım. O sahnede aslında bir güzel şeyoldu biliyor musunuz? Umut artık Ceren’in Gümüşay Ailesi’ndeki en iyi insan olduğunun farkına vardı.

Umut, Ceren’in haykırışları arasında bambaşka bir yere gitti diye düşünüyorum. Kendi annesi, Ceren’in annesi onları bir hiç uğruna belki de terk ederken, Ceren’in kendinden olmayan çocuklar için çırpındığını gördü. Onları o doğurmadı ama sanki öz anneleri gibi kendini parçaladı. Açıkçası önce bunu da Umut yaptı dedim ama hem Umut küçük çocuklarla uğraşacak kadar acımasız değil, hem de şu anda o çocukların Umut’un planına bir katkısı yok. Bu sebeple ben de Ceren gibi bunu Demir’in yaptığını düşünüyorum. Ceren Umut hedefine yaklaştıkça kardeşlerini, ailesini tanıyamaz hale gelirken o kardeşlerini tanımayan tek insan Ceren değil, Umut da adım adım kardeşleriyle arasında nasıl bir mesafe olduğunu anlamaya başlayacak.

Bu hafta Yörükoğlu kardeşlerin aslında birbirine ne kadar uzak olduğunu gördüm. Bir koltukta oturup hayaller kurarken aslında hiç biri kendi kalbinden geçeni söylemedi bence. Mesela Umay’ın hayallerinde Güven de var ama içinde tutuyor. Diğer yanda Mahir çok daha başka yerlerde gezerken Umut Demir’i devirdiğinde aynı çocukluk yıllarındaki gibi onlarla bir bütün olacağına inanıyor. Ancak o iş o kadar kolay değil artık. Çünkü değiştiler. Umut onlardan ayrılırken bıraktığı kardeşleriyle şimdi buluştuğu kardeşleri arasında dünyalar kadar fark var. Bunu anlaması belki zaman alacak ama çocukluk masumiyetleri yok artık ve bu Umut’u çok yaralayacak diye düşünüyorum. Yine de yarası Ceren kadar olamaz çünkü onun kardeşleri ne pahasına olursa olsun Umut’u satmazlar ama ben aynısını Gümüşay kardeşler için söyleyemem.

Mete, Güven ve Ceren. Uzaktan baktığında muazzam bir ilişkiye sahip, zengin ve huzur içinde bir aile olarak görünüyorlar. Ancak onların arasında gözle görülür tezatlıklar var. İki adamın ikisi de aslında oldukça çıkarına düşkün insanlar. Kendi menfaatleri için yaşadıklarını düşünüyorum. Belki Güven biraz farklı olabilirdi ancak o da babasının affına ve kartlarına geri kavuşunca eski haline döndü. Ceren hala kardeşlerine güveniyor ve babasına karşı onlarla ittifak kurabileceğini düşünüyor ama bence bu mümkün değil. Önce acaba Umut’un hamlesi yüzünden mi böyle oldu dedim ama bence onlar hep böyleydi. Özellikle de Ceren’e karşı olan tavırlarında Gümüşay Ailesinin erkekleri hep aynı tavra sahip. İşleri düşünce prenses işleri bitince kapının önündeki çöpten bile daha değersiz oluyor ben bu sebeple ilerleyen zamanlarda Ceren’in taraf değiştirme ihtimali olduğunu düşünüyorum.

Ceren Galata Kulesi gölgesinde Çınar’a ailesinden ve işinden nefret ettiğini söylemişti. Aslında o da kardeşleri gibi Demir tarafından kendisine biçilen role girmiş, başka bir hayatı düşünmemiş bile ama Çınar’ı tanıdıkça değişti. Zira kardeşleri onunla ilgili bir yalanı bile doğru gibi anlatırken, Çınar en zor zamanında onun elini tuttu, ona destek oldu. Ceren’in her zor zamanında o omza başını koyma sebebi de bu çünkü böyle bir şey hiç yaşamadı o. Bu yüzden Çınar’la ne kadar didişseler de, onun ne kadar yalancı biri olduğunu bilse de karşı koyamıyor. Ben bunun Ceren’deki eksik taraf olduğunu düşünüyorum. Kimsenin destek olmadığı, tüm hayatı ailesine destek olacak geçen ama kendisiyle ilgili acılarda yatağında tek başına bununla başa çıkan bir kadın için birinin ona destek olması çok yeni bir durum. Bu sebeple ben Ceren’in gerçekleri gördükçe ailesinden daha da uzağa gideceğini sanıyorum ama Umut onun içindeki iyiliği görmüş olsa bile Ceren’i anlaması için önünde uzun bir yol var.

Umut Yörükoğlu girdiği bu yola ailesi, kardeşleri ve en önemlisi babası için girdi. Ailesinden uzakta geçirdiği her bir gün onun içindeki nefreti körükledi. Bu sebeple her ne olursa olsun plandan zerrece sapmadı. Ne bir adım geri gitti, ne de vicdanının sesini dinledi ama bunu sadece o yapıyor. Diğerleriyse içindeki sırlarla yaşamaya devam ediyor halbuki bu plan devreye girdiğinde en azından ona gerçekleri söylemeleri gerekirdi diye düşünüyorum. Umut şu anda her cephede, her rakipten bir hamle bekletip ona göre hamle geliştirdi. Tıpkı bir satranç ustası gibi her hamlesini düşünerek yapıyor ve bu sebeple de kazanıyor ama o böylesine akıl oyunları oynarken, beklenmeyen golü karambolden hem de kendi oyuncusundan yedi.

Şimdi ileride ne olacak? Umut adım adım Ceren’e aşık olurken, Ceren de tıpkı kendileri gibi Demir’in kurbanıyken onun elini tuttuğunda ne olacak? Gizli gizli Güven’le aşk yaşayan Umay ya da Luna’yı hamile bırakarak tüm planı tehlikeye atan Mahir buna karşı çıkacak mı? Bence çıkacak. Tüm gözler Umut’un üstünde ama bana soracak olursanız bunların yaşanması iyi oldu. Zira Ceren canlı cenaze gibi her gün bir parçasını toprağın altına yollarken, Umut’un bir zaman geldiğinde onu asla bırakmamasını diliyorum.

Ne nefret, ne intikam… Benim dünyamda aşk her zaman kazanır. Ceren şimdilik fiziksel olarak çekim hissettiği, zor zamanlarda kendisine destek olan bir yalancıya karşı duvarlarını farkına bile varmadan indiriyor. Bir noktada herhangi bir koruma alanı kalmayınca ve güvenmese de en zor anlarında sırtını dayadığı çınar ağacının ardındaki umutla dolu gözlere inanacak mı? İşte onu da zaman gösterecek…

Bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.

Bu Hayat Benim Mi? (Kızılcık Şerbeti, 2.bölüm)

YAZAR : Simay DEMİR 

Hayat seçimlerimizden ibarettir ve kim olduğumuz yahut olacağınız verdiğimiz kararlar belirler. Bunu aldığımız ayakkabıdan seçtiğimiz mesleğe kadar etkilediği de aşikar. Peki ya kendi hür irademizle veremediğimiz kararlar, bize dayatılan zorunlu seçmeli hayatlar onlar ne olur? Bu durumda iki seçenek var bana göre. Ya size dayatılan hayatın tam tersi hareket edip ruhunuzda ki boşlukları doldurmaya çalışırsınız yahut hayatınız boyunca birbirlerinin size “Bunu yap şunu et” demesiyle hareket eder, sizin için çizilen çemberin içinde debelenip durursunuz, üstelik hiçbir şeyin farkında dahi olmadan. Doğa bu güne kadar ona biçilen hayatı yaşadı ve şimdi ilk kez içinde bulunduğu çemberi parçalayıp çıktı, Fatih’se bence hala ne yaşadığının farkında bile değil. İçinde bulunduğu çemberde dolanıp duruyor. Ve gelelim Kıvılcım’a, o kendi çemberini kendi yaratmayı tercih etmiş. O çemberin içinde kendini mutlu hissediyor mu emin değilim ama güvende hissettiği aşikar.

Geçen hafta Kıvılcım’ın bu kadar katı olmasının sebepleri olduğunu düşündüğümü ve bunları görmek için sabırsızlandığımı dile getirmiştim. Bu hafta tanık oldum ki Kıvılcım’ın kalbinde de ruhunda da benim düşündüğümden çok daha büyük yaralar var ve o, bu yaralara rağmen dimdik durabiliyor.

Kıvılcım’a yaklaştıkça ben de Ömer gibi düşünmeye başladım, her seferinde farklı bir Kıvılcım ile tanışıyorum. Önce karşımda kaskatı, çocuklarına bile sevgisini göstermeyen despot bir kadın vardı. Biraz daha yaklaşınca idealist, fazla abartmış olsa da korumacı ve çocukları üzülmesin diye ağlamayı dahi unutmuş bir kadın gördüm. Ve ben artık emin oldum Kıvılcım göründüğünden çok daha fazlası. Evet hayat felsefesi, düşünce yapısı çok farklı Ünal ailesinden ama şu da bir gerçek ki Doğa için buna bile uyum sağlamaya çalıyor. Düğünde içkileri iptal ettirmesi buna en iyi örnek bence. Kıvılcım’ın sert görünüşünün altında anlayışlı ve merhametli bir kişilikte var aslında. Metehan’ın ailevi sorunları olduğunu öğrendiği anda babasını aradı, arayı yumuşattı ve Metehan için psikolojik destek önerdi. Aynı şekilde okuldaki bir personelin durumundan yola çıkarak bir kampanya başlattı ve bir tek o kadına değil aynı zamanda çevredeki yardıma muhtaç herkese yardımcı olmayı hedefledi. İstese sadece o personel için bir şey yapardı ama o kolayına kaçmadı ve aynı zamanda öğrencilere yardımlaşma bilinci aşılayacak bir harekette de bulunmuş oldu. Ayrıca Metehan’a yaptığı teklifle de ailesine ne kadar önyargılı olursa olsun bunu asla öğrencisine yansıtmaması da işine duygularını karıştırmadığını gayet net gösteriyor. Fakat şöyle de bir gerçek var ki bu durum çocukları için pek de geçerli olmamış gördüğüm kadarıyla. Zira çocukları onu bambaşka görüyor. Şüphesiz tüm bunları çocuklarına düşündüren kendisi ve Ünal ailesiyle olan ilişkisinde de aynı şekilde davranıyor. Değil onlarla anlaşmak, kaynaşmak tanımak dahi istemiyor. Çünkü sabit fikirli.

Evet, belki Kıvılcım mutsuz sonla biten bir evlilik yaşadı, belki kızlarına göre mutsuz ve bu yüzden huysuz ama şu da bir gerçek ki Kıvılcım gerçekçi biri, söylediklerinin çoğu tecrübelerinden kaynaklanıyor bana kalırsa. Özellikle aşk konusunda bu kadar keskin konuşabiliyorsa bu konuda epey canı yanmış demektir. “Aşk bir görme kusurudur, evlilikte onun tedavisi; aşık olduğunda hayal ettiğini evlendiğinde gerçek olanı görürsün. Kısacası aşk hayal ettiğinle gerçek arasındaki farkı görene kadar ki o süreçtir.” Kocasıyla ne yaşadı ya bu konuşmasının sebebi boşandığı kocası mı henüz bilmiyorum ama Kıvılcım bu derece endişeli ve kızının birini sevmesi, hamile kalması hatta onunla tartışırken “Çünkü sen mutsuzsun diye herkes öyle olsun istiyorsun” deyişinde bile kontrolünü kaybetmemişken Doğa’nın okulu bırakacağını öğrendiğinde hıçkıra hıçkıra ağladı. Demek ki ciddi manada korkuları var bu yönde. Kızının engelleneceğine, mutsuz olacağına emin gibi.

Bütün bunları düşününce aklımda tek bir soru oluştu : Peki Kıvılcım nasıl bu kadar emin konuşabiliyor? Ayrıca kocası terk ettiğinde, boşandığında hatta kocasının yeniden evlenme kararı aldığını öğrendiğinde bile tek bir tepki göstermeyen kadın kızı için hıçkıra hıçkıra ağladı ve dediği o cümle “Bir hata her şeyi nasıl mahveder biliyoruz” Ve “Ben seni şimdi anlıyorum anne” lafı Kıvılcım’ın bilmediğimiz çok fazla yaşanmışlıkları olduğunu gösteriyor. Bakın ben bu cümlelerin rasgele kullanılmış cümleler olduğunu düşünmüyorum. Eğer Kıvılcım “Ben böyle bir hata yapmadım ama” demeseydi ben onun da Doğa gibi bir şey yaptığını söyleyebilirdim fakat şimdilik sadece bana biraz daha kırıntı verilmesini bekleyeceğim sanırım. Zira kafam hala karışık bu konuda. Kıvılcım evet çocuklarının iyiliği için her şeyi yaptığını söylüyor fakat burada şöyle bir durum var ki; o kızlarının her şeyini o kadar çok yönetmiş ki kendi başlarına karar alma yetileri dahi sorgulanacak durumda. Çimen halası gibi umursamaz davranıyor, Doğa’ysa daha kendi başına karar bile veremiyor ve tüm bunlar Kıvılcım’ın katı kurallarından, baskıcı yapısından ve çocuklarına söz hakkı tanımayışından kaynaklanıyor maalesef. İdealist bir eğitimci, anlayışlı bir patron olabilir ama ebeveynlik sınavında kalmış gibi duruyor ve biz bunun en net halini Doğada görüyoruz şu an.

Ben şu an için Doğa’nın kendine ait bir düşüncesi, bir fikri olduğunu dahi düşünmüyorum maalesef. Fatih okulu dondurmasını istediğinde aklına gelen ilk şey annem ne der oldu, halbuki burada düşünmesi gereken şey “Ben ne istiyorum” demek olmalıydı. “Ben annem gibi düşünmüyorum Fatih’in ailesi hakkında” düşüncesinde fakat Pembe’yi ve Nursema’yı görür görmez aklına ilk “Acaba bana da kapan derler mi?” düşüncesi belirdi. Yani annesinin düşüncesi. Aslında bu da çok doğal, çünkü o da Fatih gibi belirli kalıplarla, fikir ve düşüncelerle büyümüş biri. Annesinin muhafazakâr insanlara karşı düşüncesi belli ve bunu her defasında dile getirmekten çekinmiyor. Onun korkularının oluşması da bunu dert edip sorması da çok normal.

Farkındasınızdır biz daha Doğa’nın kendine ait tek bir hayaline, belirttiği fikrine tanık olmadık. Ya Fatih ve Ünal ailesiyle yahut kendi annesiyle ilgili düşüncelere katılmak zorunda kalıyor. Ben düğün istemiyorum diyen Doğa’ya Nilay’ın ne dediğini hatırlayın ; “Senin ne düşündüğünün bir önemi yok, babamın bir itibarı var.” Zaten görünürde Doğa’ya “ Doğa sen ne dersin” dense de ben daha tek bir söylediğinin iki aile tarafından da kabul edildiğini görmedim ki o da bir fikir belirtmedi zaten. Çünkü bu zamana kadar kendi başına aldığı doğru düzgün karar olmamış ki. Ben diş hekimi olma düşüncesinin bile annesinden geldiğini düşünüyorum. Çünkü buna karşı bile bir heves bir heyecan görmedim kendisinde. Doğa şu an sadece dalgalar onu nereye savurursa oraya yöneliyor ve bunun farkında bile değil. Açıkçası Kıvılcım gibi benim de okuma, ve okula devam etme konusunda endişelerim var. Evet belki Fatih gerçekten okulu bırakmasını değil de ara verip onun da bebeğinin de sağlıklı olmasını istiyor ama ben size bir şey diyeyim mi bu ara uzar gider. Zira önce bebek doğsun denir, sonra bebek azıcık büyüsün sonra devam edersin kaçmıyor ya denir. En son bu yaştan sonra okuyup ne yapacaksın bir elin yağda bir elin balda ailenle ilgilen denir ve konu kapanır. Umarım ne benim ne de Kıvılcım’ın korktuğu gibi olmaz , bu konuda Fatih’e güvenmek istiyorum çünkü. Bu işin sonu nasıl olursa olsun ben biliyorum ki Kıvılcım söylediği gibi kızının hem yanında hem de arkasında duracaktır. Benim asıl merak ettiğim Fatih’in nerde duracağı?

Fatih babasının sözünden çıkmayan biri ,hatta bence bu zamana kadar bir kez bile söylediği şeylere karşı çıkmamış. Çünkü kahvaltıda Doğa hakkında söylenen şeylere şaşırıp üzülse de ses etmedi. Düğün, nikah, aynı evde yaşamak her şeyi babasının istediği doğrultuda ilerliyor. Bu yüzden Fatih kendini özgür hissetse de bence o da öyle değil. Bunun en bariz örneğini “Kır düğünü” meselesinde gördük bence. Babası Fatih’in ne dediğini duymadan kestirip attı , Fatih sesini dahi çıkarmadı.

Ben Fatih’in iyi niyetli olduğunu düşünsem de kafamda soru işaretleri yok değil. “Doğa ben senin hamileyken okula gitmeni istemiyorum.” Fatih Doğa’ya da bebeğine de düşkün biri, bunu ilk sancılandığında doktora gidelim deyişinden belli ama Doğa’nın fikrini ne düşündüğünü dahi sormadan okulu dondurmasını istemesi bana hiç doğru gelmedi. Aslında anne babasının ilişkisine baktığımda Fatih bunu yaptığının farkında bile değil. Hem yengesiyle abisinin hem de anne babasının ilişkisi böyle yürüyor. Fatih gerçekten inanarak bazı şeyleri söylüyor; mesela “Kapanmak bir tercihse kapanmamak da öyle.” Demişti Doğa’ya bu çok doğru çünkü Nilay da iki yıldır orada yaşıyor ve kapalı değil. Ama yine de hem bu emrivaki hem de bugüne kadar defalarca konusu geçmesine ve onlarca söz verilmesine rağmen bir tek okul konusunun ortaya atılması, üstelik birçok çözüm yolu bulunabilecekken ilk olarak okulun gözden çıkarılması iyi düşünmeme mani oluyor maalesef. Üstelik “Sen artık evli ve hamile bir kadınsın senin önceliğin artık burası, ailen” lafı irkilmeme sebep olacak kadar ağır geldi. Bakalım Fatih Abdullah bey gibi sadece onun istekleri yerine geldiği zaman mı anlayışlı yoksa bu ruhunda mı var izleyip göreceğiz.

Abdullah Ünal çok anlayışlı, tercihlere saygılı gibi görünse de yaptıkları ve söyledikleri asla birbirini tutmuyor maalesef. Abdullah beyin “Çocuklar bir karar vermiş, kızınız reşit biz onların kararlarına saygı duymak zorundayız” dediğinde içimden tam da şu geçti “ Eğer Fatih biz Doğa’nın annesiyle yahut kendimize ait bir evde yalnız yaşamak istiyoruz” deseydi Abdullah bey yine aynı şeyi söyleyecek miydi? Ya da Doğa ve Fatih biz düğün istemiyoruz bu kesin kararımız deseydi Abdullah bey yine saygı duyacak miydi bu karara? Çok net söylüyorum ki hayır bunu asla kabul etmeyecekti. Çünkü daha sabah kahvaltıda düğün için onun “Antin kuntin” hayaller kurmaması gerektiği konusunu çok net vurguladı. Kendi açılarından düşündüklerinde çok anlayışlı gibi görünse de Fatih babasına karşı çıkmaya başlarsa olaylar nasıl cereyan edecek şimdiden merak etmeye başladım. Çünkü gördüğüm kadarıyla Fatih baya özgür gibi görünse de o babasının istediklerini yaptığı sürece özgür ve bence o da en az Doğa kadar görünmeyen bir baskıyla yaşamış. Ben bu baskının aynısını Nursema’nın da yaşadığını düşünüyorum. Zira yurt dışında eğitim almış, kültürlü bir kadın. Fakat o da baya baya önyargılı yaklaşıyor insanlara.

Kıvılcım nasıl ki önyargılı davranıyorsa muhafazakâr ailelere Fatih’in kardeşi de öyle önyargılı seküler kişilere karşı. Şu an ne yaşadı bilmiyorum ama bu kadar keskin yargılarda bulunduğuna göre ben Nursema’nın da bir şeyler yaşamış olduğunu düşünüyorum.

Herkes seçimini yaptı, Doğa; Fatih ve bebeğini seçti, Fatih onlarla bir hayat kurup mutlu olmayı. Bakalım bu evlilik Doğa’nın dediği gibi ikisi arasında mı yoksa iki aile arasında mı olmuş, sanırım hep birlikte öğreneceğiz.
O zaman bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere.

 

 

Sensiz Olmaz ( Gelsin Hayat Bildiği Gibi,16.bölüm)

YAZAR: A. Ela ERDOĞDU 

 

Masallara inanır mısınız? Ben çok inanıyorum. Onların büyülü dünyasına, iyilerin hep kazanacağına, oradaki aşklara, kimsenin kimseyi çıkarsız sevdikleri bir evrene çok ama çok inanıyorum. Gelsin Hayat Bildiği gibi izlerken de kendimi bazen bir aksiyon romanında bazen de bir peri masalının içerisinde hissediyorum. Bu yüzden size bir şey anlatacağım, hazır mısınız?

Dünya dönmeye başladığı andan itibaren her şey belirli bir denge üzerine kuruludur ve bu denge hep zıtlıklarla sağlanır. Aydınlık ve karanlık, güzel ve çirkin, iyi ve kötü bir diğeri olmadan diğerinin anlamını yitirdiği yadsınamaz bir gerçek. Şimdi size bir masalı hatırlatmak istiyorum ki bu masal benim çocukken sabah ve akşam izlediğim bir çizgi filmdi “Güzel ve Çirkin” bu çizgi filmi bilmeyen yoktur aranızda. Prens Adam bildiğiniz üzere biraz bencil ve kibirli birisidir ve bu yüzden bir büyücü tarafından lanetlenir. Ona verdiği “gül” solana kadar kendisinin birini gerçekten sevmesi ve o kişi tarafından da gerçekten sevilmesi gerekir yoksa ölene kadar böyle lanetli kalacaktır. Hiç beklemediği bir anda babası için kendini feda eden Bella ile şatosunda yaşamaya başlar ve bilirsiniz başlarda sürekli didişip dururlar ve farkına varmadan ikisi de birbirlerine kapılırlar. Bunu kabul etmeleri uzun sürer özelle Adam tarafından zira kendisini karanlık, çirkin ve kötü olarak bildiğinden Bella’nın o güzel kalbine de güzelliğine de layık bulmaz, onun tarafından sevilebileceğini kabullenemez tanıdık geldi değil mi? Bella babasının yanına gittikten sonra şatosu saldırıya uğrar ve asla direnmez Bella olmadan yaşamaksa ölmeyi tercih eder ta ki Bella ona seslenene kadar. Bella’nın varlığından aldığı güçle saldırıdan kurtulur Adam. Yani Adam’ın hayatı Bella’dır tıpkı Sadi’nin hayatının Songül olması gibi…

Bölüme yüksek bir tansiyonla başladık. Songül o depoda nefes aldığında şüphesiz bir çoğumuz derin bir nefes aldı lakin en büyük nefesi Sadi’nin aldığı tartışmaya kapalı bir nokta. Sadi kriz anlarında soğukkanlı olmasa da gayet soğukkanlı davranabiliyor. Songül’ü o depodan çıkarırken, hastane de kendisine gelmesini beklerken içi içini yese de karısı uyanıp da onu gördüğünde daha da korkup paniklemesin diye dışarıdan soğukkanlı görünebiliyor. Sadi hayatının en korku dolu anlarını yaşarken Songül’ün aldığı o nefesle kendine geldi. Sadi ona nefes oldu. Songül uyandığında “Hoşgeldin kocacım” derken aslında içten içe onu o cehennemden çıkaracak tek kişinin Sadi olacağına o kadar inanıyordu ki daha gözlerini tam açamadan o sözcükler dudaklarından döküldü. Sadi var olduğu sürece Songül’e nefes olacak ve Songül bunu artık çok iyi biliyor.

Songül Sadi’nin onu her şeyden koruyacağını bilse de bilmediği dışarıda bekleyen bir sırtlan olduğuydu. Serdar onu öldürmek her şeyi yapıyor ve ne yazık ki Sadi’yle Songül düşmanın kimliğini bilmiyor. Songül bu kadar ölümle dans ederken dışarıdan olacakları görebilecek tek insan da kocasından başkası değil. Sadi artık bir yolun sonundayken bir başka yolunda tam başında artık daha kontrollü olması gerektiğinin farkında ve bunu farkında olduğu kadar da endişeli. Endişesini kontrol etmek zorunda zira panik olursa hata yapar ve bunu çok iyi biliyor bu yüzden yapabildiği kadar serin kalmaya çalışıyor bunun en büyük kanıtı da hastanede Serdar Müdür – Taylan Başkomiser ile arasında geçen sohbetti. Burada küçük bir ayrıntı vereceğim, Sadi yangının kim tarafından çıkarıldığının ortaya çıkacağını söylediğinde Serdar’la olan ufak bakışmasında haini içgüdüsel olarak tespit ettiğini düşünüyorum ancak elini orada çok açık etmedi. Songül’ün durumu buna engel oldu. İnceden inceden Serdar ve Taylan’a ” Dışarıdan yangını izlemek zor olmuştur” diyerek lafı dokundurttuğunda Songül tarafından seslenilmesiyle karısı için daha fazlasını söylemeden sustu zira Taylan’ın söyledikleri ile ortam zaten yeterince gerilmişti. İlk başlarda kendi gergin olan Sadi “Sen doğru olanı yaptın karıcığım” diyerek Songül’ü sakinleştirmeye çalıştı, o sırada önemli olan tek şey Songül’ün hala onunla olmasıydı ama ben Sadi’nin Serdar’ı unutacağını asla düşünmüyorum. Zaten kişilik olarak hoşlanmadığı Serdar’ın dahli olan üçüncü vakayla birlikte Sadi’nin onunla ilgili daha dikkatli olacağını düşünüyorum. Özellikle Songül’ün ona düşkünlüğünü düşünecek olursak Sadi için daha da huzursuz günlerin kapıda olduğunu söyleyebilirim. Aşk böyle değil midir zaten, artık tek kişilik değil iki kişilik yaşamaya başlarsın. Sadi’yse bir tek kalp atışında yaşıyor ve o kalp durmasın diye kendi kalbini de gözünü kırpmadan feda edecek kıvama geldi.

Hepimizin hayatında öyle anlar olur ki bildiğimiz benliğimize ters olayların içine girer, kendimizin dahi kendimizden beklemediği hareketler yaparız. Sanki içimizde başka bir ben var ve o onları yapmış gibi gelir. O gizli “ben”e  ya aşık oluruz ya da ondan tamamen kaçarız tıpkı Sadi’nin ikinci şansına başladığı andan itibaren içindeki Yedi Emin’den kaçtığı gibi. Sadi’nin geçmişi hâlâ yerin altında biz göremiyoruz ama o geçmişi unutmaya çalıştığını içindeki Yedi Emin’i belli etmemeye çalışmasından anlamak zor değil zira Yedi Emin Sadi’nin yumuşak karnı. Yedi Emin olarak büyük bir gücü elinde tutuyordu büyük ihtimalle düşmanı da korkanı da çoktu ama Emin korkmuyordu ama Sadi korkuyor kendisi için değil karısı için. Sadi aslında o gözlükleri takıp etrafta caka satmaktansa gündüzleri okulunda olup, geceleri de Songül’ün dizinin dibinde elma soymayı etrcih edeceği bir hayat düşlüyor ancak izin vermiyorlar. Bir ölüm karanlığı an be an Songül’ün üstüne çöküyor ve onu oradan Sadi’nin aydınlığında kurtaramaz. Sadi, öğretmen olarak bunu yapamaz ama 7 Emin olarak yapabilir. Onun bağlantıları, gücüyle bunu başarabilir bu yüzden de şimdilik bazı tövbelerini bozdu. Gölge bir düşmana karşı gölgelerde dolaşması gerek ama bunu koyu mavi ceketiyle değil, siyah deri ceketi ve zifiri karanlık gözlükleriyle yapabilir. Çünkü tam olarak kimliğini bilmediği bir düşman var karısını defalarca öldürmeye çalışan ve şu an Sadi olarak gücünün her şeye yetmeyeceğinin farkında tam olarak Emin’e dönmek istemese de bu kendi kontrolüne olmadan olacak gibi görünüyor çünkü hayatı karısının ekseni etrafında dönen bir adamı onun canıyla sınamak biraz yürek ister gibi sayın büyük patron.

İsmini çok uzun zamandır duyduğumuz ancak cismen yeni yeni karşılaştığımız büyük patron Servet Bey. Oldukça heybetli, güçlü ve zeki bir adam ama yüzünde büyük bir maskeyle yaşıyor. Belki de hayatındaki insanların çoğu gerçek Servet’i bilmiyor. Herkesin bildiği Servet büyük bir oyuncak mağazasının başı ama bu görünen tabii… Tek bu kolda nam yapan bir adam olmadığını geçen haftaki telefon konuşmasından anladık yani büyük bir güç sahibi piyasanın zirvesinde. Çok sevdiğim bir söz vardı zirveye çıkmak kolaydır asıl zor olan zirvede kalmaktır zira güç ve en iyi olmanın getirdiği ego burnunuzun ucunu bile görmenizi engeller. Zirvedeyken kendini en iyi sandığından en zekide sensindir bu egonun getirdiği körlükle defalarca öldürmeye çalıştığı kızın her defasında nasıl kurtulduğunu öğrenmeye teşebbüs etmiyor. Çünkü kendince harika planlardı ve şans eseri kurtuluyordu eğer egosunu bir kenara bırakıp Songül’ü eski bir meseleden kalan bir pürüz olarak görmekten vazgeçip tekrardan araştırsa çoğu sorusunun cevabını bulacaktır. Yalnız burada bir çengel atmam lazım. Servet istese Songül’ün kendisine ulaşmasını bir parmak hareketiyle engeller. Tayinini çıkartır. Ki trafik şubede ona ulaşması mümkün değildi. Nejat’ın hatasının ardından tüm ortaklarını yok etti. Peki Songül kimin hatasının bedelini ödüyor? Servet büyük ve karanlık bir adam ve acımasının olmadığı küçük bir çocuğun bile ölüm emrini vermesinden anlayabiliyoruz. Böyle karanlığın içinde olan bir adamın da Yedi Emin’i tanımaması bana pek mümkün değil. Bu iki güç merkezi adam birbirlerini tanıyorsa eğer Yedi Emin’in tersinin ne kadar kötü olduğunu da muhakkak biliyordur. Ve Songül’ün arkasında heybetli ve güçlü bir şekilde duran bu dağın Yedi Emin olduğunu öğrendiğinde biraz egosunu geriye bırakmasını tavsiye ederim zira tam dört kere onun her şeyi olan karısını öldürmeye çalıştı. Farkında olmasa da büyük bir kasırga bekliyor Servet Bey’i.

Büyük başın derdi büyük olur sözünü hepiniz duymuşsunuzdur. Songül tam dört keredir Serdar Müdürün tuzaklarından kurtuluyor ancak artık Serdar da  bence yavaş yavaş korkudan tutuşmaya başladı. Tam dört keredir Servet’in kendisine verdiği işi batırıyor bunun korkusu var üstüne bir de Organize şubeye geçtiğinden beri başı beladan kurtulmayan Songül cephesinden de “Acaba benden şüphelenmeye başladı mı?” endişesi var. Özellikle de hastanede olan konuşmalardan sonra iyiden iyiye tedirginleşti. Hastanede Taylan emre itaatsizlikle suçladı Songül’ü ancak ona emri veren Serdar’dı. Yani Serdar’ın foyası Songül ve Taylan’ın bir baş başa konuşmasına hatta kavga etmesine bakıyor. Songül şu anda Taylan’a odaklanmış olduğundan Serdar’ı görmüyor. Songül babasının yadigarından şüphe etmiyor ama onu gördüğü ilk andan beri gözü tutmayan organik seven MEB’den Sadi için aynısını söyleyemeyiz sanırım. Serdar Müdür çekirge misali zıplıyor bir sıçrama, iki sıçrama, üç sıçrama ve dört sıçrama bence de diken üstünde yaşamakta gayet haklı.

Sadi karısının etrafında bulunan her türlü canlıdan şüpheleniyor şu an ve onu korumak için her yolu korkusuzca yürür. Bu konuda en büyük yardımcıları da başta Yaver ve başsavcı oluyor şüphesiz. Başsavcı ve Sadi arasındaki konuşmaları dikkatle dinlediniz mi? İkisi arasında geçen konuşmalar oldukça sıradan ve hanımcılık etrafında dönse de Sadi onunla konuşurken gayet açık bir şekilde tüm düşüncelerini pat pat söylüyor. Bu bölüm adamın gözüne baka baka “Köstebeği bulduğumda öldüreceğim” dedi ve Başsavcı bu cümleyi hiç sorgulamadı bu da bana Başsavcının aslında Sadi’nin tüm geçmişini bildiğini düşündürüyor. Geçen hafta başkomiser, Sadi ve kendisi konuşurken “Bu kadarını bilmeniz yeterli zaten” demişti o zaman şüphelenmeye başlamıştım şimdi de Sadi’nin bu ifadesine şaşırmaması düşüncemi destekliyor gibi çünkü bir coğrafya öğretmeninin bir başsavcıya böyle bir cümleyi kurması bence şüphe uyandırırdı. Sadi Emin olarak gerekeni yapacak ve anladığım kadarıyla dosyaları kapatmak da savcıya kalacak diye düşünüyorum.

Hepimizin sürekli etrafımızda duyduğumuz ve okuduğumuz bir cümle vardır “Hayat sen planlar yaparken başına gelenlerdir” bu durum Sadi ve Songül’e çok uyuyor bence. Sadi gülüşüne âşık olduğu, onu unutması için kendini kaybetmesi gereken karısını korumaya, saçının teline zarar gelmesini önlemeye çalışırken sürekli bir tehlike beliriyor. Kırdarlar tek başına onu endişeye boğarken geçmişinden ansızın gelen bir tanıdık olan Başhekim Kıvanç’ın varlığı da kendisini oldukça tedirgin ediyor. Geçmişte gelen bu tanıdık da karanlık taraftan çünkü kendisi de bizde Kıvanç Bey’i organ mafyası olarak tanıdık. Bildiğiniz üzere Sadi görür görmez şüphelenmişti ama Kıvanç kabul etmemişti ama bu hafta ikili arasında geçen gergin diyaloglar bu ikilinin eskiden birbirlerini tanıdığı izlenimini yaratmıştı ki bunun doğruluğunu zaten gördük bu konuya daha sonra değineceğim. Doktor Kıvanç hakkında şu an çok az şey bilsek de yaptığı konuşmalardan onun da ikinci bir şans ile Karabayır’a geldiğini düşünüyorum. Geçmişi karanlık ve sırlarla dolu nasıl bu yola girdi bilmiyoruz ama şu an için kendisinin kötü bir adam olduğunu sanmıyorum. Sadi ile Araz’ın başında yaptıkları konuşmada “ikinci şansın” önemini boşunu vurgulamadı bence. Kaldı ki zaten kötü niyetli biri olsaydı Sadi’nin ipliğini çoktan pazara çıkarmıştı. Neden dursun ki? Adamın geçmişini bilmesi şöyle dursun aleni olarak da göz dağı verdi. Kıvanç ve Sadi arasında neler yaşanır bilinmez ama ben bu oyunun daha yeni başladığını düşünüyorum.

Sadi bu kadar cephede savaşırken, Songül de kendi içinde kıvranıyordu. Geçmişin izleri bir gölge gibi her birimizi takip eder bazen o izde boğuluruz bazen o ize sarılır ve bazen o izin bıraktığı öfke yüzünden savaşırız. Hayatımız büyük bir savaş alanı ve asla bir kazanan olmuyor çünkü savaş çanları her daim çalıyor. Sadi karanlık geçmişinden kaçarken Songül onun tam aksine geçmişine sıkı sıkı sarılmış vaziyette. Sarılmayıp da ne yapsın ki zaten o geçmişte annesi var o geçmişte babası var, güzel anıları ve çocukluğu var. Songül için Hera benzetmesi yaptığımı hatırlarsınız hepiniz Songül artık benzemenin bir tık üstü Hera olmaya başladı bence. Neden mi böyle düşünüyorum hemen hemen açıklayayım. Bu kız bir buçuk, iki aya yakın olan bir zaman aralığında 2 kez bombalı saldırıya, 1 kere pusu ve 1 patlama olmak üzere dört kere ölümden döndü. Normal bir insan bu olaylardan sadece birini kısa bir zaman diliminde bu kadar yaşasa büyük ihtimalle akıl sağlığını kaybederdi, ben kendimi düşünüyorum delirirdim büyük ihtimalle ama Songül ne kadar yorgun ne kadar bitik olsa da kendini asla bırakmıyor. Bıraksa da Sadi’nin onun düşmesine izin vermeyeceğini biliyor ama hayatı boyunca kendisinden başka bir dayanağı olmayan birisi için bu kolay değil. En güçsüz anlarında kocasının ona gülümsemesi, bırakmayacağını söylemesi yetti de arttı bile. Sadi ” Seni unutmam için kendimi unutmam lazım” dedi. Songül tam da buna sığındı zira artık yalnız değil. Kendini sarmalamak zorunda değil çünkü her düştüğünde elinden tutup kaldıran bir insan var. Yine de hepimiz insanız, hele de mutluluğu yakalamışsak hiç bir şeyden korkmasak bunu kaybetmekten korkarız. Songül de bundan korkmaya başladı ama Hera demiştim değil mi? Songül’ün tüm korkuları gün yüzüne çıksa da onları bastırmaya çalışıyor çünkü korkularına teslim olursa düşer ve o düşerse Sadi’de onunla düşer. Songül’ün bu zamana karşı oluşturduğu zırhı artık tamamen düştü ve Sadi bunu ona hissettirmese de farkında. Songül o kadar uzun süre yalnız kaldı ki evde ağlarken kendine nasıl sarıldığını gördünüz değil mi? Ama artık buna ihtiyacı yok. Onu hayatının tam merkezine koyan, ona kuzey yıldızım, yörüngem diyen bir adam var. Songül hayatında ilk kez sahiplenilmeyi, aşık olmayı ve daha da önemlisi bir insanın hayatındaki en önemli kişi olmanın huzurunu yaşıyor. İleride olacakları biliyorum ama inanın ancak kayanın üstünden tozu alıp götürür. Bu aşkı kimsenin kolay kolay yıkabileceğini düşünmüyorum.

Her babalar çocukları için şüphesiz ki en büyük kahramanıdır ama kız çocukları için durum daha farklı ve derin oluyor. Biz kız çocukları için babalarımız kahramanımız olmak dışında aynı zamanda da ilk aşkımız oluyor bu sebeple onların bizde bıraktığı iyi veya kötü her iz bizim geleceğimizi şekillendiriyor. Songül için de babası onun kahramanı bunu söylemekten gurur duyuyor, o hâlâ babasına aşık küçük bir kız çocuğu. Hayatının en zor dönemlerinde olan Songül Ankara’dan gelen telefonla bir darbe daha adlı. Babasından kalan son yadigâr olan halası da gitmişti ve artık kocasından başka tutunacak dalı kalmadı. Eniştesinin verdiği ve Songül için kaşıkçı elmasından bile daha değerli olan kutunun içinden çıkan eşyalar arasında benim en dikkatimi çeken hiç şüphesiz “Karamazov Kardeşler” oldu. Okuyanlar bilir bilmeyenler için söyleyeyim bu kitapta kötü bir baba ve dört oğlunun hikayesi anlatılır. Bu kitabın babasının en sevdiği kitap olması ve Songül’ün sonunun kendisininki gibi olmasından korkması ve son olarak videoda duyduğumuz konuşmalar biraz kafamı bulandırmadı değil. Servet’in hataya komple karşılık vermesi sonra da bu elimize geçen doneler beni bir acabaya sürükledi. Bu kitap ve video bizlere verilmedi diye düşünüyorum ama çok da emin değilim izleyip göreceğiz.

Sadi ve Songül bir elmanın iki yarısı, bir fidanın güller açan dalları şüphesiz ki ama bu yola ilk çıktıkları zamanları düşünce büyük bir tebessüm oturuyor inanın yüzüme. Yan yana iki farklı yolda yürüyen yabancılardı şimdi aynı yolda el ele can cana aynı hedefe yürüyen ayrı bedenlerde tek kalpler. Sadi ve Songül ilişki evrelerinin hepsini tamamladı artık birler, bütünler ikisi de birbirlerinin her şeyi, onlar artık bir ayrı değil. İlişkilerini yollarına koysalar da bunca koşturmaca arasında birbirlerine sığınsalar da bazı konularda açık yaraları hâlâ mevcut durumda bunu da en açık Havva bebek sahnesinde gördük. Ne Songül’ün anneliğin hazır olmamakla ne de Sadi’nin babalığa hazır olmamak gibi bir durumu yok ama Songül annesiyle az vakit geçirebildiğinden bir “anne” nasıl olarak bilmiyor, Sadi ise kendini hâlâ güzel olan hiçbir şeye layık görmüyor bu yüzden “mafya babası” şakası aslında şaka olmanın ötesindeydi. Aslında ikisi çoktan aile oldular ve bu ailenin büyümesine de çok hazırlar. Sadece yapabilir miyiz korkusu var. Bu bebekle aslında biz gelecekten de bir hayal kutusu izledik diye düşünüyorum. O kutu açıldığında şu andaki karanlıktan asla etkilenmeyen bir Sadi, anne olmaya çok hazır bir Songül gördüm ben. Bebekleriyle konuşurken de, ondan ayrılmak istemediğinde de o yüzündeki ifade aynıydı. Songül, Sadi’ye ” Sence benden anne olur mu?” diye sorarken aslında Sadi’nin onu anne olarak görüp görmediğini merak ediyordu. Aradaki bazı şeyler de hallolduğunda çok iyi bir aile olacaklarına eminim. Sadi her ne kadar içindeki karanlığın buna engel olacağını sansa da o çoktan aydınlığa yürüdü, sadece buna inanması lazım.

Sadi tam bir eski zaman adamlarından gibiymiş gibi geliyor mu size de ? Kaşrısındaki kadına öyle bir saygı duyuyor ki ondan izin almadan elini bile tutmuyor, asla yalnız bırakmıyor. Halasının ölümüyle canı yanan Songül Sadi’nin özel durumu için Ankara’ya tek gitmek istedi ama nafile. Sadi karısını böyle bir günde ölümü pahasına bırakmaz ki Songül’ün içinde bulunduğu tehlikeli durumu düşünecek olursak bu mümkün değil. Songül’ün tüm itirazlarına rağmen arabanın orada bekleyen Sadi’nin “Bin hadi” demeden arabaya binmemesi bu çok özel bir hareket evet karısı evet aralarında bir şeyler var ama onun özel alanına onun onayı olmadan adım atmıyor, Sadi. Sadi böyle ince davranışlarla Songül’e o kadar derinden hissettiriyor ki sevdiğini Songül’e bin kere “seni seviyorum” demesine bedel geliyor. Aynı incelik Songül’de de var Busenaz’ın mezarında söylediği her bir cümle Sadi’yi o an orada huzurlu kılmak için değildi. Songül orada Sadi’ye aslında ikinci şansını nasıl güzel kullandığını, çocuklarına nasıl umut olduğunu aslında başardığını söyledi. Daha da önemlisi belki o mezarda kendini yitirecek bir adama yeniden umut oldu. Kızlarından, ismini kaybedilen bir bebeğin adını verecek kadar da Sadi’nin acılarını yüreğinde hissediyor, Songül. O anda bile onun ruhunda mutluluğa sebep olabildi ki bunu herkes yapamaz. Songül Sadi’nin mutuluk sebebi ve evet bunu her hareketiyle gösteriyor. En acılı anında bile ona hep gülüyor ve Sadi’nin de gülmesine sebep oluyor. Her zaman söylerim bazen hissettirmek söylemekten bin kat daha gerçektir.

Sadi ve Songül’ün aşkı şüphesiz çok duru, nahif ve gerçek ama her aşk ve her aşık gibi ödemeleri gereken bedeller, geçmeleri gereken sınavlar ve bu bence çok yakın bir zamanda. Evet bahsettiğim tam olarak Derya konusu. Şunda hiçbir açık kapı bırakmadan söylüyorum ki Sadi’de Derya diye bir olay kalmamış ne vicdan azabı ne de başka bir şey tamamen silmiş. Derya onun için artık sadece ve sadece öğrencisi Mert’in ablası ve çok sevdiği karısının arkadaşı. Sadi aslında çok zeki bir adam. Derya’nın durumunun gayet farkında ama artık Derya da farkında. Bir mektupla ” Beni öldü bil!” diyerek kendisini terk eden adamın, bir başkasına “Sen nereye ben oraya, ben tüm biletleri yaktım. Seni unutmam için kendimi unutmam lazım…” gibi sözler sarf etti. Bu da bana aslında geçmişte sevenin sadece Derya olduğunu gösteriyor. Sadi değer verse de bence ilk kez Songül’e aşık oldu ve hayatını ona adadı. Derya da bu gerçeği kendi kulaklarıyla duydu.  Bu mesele artık kapandı ama Songül öğrendiğinde neler olacak? İşte onu da bekleyip, görelim.

Payaslılar’ın hayatı aksiyon filmleri gibi ilerlerken Kelebekler ve Gelincikler’in de onlardan pek bir farkı yok. Şüphesiz ki gençlerin hikayesinde Araz’ın vurulması hepimizi derinden sarstı ve dört gözle uyanmasını bekledik. Araz uyurken etrafında çok şey oldu belki çoğunuza göre Gelincikler vicdan azabı vb. duygularla ordaydılar ama bence tek sebep o değil. Hepsi Araz için korktu, üzüldü ve iyi olması için dua etti. Sevda’nın sözlerini aldırmadılar çünkü acısını anlayabiliyorlardı belki onlar kadar değildi ama kendi kalpleri de acıyordu. Ama Aylin için durum çok daha farklıydı. Kardeşi için üstlendiği suçun bedelini kendi günahsız yere ödemişken şimdi de onu korumaya çalışırken Araz ödemişti. Şüphesiz bu durum sadece bu yüzden bu kadar üzmedi onu iki tarafta kabul etmese de aradaki buzlar bence yavaş yavaş eriyor ve birbirlerine değer vermeye başlıyorlar. Şimdilik Araz’ın durumu iki gurubu keskin bir şekilde ayrılmış gibi gösterse de aslında içten içe birbirlerine de alıştılar. Herkes hastanede Araz’ı beklerken tek dilekleri arkadaşlarının uyanmasıydı.

Liselilerin arasında en güçlü olarak gösterebileceğim iki kişiyi sorsanız Aylin ve Gizem derim. Aylin babasının onca ısrarına, onca sözüne rağmen o eve dönmedi altın tepsideki hayatını ittirdi ve kendini evini tuttu, iş bulup çalışacağını da söylüyor yani hayata “Ben senden korkmuyorum, buradayım her şeye rağmen savaşıyorum, varım” diyor halbuki istese babasına istediğini yaptırır çünkü Oğuz Bey kızlarına aşık. Aylin babasına biraz ağlasa, Esra’nın yaptığı birkaç olayı anlatsa Oğuz’un affedeceğini sanmam çünkü bahsettiğimiz adam Aylin eve gelmezse onu boşayacağını açık açık söylemişti. Aylin bunları yapmaktansa kendi gücünü eline almayı seçti gurur duyulası bir karar. Gizem ise ilk bakışta Aylin’e göre daha iyi bir konumda görünüyor ama bence daha karışık. Aylin üvey annesine karşı mücadele ederken Gizem kendi annesine karşı mücadele ediyor bu zor bir durum. Bir başkası olsa beni büyütmek için o kadar uğraştı deyip annesine boyun eğip her dediğini yapar belki ama gizem öyle değil. Gizem’i de henüz tam anlamıyla görebildiğimizi sanmıyorum o kendini var edebilmek ve kimseye muhtaç, bağlı olmadan hayatını yaşamanın peşinde. Bu iki güçlü kızımızın arası şu an gergin olsa da günün sonunda iyi arkadaş olabileceklerini düşünüyorum.

Araz sessiz sakin uyurken belki de yılların yorgunluğunu atarcasına uyurken hepimiz onun gözünü ne zaman açacağını bekledik. Bu tür durumlarda duygusal bağın önemli olduğunu söylenir öyle de oldu onunla konuşan onca arkadaşına rağmen babasının “oğlum” demesini nerede olursa olsun duyup geldi Araz, nasıl gelmesin ki yıllardır bekliyordu belki de bunu duymak için. Araz bilmese de arkadaşları dışında onun için meraklanan dört gözle onun iyi haberini bekleyen Sadi hocası da onu hiç yalnız bırakmadı. Uyandığını duyar duymaz da hastaneye koştu kelebeğini görmek için ve Sadi’yi gördüğünde Araz’ın gözlerinin güldüğünü ben gördüm çünkü Araz belki de hayatında ilk defa “Ben yalnız değilim, beni gerçekten seven insanlar var” diyebildi. Şüphesiz kendi ekibini görmek de mutlu etti onu ama bunu beklerdi zaten en büyük sürpriz Sadi Hocası ve elinde geçmiş olsun çiçekleriyle gelen Aylin’di. Belki Araz ile konuşamadı ama oraya gelmiş olması bile Araz için çok anlamlıydı. Araz’ın özünde iyi bir çocuk olduğunu hep söyledim, hep de söyleyeceğim çünkü bu çocuk kötü olsa kendine gelir gelmez Aylin’in iyi olup olmadığını sormazdı, ben içinde Aylin’e karşı bir öfke olduğunu da sanmıyorum ki bu sebeple ekibini de o sakinleştirecektir bu konuda. Aramıza tekrardan hoş geldin hırçın kelebek.

Dizimiz gerilimi oldukça yüksek bir sahnede veda etti. Henüz bizim bilmediğimiz bir geçmişte birbirini tanıyan iki “baba”nın yüzleşmesini soluksuz izledik. Sadi’nin Kıvanç’a olan tavrı bence karısının ve çocuklarının etrafında bulunuyor olması zira neden burada olduğunu bilmiyor. Unutmayın ki insan bilmediği her şeyden korkar çünkü bilmediğiniz de koruyamazsınız. Başhekim Kıvanç’ın kötü bir adam olmadığını düşünmüyor oluşumun diğer sebebi ise şu yukarıda söylediğim gibi tıpkı Sadi gibi Kıvanç da görür görmez onu tanıdı ama hiçbir şey yapmadı. Oysaki niyeti kötü olsa tabiri caizse Sadi’nin ipliğini çoktan ortaya dökmüştü ve ortada ne tanık koruma ne de başka bir şey kalmıştı ama sustu, sakladı. Kozlarını açık açık paylaşana kadar sürekli ikinci şanslardan ve insanların değişebileceğinden bahsetti. Bence alttan alta “Bak ben de sen gibi değiştim ne senin ne de sevdiklerin için tehlike değilim” demeye çalıştı bilemiyorum çünkü giz bir karakter. Bu sahneden hareketle merak ettiğim bir şey var. Bu iki adam geçmişte nerede, nasıl tanıştı? Belki tüm sorularımızın cevabı burada gizlidir, kim bilir. Bir diğer önemli nokta ise Sadi’nin “Yedi Emin”e özel eşyalarını -altın kolye, altın saat- Clark Kent gibi birden kıyafetlerinin altından çıkarması oldu. Benim bundan anladığım Sadi’nin içindeki Emin ile barıştığıdır.

Kıvanç ve Sadi arasındaki oyunun ilk perdesi berabere bitti. İkincisi içinse ben çok heyecanlıyım. Kıvanç Songül’e dokunmadığı sürece hayatını garanti altında tutacak ama Sadi de onu hayatlarından uzak tutmak isteyecektir. İkinci şanslarına böylesine tutunan iki adam belki bir gün el de sıkışırlar, siz ne dersiniz?

Haftaya yeniden görüşünceye kadar umutla kalın…

Gitme, Benimle Kal (Hayat Bugün, 3.bölüm)

Yazar : Simay DEMİR 

Mucizelere inanır mısınız? Belki her gün yüzlerce mucizeye tanık olan biriyim ve gönülden söylüyorum ki ben inanıyorum. Hiç sorun olmadan nefes almak, istediğin gibi istediğin kadar su içebilmek, tek başına yürüyebilmek, yemek yiyebilmek hatta pandemiyle birkez daha anladım ki istediğin zaman dışarı çıkıp hava almak bile günlük yaptığımız ama çok büyük mucizeler bence. Belki bu saydıklarım size önemli görünmeyebilir ama siz bir de bunları akciğer, kalp ve ya böbrek rahatsızlığı olan hastalara sorun. Peki ya bir canlıyı dünyaya getirmek, o canlının varlığına vesile olmak bundan daha güzel mucize olabilir mi? Gizem’in hamile olması onun için de Barış için de son şanstı ve hayat onlara bu şansı verdi.

Hayat mucizelerle doludur ve bunun kapınızı ne zaman çalacağını hiç bilemezsiniz. Bebekleri; Gizem ve Barış’ın belki de en umutsuz oldukları zamanda geldi. Barış “Arkamda bırakacağım kimse yok”, diyerek tedaviyi reddetmiş, ailesi tamamen dağılmış ve umudunu tamamen yitirmişken aldı bu haberi. Onun bebeğinin kalp atışını duyduğunda aldığı nefes her şeyi anlatıyordu o an aslında. O bebeğiyle yeniden hayata dönüyordu. Zaten bahçedeki “Neden şimdi” sitemi de bundandı, belki de o hayatı boyunca hiç bu kadar yaşamak istememişti ama hayat onu kanserle sınıyordu. O şimdi tüm hastanenin ortasında “Baba oluyorum” diye umutla bağırırken bir yandan da kendine ve ailesine ikinci bir şans da veriyor aslında. O, kendine bu hayata yeniden tutunmak için bir dal, yer edinmek için bir fırsat buldu.

Barış Güvener Hisarönü Hastanesi Başhekimi, aslında ne yaptığının da neden yaptığının da gayet farkında. Dekan beyle yaptığı konuşmada da gayet açık bir şekilde anlattı derdini. O, hastaneyi değiştirebileceğine de, bunu belirli bir süre içerisinde yapacağına da olan inancı tamdı. Bence dekanın konuştuktan sonra fikrini değiştirmesinin sebebi de bu. Konuşurken kendinden çok emindi, dekan da görüyor o Hisarönü Hastanesi için gerçekten bir şeyler yapmak istiyor. Ama bir tek hastane değil onun derdi; o, insanlar için hastalar ve yardıma muhtaç olanlar için elini koyuyor taşın altına. Bunu o bağış parasını gözünü dahi kırpmadan ceza evine bağışlanmasına destek olurken çok net gördüm. Bence hastane, hapishane, huzurevi hiç fark etmez Barış sadece yaptıkları işe yarasın, insanlar biraz daha iyi imkanlardan faydalansın derdinde. Bence zaten bu yüzden dekan onu kovmaya gelmişken yeniden tüm inisiyatifi ona bıraktı. Çünkü Barış farkında mı bilmiyorum ama bir şeye inandığı zaman ona tüm kalbiyle teslim oluyor ve bunu bir şekilde etrafına yansıtıyor. Çevresindekiler gözlerindeki o inancı çok net görüyor, tıpkı Gizem’in görüp gitmekten vazgeçmesi gibi, tıpkı ilk başta ceza infaz hastalarına bakmayı istemediği halde sonra gelip açılışına katılan dekan gibi. Yurtdışında çok daha iyi imkanlarla çalışmak varken koca bir bölümü yeniden inşa eden Aras gibi. Tek sorunsa Barış kendindeki bu durumu görmüyor. Ama ben gördüm o Suzan’a “Baba olmak istiyorum” dediğinde gözlerinde yeniden o umut parıltısı ışıldadı. İşte bu da Barış’ın yeniden hayata dönmesi için ona bahşedilmiş bir mucizeydi.

Aslında Barış ailesini ihmal ettiğini de Gizem’in ona ihtiyacının olduğunu da gayet iyi biliyordu ve bence ilk, kanser olduğunu tahmin ettiği için boşanma işine hiç sesini çıkarmadan kabul etti. Zaten evi ona bırakmak istemesi de bundan değil miydi? Ama şimdi Gizem’den çok onun Gizem’e ve çocuğuna ihtiyacı var ve Barış bunu gayet iyi biliyor.Bir kadın olarak Gizem’i anlıyorum aslında. O; eşi, hala aşık olduğu insanın onun yanında bir zorunluluktan değil de hala sevdiği, aşık olduğu ve yanında kalmak istediği için onunla olsun istemişti. Bu yüzden Barış’a söyleyip böyle bir şüpheyle yaşamaktansa gizlemeyi tercih etmiş. Bu yüzden onu yargılayamam ve kararına ancak saygı duyabilirim, ama ne olursa olsun Barış bu şekilde öğrenmemeliydi, bundan dolayı Gizem’e “Neden bana söylemedin” sitemini de anlayabiliyorum. Zaten dediğim gibi Gizem Barış’ın onu gerçekten hayatında olmasını istediğini hissettiği, Barış onu buna inandırdığı için İstanbul’da Barış’la birlikte kalmayı kabul etti. Ben inanıyorum ki o iyi bir doktor olduğu kadar çok iyi bir baba da olacaktır.

Gizem’in anne olması için son şansının bu olması özellikle Suzan’ı çok derinden etkiledi. Çünkü onun da anne olabilmesi için sınırlı şansı vardı. Suzan’ın Derin’e söylediği bir cümle hayatını özetler nitelikteydi ve aslında gözlerindeki o hüznü açıklıyordu bana kalırsa; “Bu yaşamak değil ki oyalanmak.” Bu cümlenin ağırlığını ekran karşısında bile kalbimin en derinlerine hissettim. Fakat Derin’in “Biz birlikte atlatırız” lafı da bir o kadar hafifleticiydi benim için. Suzan şu an kalabalıklar içinde yapayalnız bir kadın. O nişanlısını kaybettikten sonra nefes alan, yürüyen, konuşan bir ölüden farksızdı. Hani kendini ölü sanan hasta var ya tıpkı onun gibi tek farksa Suzan yaşamak zorunda olduğunu da ölü olmadığını da biliyor. Çatıda Derin’e söylediklerini hatırlayın bir daha aşık olacağına, birini bir daha öyle seveceğine dair inancı bile kalmamış. Bu yüzden anne olmak bile istemiyor ve bence bunun altında onu da kaybederim korkusu var. Suzan bence çok güçlü bir kadın, bunca yaşadıklarına, içinde bulunduğu psikolojiye, hem sevdiği adamı hem anne olma ümitlerini yitirmiş olmasına rağmen direniyor, pes etmeden doktorluk yapmaya, başkalarına merhem olmaya çalışıyor. Bu herkesin yapabileceği bir şey değil; hele de ölümle bu kadar iç içe olan bir bölümün başında yer alıyorsa. Barış’ın o hastaneye gelmesi umarım Suzan için de bir mucizenin habercisidir. Bence Suzan gibi yaşamayan sadece oyalanan biri daha var; Derin. O kendi gerçekliğinden kaçarken onlarla yüzleşmemek için sadece oyalanıyor.

Haftalar ilerledikçe Derin hakkında daha çok bilgi sahibi olmak çok hoşuma giden bir durum, zira geçen hafta biraz değinmiştim annesinden dolayı böyle işkolik ve duyguları konusunda bu kadar katıydı. Güldan hanımla anlık konuşmasına bakılacak olursak annesi saygın ve tanınmış biri, çünkü öyle yüksek mertebeden bir kadının başka türlü onu tanıması pekte mümkün gelmiyor bana. Belki de işinden yahut yaşantısından dolayı Derin’i ve kardeşini ihmal etti belki de bambaşka bir durum şimdilik muamma. Ama bence Derin bundan dolayı etrafına karşı kapalı bir kutu, kendi dünyasını çevresindekilere ne kadar yakın olursa olsun göstermiyor. Hepsinin derdiyle dertleniyor, tek tek ilgileniyor ama kimse onun içindeki mutsuzluğu şu an görmüyor.Derin zayıflığını göstermemek için köşe bucak kaçıyor. Fakat tüm bunlar bir yana o çok merhametli bir kadın. Fatma için hastanede kalışı, Suzan’a sonsuz desteği, Mert’in durumunu görmesi aslında çevresinde olanlara ne kadar hakim olduğunu da gösteriyor aynı zamanda. O kendi dışındaki herkesi düşünüyor, önemsiyor ve değer veriyor. Bence bir anlamda böyle sevileceğini düşünüyor. Zira annesiyle zor bir çocukluk geçirmiş anladığım kadarıyla ki sözü bile geçsin istemiyor. Kardeşini kendi büyütmek zorunda kalacak kadar yokmuş anneleri yanlarında ve belki de ondan hiç sevgi dahi görmemiştir. Bu yüzden duygularını göstermek konusunda çok ürkek davranıyor. Belki de ona biraz daha yaklaşırsa Aras’la ilişkisi bozulur diye korkuyordur ya da kalbi kırılmasın diye kalbi hiç yokmuş gibi davranmak daha çok kolayına geliyordur kim bilir. Şimdi tüm cesaretini toplamışken umarım Aras gördüklerinden dolayı aralarına mesafe koymaz, zira bu onun kendini tamamen kapatmasına neden olabilir.

Bu hafta Aras’ı büyük bir hayranlıkla izledim doğrusu. Yenilikçi tutumu, hemen bu konuda Barış gibi adımlar atması ve bunu yaparken özellikle iş hayatında çok başarılı oldukları halde sadece kadın oldukları için ayrıştırılan cerrahlardan seçim yapması beni çok etkiledi ve mutlu etti. Aras çok idealist bir doktor ve bunu göstermekten asla çekinmiyor. Derin’in imasını yaptığı durumu konuşurken söyledikleri yüzümde kocaman bir tebessüm oluşturdu. Evet çoğu kadın sadece cinsiyetlerinden dolayı iş hayatında ilerleyemiyor, Maalesef ki kadınlar iş alanlarında çoğu zaman ne yaparsa yapsın dış görünüşleri başarılarının ve başarabileceklerinin önüne geçiyor. Dış görünüşleri nasıl olursa olsun bu dudum eksi olarak yazılıyor haberlerine. Bu durumu yaratansa asla kadınlar değil. Aras hocanın bunu bilip buna göre davranması, öyle düşünmeyip kadınlara şans vermesi Derin’in yüzünden de anlaşılacağı üzere onun içinde gurur vericiydi ve bence “Bu adam beni üzmez” düşüncesi orada oluştu ki hazırlanıp ona gitmek istedi. Mert’in gelişi planlarını değiştirmiş olsa da onu o halde kimse yalnız bırakmazdı sanırım.

Mert’in geçen haftaki tepkisinden ve büründüğü ruh halinden aslında bir yarası olduğunu anlamıştım ama böyle büyük bir travması olabileceğini düşünmemiştim açıkçası. Ben, belki bir tanıdığı hapistedir diye düşünürken kendi hapiste büyümüş bir çocuk olduğunu öğrenmek soğuk duş etkisi yaptı bana. Fatma ve çocuğuyla kurduğu bağ ona çok zor geldi, ben Fatma da annesini gördüğünü düşünüyorum bu yüzden bu kadar etkilendi. Şimdi annesi nerde, yaşıyor mu, hala hapiste mi yahut neden hapiste? Hiç birini daha bilmiyoruz ama bildiğim bir şey varsa o da tüm bu olanlara rağmen acil gibi komplike bir yerin sorunlu hemşiresi olacak kadar başarılı birini, bir insan ancak taktir edebilir.

Yine soluksuz izlediğim ve haftayı merakla beklediğim bir bölüm oldu. Emeği geçen herkesin eline emeğine sağlık.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere, sağlıkla kalın.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Balkanların Unutulmaz Aşkı: Alex ile Zarife…

YAZAR: Zeynep Betül C.

İz Bırakanlar’da bu hafta değdiği her hayatta iz bırakmış bir aşkı konuk ediyoruz. Bizler gibi 30’lu yaşları geçmişler onları çok iyi hatırlayacaktır. Elveda Rumeli’de savaşın, düşmanlığun ve anlayışsızlığın insanların ruhuna ilmek ilkem işlendiği yıllarda bırakın aşkı iki farklı insanın dostluğuna bile iyi gözle bakılmazken Alex ve Zarife zor olanı başarmışlardı. Tüm kötü inançlara, bağnazlara rağmen aşklarıyla nefes almayı başardılar. O aşk ara sıra nefeslerini kesse de yaşaması da güzel dediler. Aşkı aşk yapan acısıdır derler; bu yüzdendir ki Alex ve Zarife bunun en güzelini yaşadılar, aynı acıda yoğrulup, büyüyüp, aile oldular…

İsyankar yüreklerin sevdası…Alex ile Zarife’nin aşkı…

Konuya girmeden önce; şimdilerde yok artık ama eskiden her çift “Bu şarkı bizim şarkımız olsun.” diye kendisine bir şarkı seçerdi. O şarkıyla danslar edilir, radyolara istekler atılır, ayrılık acısı da o şarkıyla yaşanırdı.

Ben de Zarife ile Alex’in sevdasını onların şarkısından ayrı düşünemiyorum. O iki isyankar yüreğin acıları, sevinçleri bu şarkıda hayat buluyor… Bir düşünelim nasıl başlıyor şarkı?

“ Sevmeden yaşanır mı?

Dağ dağa kavuşur mu?

Ağlasam duyan olmaz ki”

Alex ile Zarife… Farklı milliyetlerden, farklı dinden ve bu farklılıkların onları iki dağ kadar uzak tuttuğu bir devirde birbirlerini seven iki insan. Osmanlı’nın gücünü yitirdiği, taşradaki milliyetçi ve dini ayrılıkların iyice yükseldiği zamanlarda Rumeli topraklarında yaşayan iki genç. Biri Müslüman bir sütçü kızı, diğeri ise Hristiyan bir muallim. Savaş çanları çalıyor, halk yavaş yavaş bölünüyor ama tek bir şeyde birleşiyorlar; müslüman bir kız ile hristiyan bir erkek birbirini sevemez, birlikte olamaz….

Hani “Ağlasam duyan olmaz ki” diyor ya şarkı; birbirleri için ağlamaları bile yasak Alex ile Zarife’nin. Çünkü bu yolun sonunda kavuşmak yok, mutluluk yok. Hem nasıl olsun ki? Nereye kafalarını çevirseler orada onlara olmaz diyen sesler, toplumun baskısıyla yüzleştiler. Bu yüzden onlara söylenen hep buydu: Sizin sonunuz yok. Böyle devam ederseniz ya ölüm olmak zorunda ya ayrılık…

Alex ile Zarife ayrılabilir mi? Aşk sadece bedenen bir olmak mıdır? Savda bir kere yüreklere islendi mi o yürek sökülüp atılmadan sevda biter mi? Onlar bir kere sevdiler birbirlerini. Güneşin doğuşu, karın yağışı kadar somut, geri dönülemez ve inkâr edilemez bir şekilde sevdiler. Zaten bana sorarsanız da gerçek sevgi budur. En kolayıdır ki birbirine her şeyiyle uyan insanların sevgisi, aşkı. Orada ne bir mücadeleye gerek var ne de başka bir şeye. Ama biz aşktan bahsedeceksek orada sınanmadan sevda olmaz demem lazım sanırım.

“Can veren bizi gördü

Rüzgarın eli değdi

Müjdemi soran olmaz ki”

Yazıya biraz trajik başlamış olsam da Alex’in de Zarife’nin de konu özellikle birbirleri olduğunda birer şaşkın aşığa döndüklerini de söylemezsem olmaz. Zarife’nin daha en başında her şeye rağmen, her şeyi bilerek ilgisini saklayamayıp bin bir bahaneyle Alex’i takip etmesini bir kenara alalım coğrafya bilgisiyle muhabbet açıp pi sayısı ile Zarife’yi etkilemeye çalışan Alex bambaşka bir mevzu.  Coğrafya ve pi sayısı değildi elbette mesele, meseleleri birbirlerini anlamaktı her defasında.

Peki başardılar mı? Başardılar. Vurucu kısım Pi sayısını öğretmesi de olabilir tabii… Yani bu hususlar yoruma açık ama Zarife’nin kendi adını aşık olduğu insandan duyduğunda vurulmasını da hesaba katmadan geçmek istemiyorum. Eski zaman aşıklarıydı onlar işte, birbirlerini gördüler ve sevdiler.  O kadar doğal o kadar insani bir şekilde sevip sevildiler ki… birbirleri için yaratılmış iki insan, karşılaştı ve bir mucize eseri bunu zaten biliyorlardı sanki.

Ama gelelim “Müjdemi soran olmaz ki” kısmına…

Alex’in babasının Müslüman bir kızı sevdiği, onunla kaçmaya çalıştığı için öldürüldüğünü biliyor muydunuz? Kız öldürüldüğünde 18 yaşındaydı…beraber dağlara kaçmışlardı ama yakalandılar. Alex bilmiyordu. Zarifenin babası ve kendi dedesinden öğrendi. Zarife ve Alex bir mucizeyi yaşarken sevenleri için bu bir “müjde” değil yıkımın habercisiydi. Nitekim saklanamayan aşk duyulduğunda hiçbir konuda anlaşamayan Hristiyan ve Müslümanların cemaat bir olup “birbirini sevmekle suçlu olan” iki gencin peşine düştüler. Sanki sevmek suçmuş gibi davrandılar. Sanki insanın sevmesi için kalıplara ihtiyacı varmış gibi saldırdılar. Dövdüler, dışladılar, yargıladılar.

“Ayrılık gece olsa

Günlerin sonu gelse

Başbaşa kalan olmaz ki”

Nereye kaçabilirler? Dünyada onları kabul edecek, sığınabilecekleri herhangi bir yer var mı?  Vazgeçmek akıllı insan işiydi. Tabii vazgeçmek bir tercih olsaydı…Ellerinden geleni de yaptılar ama ayrılık en fazla gece oldu onlara. Her gecenin ardından doğan güneş, aynı gökyüzüne bakan Alex ve Zarife için vuslatın habercisi değil mi? Günlerin sonu gelir mi hiç?

Birbirlerinden vazgeçemeyeceklerini bilen, dünyada kendilerine bir sığınak bulamayan bu aşıkların sığındıkları yer kendi yarattıkları “Cennet” oldu. Küçük bir kulübeye “cennet” adını verdiler. Sevgileri yüzünden “kovuldukları söylenen” cenneti dünya üzerinde kuran iki isyankâr yürek…

“Bahçeler bizim olsa

Hasretim dağı delse

İsmimi bilen olmaz ki”

Kim oldukları ne hissettikleri kimseyi ilgilendirmiyor. Sadece temsil ettikleri değerler üzerinden yargılanıyorlar. Sebep ne peki? Topluma aykırı hareket etmek değil mi? Sizin bir arada olmamanız gerekiyor dedi birileri ve onları kadı karşısına çıkardılar. Cezalandırıldılar ve Alex sevdiği kadından çok uzaklara gönderildi. Herkes bu iş bitti diye sevine dururken sadece araya uzaklığın girdiğini bile anlamadı sevgiden anlamayan kör yürekler. Alex gittiği yerde anılarına sığındı, kalbindeki aka güvendi ama bir mucizesi daha oldu.  Adı Zarife olan bir çocukla tanıştı ve hemen seviverdi. Babası olmak istedi ama onu da almak istediler.  Çünkü o cocuk küçük bir Müslüman kız çocuğu…yine olmaz…yine olmaz…

“Aynı dua bu, aynı

Aynı cennet bu, aynı

Tenimiz, kanımız hep aynı

Aynı rüyalar bu, aynı”

Bu kıtayı açıklamaya gerek var mı? Alex bir gün müslüman bir kızı sevmesine ihtimal vermeyen çocuklara derste br ağaç, bir kuş, ve bir insan çizmişti hatırlarsınız. “Ağaç Hristiyan olabilir mi? Kuş Müslüman olabilir mi? Peki o zaman insan…” cümlesinin devamını getiremedi Alex. Kendi kafası bile karışıkken çocuklarına kıyamadı.

“Sorsalar dile gelmez

Derdime umar olmaz

Sonsuzu bulan olmaz ki

Gökyüzü bizi görse

Tanrının eli değse

Müjdemi alan olmaz ki”

Alex ile Zarife’nin en büyük dayanakları sevdikleri insanlar oldu hep. İlk öpücüklerinde Zarife’nin babasına basıldılar, Alex istemediği bir evlilik yapmak üzereyken kliseden kaçtı, kızgın halk Sütçü Ramiz’in evine domuz ölüsü attı, Alex’in dedesi endişeden hasta oldu…Yine de sevdikleri insanlar Alex ile Zarife’nin sevdasını anladılar, inandılar…Desteklediler diyebilir miyiz? Aşklarını desteklemediler “Müjdemi alan olmaz ki” dedik bir kere. Kim ailesinden birinin göz göre göre mutsuz olacağı bir yola girmesine engel olmaya çalışmaz? Onlar da yapmaları gerekeni yapıp Alex ile Zarife’yi ayırmak için uğraştılar.

Ama acılarına saygı da duydular. Sütçü Ramiz Alex’in evleneceğini kumrusuna kendisi söyledi, acısını paylaştı. Alex bir yerden sonra Müslüman olmaya karar verdiğinde dedesi onu anladı, destek verdi. Aşk için Alex sonunda kendi inancını da feda etmeyi göze aldı. Belki de büyürken inandığı her şeyi… Bu da aslında Alex’in nasıl sevdiğini de gösteriyor ve fazla söze gerek de kalmıyordu.  Alex sonunda Müslüman olmaya karar verdi. Tüm Pürsıçan’a bunu ilan etti ve onu bu sebeple onu linçlemeye gelen insanların önünde Sütçü Ramiz’den kızı ile evlenmek için izin istedi. Kim inanır Alex’in gerçekten Müslüman olduğuna? Ya da Pürsıçan halkı gibi bir kız için din değiştirdiğine mi inanırsınız?

Siz Sütçü Ramiz olsanız ne derdiniz?

Çocuklarının mutluluğunu her şeyin önünde tutan, onların kararlarına inanan güvenen bir baba tam olarak Ramiz Efendi’nin yaptığını yapardı: Alex’e kendisini açıklama fırsatı verirdi. “Allah kendi yüzünü insanların en sevdiğinin yüzünde göstermiş. Ben Allah’ın güzelliğini Zarife’nin yüzünde gördüm. Bu sebepten ötürü Müslüman oldum.”

Peki Alex’in Zarifeyi böyle kutsal bir gözle gördüğüne; Alex’in bu sözüne inanmayanınız var mı?

Birbirinden asla vazgeçmeyen iki sevdalı sonunda kavuştu. Evlendiler. Her hikayenin bir sonu var. Her son üzücüdür. Ama Alex ile Zarife Dünyada mutluluğu tatmadan ölmediler. Zor bir zamanda, savaş çanları Rumeli topraklarında yankılanırken kendi küçük cennetlerinde bir kız bir de erkek çocuğu ile güzel bir yuva kurdular.

Yıllar geçse üzerinden, anılarımızda gerçek aşkı yaşatmaya devam ediyorlar.

Ayrı Dünyalar (Kızılcık Şerbeti,1.bölüm)

YAZAR: Simay DEMİR

Kızılcık Şerbeti daha ilk sansasyonel tanıtımıyla radarıma girmeyi başaran bir iş oldu. İki zıt kutuptaki ailenin birbirine aşık gençleriyle bir araya gelme hikayesinin, ön yargıların insanları nasıl etkilediğini anlatan dizi beni ilk bölümüyle derinden etkiledi. Dizide ayrıca Sıla Türkoğlu, Barış Kılıç ve Evrim Alasya’nın başrol koltuğunda oturması, özellikle de Kıvılcım karakterinin daha ilk sahneden ruhumu zaptetmesiyle “Ben bu işi yazmalıyım!” dedim ve işte karşınızdayım.

Sevmek, sevildiğini hissetmek bu hayattaki en kıymetli şey bence çünkü bir insan yeterince sevilir ve o sevgi doyumuna ulaşırsa verdiği kararlardan tutun da hayatın akışında bile ona göre davranır. Halbuki sevilmeyen, o sevgi yoksunluğunu yaşayan insan karşısına ilk çıkan şeyi sevgi zanneder ve ona sığınır.  Özellikle anne ve babasından sevgi doyumluluğuna ulaşmayan biri ya kendini sevilmeye layık görmeyip tüm kapılarını kapatır ya da karşısına  çıkan ilk şefkate sığınır ve ne olursa olsun onu kaybetmemek için çırpınır durur. Bana göre Doğa anne babasının sevgisizliğini, onların yanında olmayışını ve onlardan hiç şefkat bulamayışını Fatih’te kapatıyor. Tabi ki aşık değil yahut sevmiyor onu demiyorum ama bunun rolü yokta değil. Ve Kıvılcım onun da sorunsuz bir aile geçmişi olduğunu  zannetmiyorum çünkü çevresinde o kadar kalın duvarlar var ki o duvarları kendi iradesiyle ördüğünü de o sınırları da kuralları da sadece koruma amaçlı koyduğunu da düşünmüyorum.

Kıvılcım aslında bu sert ve disiplinli yapısı sayesinde hayatını yönetebiliyor çünkü bu sayede duygularını yani zayıflıklarını yok sayabiliyor ve umarım bize de gösterilir ama ben tüm bu davranışlarının altında bir şeyler olduğunu düşünüyorum. Yani bunca yıllık eşinden boşanmış, çocuklarını tek başına büyütmüş ama annesi dahil kimse onun bunlar yüzünden bir kez bile ağladığını dahi görmemiş.  Bir insan bu kadar şeyi üst üste yaşayıp da yarasız, beresiz bu durumu atlatamaz. Kıvılcım’ın da bu kadar sert olmasının altında çok ciddi sebepler var diye düşünüyorum. Şimdilik bunların ne olduğunu bilmiyorum ama ailesindeki en sert insan,o. Annesi, söylendiği kadarıyla kız kardeşi de böyle değil. O zaman onu böyle yapan ne? Fakat şu da su götürmez bir gerçek ki hiç bir insan doğuştan böyle duygusuz, katı, kuralcı ve kalıpçı doğmaz. Bir şeyler olmuş olmalı ki Kıvılcım etrafında kurallardan bir duvar oluşturmuş olsun.  Benim asıl merak ettiğim bunların sebepleri. Yani Kıvılcım neden bu kadar sert, kapalı insanlara karşı neden bu kadar önyargılı? Sınıfsal ayrımcılığa bir eğitimci olarak nasıl bu kadar destekçi? İşte benim onun hakkında asıl merak ettiğim şeyler bunlar.  O kadar net ve sert ki, bakışlarıyla bir kayayı paramparça edebilir bence.

Kıvılcım’ın bu tavrını, ön yargılarını ve kendisinden farklı insanlara karşı bakış açısını ilk alışverişte, sonra da Fatih’in tanışma gecesinde gördük. Fatih, Sönmez Hanım’ın elini öperken ona takındığı tavır aslında her şeyi anlatıyordu. Kıvılcım oldukça soğuk ve üstten bir bakışla süzerken Fatih’in dediklerini duymadı bile. Önyargı olaylarda çok işe yarayan, insanların geniş perspektifle olayları analiz etmesini sağlayan bir şeydir ama bu durum insanlarda çok az işe yarar. Kıvılcım bana sorarsanız hatayı burada yapıyor. İnsanları tanımadan onları kafasında gruplandırıyor. Bunu nasıl yapacak bilmiyorum ama toplumun da bizleri hatta birçoğumuzu da buna zorladığını düşünüyorum. Yaşantımız, sosyal çevremiz ve belki de kendi kalıplarımız bazı şeyleri görmemizin önüne geçiyor. Özellikle de Kıvılcım gibi böylesine eril bir toplumda, bir kadın olarak ayakta durmaya çalışan bir kadınsanız gardınız hep çok yüksek olmak zorunda zira erkeklerin acımasız dünyası bize başka şans bırakmıyor. Fatih’e tavırları doğru demiyorum ama ben de herkes gibi onu et çengeline çekmeyeceğim, anlamaya çalışacağım. Kıvılcım derisinin altında çok fazla sır barındırıyor bence ve ben hepsini öğrenmek istiyorum.

Kıvılcım’a aslında basit bir gözle bakabilir, işte toplumdaki diğerlerinden bir farkı olmayanlardan biri daha diyebilirdim. Eğer Doğa ile arasındaki büyük kavgaya şahit olmasaydım. Kıvılcım karakter olarak despot, sinirli ve agresif olabilir ama aynı zamanda da çok kontrollü biri. Okulda Ömer’le yaptığı tartışmada da bunu çok net bir şekilde gördüm. Kıvılcım ne olursa olsun kendini kaybetmedi. Doğa ona evleneceğini söylediğinde de aslında önce çok kızdı ama asıl kıyamet bebekle koptu. Hamileyim dediği anda Kıvılcım kendini kaybetti. Doğa’nın bu yaşta hamile kalmasına, evleneceğim demesine ve belki de kızının ilk kez karşısına bu şekilde çıkıp dikilmesine tahammül edemedi ama buradaki durum öyle kızının kontrolünü kaybetme dürtüsü değildi. Kıvılcım okuluna birincilikle giren kızının eğitim hayatını sonlandırma ihtimaline takıldı. O noktadan sonra da karşımda resmen bir canavar vardı. Doğa ne dedi, ne söyledi Kıvılcım için bir önemi yoktu. Kızının evlenip, çocuk büyüterek hayatının en kötü kararını alacağına inandı ki onun yerinde kim olsa onu düşünür. Kız hem çok genç hem de çok toy. Kıvılcım’ın kendini kaybetmesi, psikolojik şiddetini asla tasvip etmiyorum ama endişesini, korkusunu da anlıyorum.

Kıvılcım belli konularda sonuna kadar haklı. Özellikle de bizim toplumumuzda bir kadının eğitimli, kariyerli olması konusunda söylediklerinin altına imzamı çakarım. Neden mi? Sebep çok bariz değil mi? Bu kadar cinsiyetçi bir toplumda başka şansımız mı var? Güçlü olmak zorundayız ve bunun tek bir yolu var: Eğitim! Ancaaaaaakkkk hiç bir sebep, gerekçe ya da bahane bir insanı istemediği halde zorla kürtaja götürmenin bahanesi olamaz. Doğa 20 yaşında üniversite kazanmış reşit ve kendi kararlarını kendi verebilecek bir durumda. Ona bu zorbalığı yapması akıl alır gibi değildi. İkincisiyse o bir ebeveyn olabilir ama çocuklarını bu şekilde baskılayarak, “ Benim evim benim kurallarım” diye diretmesi çok yanlış. Zira bu şekilde çocukları tüm hatalarını, yanlışlarını ondan saklayacakları yetmiyormuş gibi onlara sevgi ve şefkat gösteren ilk kişinin peşinden gider. Yanlışı doğruyu bu şekilde onlara gösteremez aksine onları bile bile yanlışa sürükler. Doğa mesela o gördüğün kadarıyla çok fazla baskıyla büyümüş ve bundan dolayı kendi doğruları yahut düşünceleri bile karşısındaki kişinin tepkisine bağlı olarak değişiyor.  Bir şeye annesi kızacak diye üzülüyor, Fatih’in tepkilerine göre sevinip üzüleceğine karar veriyor mesela. Ve henüz hiç izlemedik o yüzden net bir şey diyemem ama Fatih’in evinde baskı görse bile bunu baskı olarak algılayacağını dahi düşünmüyorum çünkü zaten buna alışarak büyümüş biri o ne yazık ki.

Doğa baskı dolu bir evde anne sevgisi görmeden, en çok babasına ihtiyacı olduğu dönemde babasız büyümüş bir genç kadın. Bu yüzden hem annesinden hem de babasından farklı olarak Fatih ona şefkat gösteriyor ve bu Doğa’nın ona neden bu derece bağlı olup güvendiğini de gösteriyor bir anlamda. Düşünsenize sırf annesi görüp kızacak diye tahlil yaptırmak istemezken Fatih en ufak bir telefonla onu o an sabahı beklemeden hastaneye götürdü. Sabaha kadar endişeyle ne yapacağını bilemeyen Doğa, Fatih’in bebeği istediğini, bunun için ne kadar heyecanlanıp sevindiğini gördüğünde tüm gece ağlayan kızdan eser kalmadı. Bir anda tüm kederi hüznü geride kaldı, çünkü onunla birlikte sevinen biri vardı bu habere. Yanında bir destekçi bulmak bu yüzden onun için çok kıymetli ve Fatih hem sevgisini, hem şefkatini hem de desteğini sunuyor ona.

Şimdi burada bir paragraf açmam gerekiyor çünkü Doğa ile ilgili benim ciddi endişelerim var. Az önce de dediğim gibi Doğa’nın kendisi için istediği bir şeyi görmedim. Bunun en barizi bebektir. Kimse ona “Anne olmak istiyor musun?” demedi. Ne Fatih ne de Kıvılcım sormadı. Kıvılcım meseleyi kürtaja kadar getirdi, Fatih de hemen baba olma mevzusuna daldı. Peki 20 yaşında bir genç kadın anne olmak istiyor muydu mesela? Ben Doğa’dan bu bölüm boyunca evlenmek istiyorum, anne olmak istiyorum ya da diş hekimi olmak istiyorum sözlerinden birini bile duymadım. Hep şu iki cümle vardı: Annem üzülür, Fatih üzülür. Peki ya Doğa? Doğa ne hissediyor? Ne istiyor? Bunu kimse sorgulamazken, evlenirken bile bir yıldırım nikahı yapılıp, genç bir kızın hayalleri halı altına süpürülürken iki aileye de aşırı bir şekilde uzak duruyorum, haberiniz olsun. Şimdi sonra olacak diyenleriniz olabilir ama her şeyi usulüne uygun bir şekilde yapacak gibi görünenlerin bunları da düşünmesi gerekiyor diye düşünüyorum. Bu hikayede şu anda ben aslında Doğa’yı düşünüyorum çünkü onu kimsenin anladığını sanmıyorum. Fatih’in bile…

Fatih’te ilgili bu hafta elime pek bir veri geçmemiş olsa da ben onların aşkına güvenmek için biraz daha bilgi sahibi olmak  isterdim doğrusu. Fatih gördüğüm kadarıyla saygılı, ailesine düşkün biri. Evet Doğa’yı seviyor, değer veriyor, destek oluyor ve bunlar çok önemli şeyler  ama kurduğu bir cümlesine irkilmedim  değil açıkçası. Fatih “Ben eşimin okumasına karşı değilim” dediğinde bunu tüm iyi niyetiyle söylediğine eminim ama içten içe de “Ya destek olmasaydın, okumasına ve meslek sahibi olmasına karşı olsaydın? O zaman ne olacaktı?” Kıza annesi gibi hapis hayatı mı yaşatacaktı, yahut annesi ablası gibi kapanmasını isteyecek mi ilerde diye düşünmeden duramadım. Zira daha Fatih ile ilgili  konuşmak için çok erken ama muhafazakar bir ailede yetişmiş biri o ve bu durumdan etkilenmesi de mümkün. Mesela Kıvılcım’ın dediği bir cümle de dikkatimi çok çekti. Evet Fatih’in annesi yahut ablasıyla tek kare fotoğrafı yok sosyal medyada. Demek ki bu durumdan hoşlanmıyor. Dediğim gibi Fatih konusunda konuşmak için henüz çok erken umarım benim kaygılarım boşa çıkarda Doğa gerçekten çok mutlu olacağı bir yaşama başlamış olur.

Son sahneyse kafamda bir çok ışığın aynı anda yanmasına sebep oldu. Birincisi Doğa büyük bir yanılgı içerisinde, bir insanla evlenirsen onun ailesiyle de evlenirsin. Yani ben Fatih’le evlendim diye bir durum yok. Şu tanışma toplantısı aslında iki aile arasındaki çekişmenin çok net olacağının sinyalini şimdiden vermiş oldu. İki birbirinden ayrı aile ve dünyada olan bu insanların aile olması sandığınız kadar kolay olmayacak. Özellikle de Kıvılcım ve Pembe arasında yaşanacağını düşünüyorum. Ayrıca evinde bir yastık bile düzeltmeyen Doğa’ya iş yaptırılması, Kıvılcım’ın evinde Doğa adına konuşmalar yapılması doğal olarak Kıvılcım’ı delirtti ama size bir sır vereyim mi? Pembe de ortamda uygun yeri bulduğunda tamamen oğluna yönelik konuşmalar yaptı. Yani aslında gelinim değil, oğlum diyecek bir kadın ancak onun bi farkı var bence. Pembe’nin kızının saçları açıktı. Yani belki de bu aile o kadar da despot olmayabilir ancak şunu da sormam lazım. Ya hamile kalan evin kızı olsaydı, o zaman ne olacaktı?

Ayrı dünyalar, ayrı hayatlar…Doğa ve Fatih yan yana alışveriş bile yapamayan iki aileyi akraba yaptı. Bundan sonra neler olur bilmiyorum ama tarafların ikisinin de sert olduğunu düşünüyorum. Doğa için çok endişeliyim. Fatih’in ailesi oldukça muhafazakar ve Doğa’nın tüm bildiklerini unutturacak cinsten. Kadın  ve istifra örneklerinde olduğu gibi Doğa’nın bir bakış açısı var. Şimdilik el öpmek, kahve yapmak ona ağır gelmiyor ama gelebilir de…Aşk her zaman tüm şiddetiyle bizi sarıp, sarmalamaz. Ben bu evlilik ve iki aile arasında Doğa’nın kabuğunu kıracağı o anı çok merak ediyorum çünkü anladığım kadarıyla yeni hayatı da eskisinden pek de farklı olmayacak gibi duruyor, hayırlısı olsun.

Yazıma son vermeden önce bu ilk bölüme damga vuran iki kadından bahsetmek istiyorum: Evrim Alasya ve Sıla Türkoğlu. Öncelikle Evrim Alasya ile başlamak istiyorum. Bir karakter beni korkutabilir mi? Evet varmış böyle bir ihtimal. Öyle bir Kıvılcım yarattı ki nefesim kesildi izlerken. Beden dilinden, bakışlarına kadar yaymış karakteri. Her hücresiyle ekrandan taşıyordu. Özelikle de Sıla Türkoğlu ile yüzleşme sahnelerinde ağzım açık izledim. Kendisine, performansına öyle hayran oldum ki bazı sahnelerde koltuğumdan dahi kıpırdayamadım. Evrim Alasya’yı izlemeyi de özlemişim ne yalan söyleyeyim, ruhuna, emeğine sağlık.

Sıla Türkoğlu’nun Doğa’sına da tek kelimeyle BAYILDIM. O kadar içten bir karakter yaratmış ki onu sarmalamak istedim. Sıla zaten önceki projesinde de beni kendine hayran bırakmıştı ama burada bambaşka bir ışığı vardı. Doğa’nın korkularını, endişelerini, sıkılmışlığını…Her şeyini dört dörtlük aktardı beyaz cama. Doğa özellikle iç çatışması çok yüksek bir karakter ama ilk bölümden ben onun tüm gelgitlerini çok iyi gördüm, hissettim. Sıla Türkoğlu rolüne iyi hazırlanarak, muazzam bir karakter çıkarmış ortaya. Emeğine, yüreğine sağlık.

Zaman zaman gerim gerim gerildiğim, bazen düşüncelere daldığım bir ilk bölüm oldu. Olaylara daha her iki aile açısından bakmamış olsak da Doğa’nın da dediği gibi belki de her şey daha yeni başlıyordur. Kim bilir? İzleyip görelim

O zaman bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere. Sevgiyle kalın.

PARAMPARÇA (Gelsin Hayat Bildiği Gibi,15.bölüm)

YAZAR: A. Ela Erdoğdu

İnsan şüphesiz ki yaşadığı evrenin en büyük yansıtıcısı. İçinde gizlediği iyilikte, kötülükte, vahşilikte, uysallık da doğanın yansıtıcıyken insanı ayıran en önemli özelliği kendini gizleyebilmesi. Hayvanları, bitkileri düşünün üzüldüklerinde belli ediyorlar gizleyemiyor ama insan öyle değil sana ne göstermek isterse onu gösteriyor. İçi paramparça olsa dahi sana büsbütün bir kaya gibi gösteriyor. Yıkılmadım bak ayaktayım diyor ama sessiz çığlıklar içini parçalıyor tıpkı Sadi’de olduğu gibi.

Sadi bugüne kadar Songül’ü ölümün kenarından çoğu kez aldı ama hepsinde tedbirliydi bu sefer ise Songül’ün ölüm ile burun buruna geldiğini tesadüf eseri öğrendi ve yetişemeyebilirdi. Songül’ünü kurtaramayabilirdi işte bu Sadi için bardağı taşıran son damla oldu. Songül’ün daha da korkmaması için bir bahane uydurarak ondan uzaklaşarak Yaver’in yanına gidiyor bu basit bir hareket değil. Sadi bugüne kadar her olayda otokontrolünü mükemmelen sağladı. Songül’ün baskın yediği günden bugüne kadar her olayda oldukça sakindi ama bu sefer durum çok farklı. Sadi, Songül’ün bomba dolu bir araca bindiğini bile bilmiyordu. Bu sebeple bu defa “Hallederiz karıcım!” diyemedi çünkü neredeyse Songül ellerinden kayıp gidiyordu. Tesadüfen Songül koltukla oynamasa, tesadüfen anlamasa belki de artık hayatta bile olmayacaktı. Bunun düşüncesi bile Sadi’yi delirtmeye yetti de arttı bile. Yaver’e söylediği cümleler sinirle söylenen cümleler değildi “Yedi Emin’im lan ben” Sadi’nin ağzından ilk defa bu cümleyi duyduk. Sadi için matruşka misali Emin ile iç içe diyordum ya artık durum değişti artık Emin ve Sadi iki ayrı kimlik değil, birleştiler. Emin ve Sadi artık bir bedende yaşayan iki yabancı değil ikisi artık bir.  Yeni kimliğine geçtiğinde eski bağlantılarıyla, eski hayatıyla asla bağlantı kurmamaya tövbe eden Sadi Payaslı bunu da çöpe attı. Onun için hayat demek olan karısı için her şeyi yapacak kıvamda, Sadi. Tabiri caizse şu an freni patlamış kamyon gibi Songül’e bunu yapanların üstüne gidecek Sadi. Geçtiğimiz bölümlerde Sadi “Onlar bizi bilmiyor ama biz onları biliyoruz, öndeyiz” demişti bu denge değişmişti ancak şu an tekrar Sadi Payaslı tekrar öne geçti çünkü isim olarak bilmese de Kırdarlar’ın üstünde bir isim olduğunu biliyor ama Servet’in henüz Songül’ün arkasında bir dağ gibi duran Sadi’den haberi yok. Sadi bu olaydan sonra kesinlikle çok çok daha dikkatli olacak.

Sadi için Songül’ü “koruma alanında” tutmaya çalışıyor demiştim artık çok daha farkında Sadi Songül’ü bu alanda tutmanın ne kadar zor olduğunu tam olarak kavradı ve artık kimseye tahammül edemiyor. Başkomisere bu bölümde oldukça sert bir şekilde ama üstü kapalı “Karım hayatta bundan önemli ne olabilir, neyi sorguluyorsun?” dedi ve Songül bu sefer uyarmadı. Şimdi bu sahne aslında birçok mesajı da içinde barındırıyordu. Semih üstten üstten konuşarak aslında Songül’e bir bakıma ” Canın pahasına o bilgiyi getir demeye çalışırken bu operasyonda o kadar da üst seviyede olmadığını anladım.  Başsavcı Sadi’nin yılan operasyonundaki konumundan asla bahsetmemiş. Bence Semih biraz ego yapmaya başladığı anda Sadi karşısına dikildi. O tüm bu dünyaya karısının nefes sayısını artırmak için girmişken, iki terfi için kimsenin hele hele de operasyonda asla insiyatif almayan gölge bir komiserin onun hayatını riske atmasına izin vermez ki kısacık konuşmada bunu Semih başkomiser de öyle güzel anladı ki itiraz dahi edemedi. Zaten sonrasında yapılan üçlü toplantılar, başsavcının bizzat operasyonun merkezinde olduğunu söylemesine şaşırmadım ama bir cümle dikkatimi çekti. Savcı bazı şeylerin gizli kalması gerektiğini söyledi. Bence o da Sadi’nin geçmişini gayet iyi biliyor. Bu da bana artık tanık koruma programının çok da önemli olmadığını gösterdi. Arık önemli olan tek mesele Kırdarları çözmek ve Songül’ü korumak, işte o kadar.

Yukarıda Sadi ve Emin ruh olarak birleşti desem de şimdilik Sadi bunu Songül’e gösteremez. Bu sebeple evde sanki karısından öpücük koparmaya çalışan koca rolünü mükemmelen oynuyor. Daha önce Songül onun ikinci şansını engellediğini düşünerek gitmişti. Bu defa Sadi buna asla izin vermeyecek, bu yüzden de aslında Songül’e bir maskeyle, içindeki fırtınaları gizlediği, acılarını, korkularını göstermediği bir maskeyle dolaşıyor. Büyük patlamadan sonra ruh hallerine pek anlam veremesem de aslında bazen davranışlar sözlerden daha etkilidir. Songül saldırı gecesini odasında değil salonda geçirdi. Sadi ise bir koltuğun tepesinde oturarak, karısının başucundan ayrılmadı. Aslında bu tavır bile Songül’ün korkusunu, Sadi’nin de o rahat uyusun diye yanından ayrılmayışının çok net ispatı diye düşünüyorum.

Sadi bu hayatta iki yerde güçlü, vakur maskesini hiç çıkarmıyor. Biri Songül’ün yanında, diğeri de çocuklarının yanında. Sadi’nin öğretmen ceketini üstüne geçirip, hep yanında olmaktan mutlu olduğu tek insanlar onlar zaten. Arabanın üstünde nasıl ki Songül’le tatlı tatlı didişiyorsa, her ne olursa olsun çocuklarını da hep aklının bir tarafında, kalbinin en güzel köşesinde saklıyor. Her ne kadar kelebekler şimdilik hocalarına küsmüş olsa da hepimiz biliyoruz değil mi? Meb’ten Sadi Payaslı en yakın zamanda bu eksikliği telafi edecek, kelebeklerinin de yüzünü güldürecektir.

Sadi’yi bu haftaki kadar zorlanırken hiç görmedim desem yeridir. Songül’ün altında patlayan bomba onu tamamen teyakkuza geçirdi. Bütün bağlantılarıyla tüm tövbelerini bozan Sadi için artık Servet’e ulaşmak hayat, memat meselesi. Servet Songül’ün ölüm emrini vermişken başka da çaresi yok zaten. Sadi, bir yanda Songül’ü eski bağlantılarını kullanarak güvende tutmaya çalışırken diğer yanda da sıradan hayatından kopmamaya çalışıyor ama bu hiç kolay değil. Emin karanlık, Sadi ise aydınlıkta ama bazen hiç istemsek de o karanlığa dalmak zorunda kalırız. Hayatın kanunudur, bu. 7 Emin olarak hayatın birçok tarafında çuvallayan bir adam bir kadının ellerinde yeniden hayata döndüğü ikinci şansını bulduğu yeni kimliğini yaşayıp, eskiye nefretle bakarken o ikinci şansı da içinde öldürmeye çalıştığı adam sayesinde kurtaracak. Ben buna yürekten inanıyorum. Sadi Songül’e öyle bir sarıldı ki değil Servet feriştahı gelse onları ayıramaz bence, ben buna yürekten inanıyorum.

Karısını hayatta tutmak, onu korumak, öğrencilerine faydalı bir öğretmen olmaya çalışmak için uğraşırken bir yandan da Derya ile ilgili durumlar var. Sadi’nin hafızasının oldukça iyi olduğu vurgulanıyor ama geçmişi hatırlarken bazen zorlanıyor bu geride bırakmaya çalıştığı hayat ile ilgili tüm bağları koparmak istemesinden kaynaklıdır belki bilemem ama Kıvanç’ı gördüğü an kafasına bir soru işareti düşmüş ki Yaver’e araştırttı. Burada şunu belirtmek isterim ki Derya her ne kadar Sadi onu kıskandığı için böyle şeyler söylüyor sansa da ortada şöyle bir durum var. Derya, Emin’i bu kadar iyi tanıyorsa bu adamın boşa konuşmayacağını bilmesi gerek yani uyarıyorsa mutlaka bir sebebi olduğunu tahmin etmeli. Bu uyarı kıskançlıktan değil tamamen insancıl ve korumacı tavrından kaynaklanıyor. Derya, Mert’in ablası ve Songül’ün de arkadaşı şu anda ve bu durumda Kıvanç, Songül’ünde hayatında yakınlarında olacak demektir aynı zaman da Mert’in de bu uyarma bundan kaynaklı bence. Sadi ile Derya meselesi açık bir konumda yani mektupla terk ederken “Emin’i öldü bil” diyen adam bu sefer gözlerinin içine baka baka kendinden gayet emin bir şekilde “Emin öldü artık yok” dedi bu hesaplarının kapandığının en büyük kanıtı niteliğinde ama Derya kendi hayatında bence oldukça mutsuz ve kendi bu kadar mutsuzken Sadi’nin bu kadar güzel ve mutlu bir hayat yaşıyor olmasını sindiremiyor.

Derya ilgi görmeyi seviyor son birkaç bölümdür bunu gayet açık görebiliyorum ne zaman Meltem bir ima yapsa yüzü gülüyor, elbette her kadın beğenilmekten mutlu olur ancak Derya’da şöyle bir durum var o hayatının bir döneminde sıkışmış ve oradan çıkamıyor bu yüzden Sadi’nin bu uyarısı sonrası Kıvanç Beye daha çok yakınlaşacak gibi hissediyorum. Sevdiği için değil sırf inat olsun diye. Sadi her ne kadar Kıvanç Bey için uyarıda bulunsa da şu an ben kendisinden kötü adam kokusu almıyorum, neden mi? Bu adam eğer saklayacak bir durumu varsa rahatça konsere gidip kalabalığa karışabilir mi? Tam olarak bir şey söylemek zor çünkü net bir veri yok elimde zaman içinde göreceğiz Doktor Kıvanç Beyin nasıl biri olduğunu. Yine de ben nedense onun da aynı Sadi gibi ikinci şansını bir çift ela gözde bulacağını düşünüyorum. Kıvanç bana kötü biri imajı asla çizmiyor ve umarım bu hususta yanılmam.

Diziyi izlerken bazı karakterlerin omuzunda ben birer soru işareti görüyorum açıkçası sizde de durum böyle mi bilemem. Şu an benim Kıvanç’dan başka omuzlarında iki soru işareti gördüğüm karakter daha var biri şüphesiz Rıza. Rıza şu an bir iş adamı ve Gizem’in annesinin patronu konumunda görünse de nedense ben daha derinlikli biri olduğunu düşünüyorum. Kafamda birkaç fikir var ama en ağır basanı bu bölümde Servet’in konuşmalarıyla daha da baskınlaştırdı fikir. Servet bir oğlu ve torunu olduğunu, torunu doğduktan sonra değiştiğini söyledi. En sonda torununu okuldan alacağını tüm bunları ve Rıza’nın telefon konuşmaları, işinin henüz gizli olması sebebiyle bu ikili baba-oğul çıkabilir diyor. Ama sadece bu kadar bilgiyle de net bir şey söylemek istemem zira her an bir rüzgâr esebilir ve bambaşka yerlerde bulabiliriz kendimizi. Diğer soru işaretli omzu olan kişi de şüphesiz ki Taylan benim için aşırı gizemli bir tip kendisi izlerken beni bile geriyor ama onunla ilgili de bazı durumlar var. Songül Organizeye geldiğinden beri herkes Taylan’ın huysuz olduğunu söylese de Taylan’ın sadece Songül ile uğraşıp onun her hareketini sorguladığını fark ettiniz mi? Taylan’a biri bir dosya verdi ve kimse bu dosyanın içeriğini bilmiyor aynı zamanda operasyonda depodan bir hard disk aldı bunlar şüphe uyandırıcı. Aynı zamanda Songül’ü bu kadar yakın markaja almasının sebebi Serdar Müdür ile çok yakın olması da olabilir. Taylan’ın tüm bu gizemi ve yaşanan son olaylardan baz alarak kendisinin de bir “tırşik çorbası” severdir kim bilir.

Ortalık bu kadar Bizans oyunları ile doluyken, kim kimin tarafında belli değilken herkes yüzüne taktığı maskeyle çok güzel gizleniyor tıpkı Serdar Müdür gibi. Songül’ün “Yılan” operasyonunda aradığı kişinin “ağabey” dediği müdürü olduğunu anlaması oldukça zor çünkü Songül onda anne ve babasının yetiştirmiş olduğu iyi bir polise ve onların yakını olarak sonsuz güveniyor ve bildiklerini anlatmaktan gocunmuyor. Sadi ilk gördüğünden beri hazzetmediği Serdar Müdür’den bence artık şüphelenmeye de başladı ve üstü kapalı olarak Songül’e söylese de Songül bu durumu Serdar ağabeyine konduramadığından göz ardı ediyor gibi çünkü onun asıl düşündüğü köstebek Taylan. İkisi de birbirine karşı öyle dik böyle düşünmesi de gayet normal, kimse onun yargılayamaz.

Serdar, Servet’e bağlı ve Servet hiç bir şekilde bilinmiyor. Hatta anladığım kadarıyla iş yaptığı birçok insan da onun aslında kim olduğundan bihaber. Şimdi bana şizofren misin demezseniz bazı tespitlerde bulunmak istiyorum. Hatırlıyor musunuz, Sadi gençliğinde bu organizasyonla bir araya gelmişti. Yani küçük bir işti ama bir şekilde değdi. Sonrasında da baya büyüdü ve büyük 7 Emin oldu. Ankara’ya çöreklenen tüm suç örgütlerini, büyük başların isimlerini verdi. Ben açıkçası bu iki adamın birbirini tanıdığına eminim. Servet zaten öldü biliyordur ama Sadi de onu gördüğünde net bir şekilde uyanacak mevzuya diye düşünüyorum. Sadi içindeki adamı daha fazla tutamaz zaten. Hem mahallede hem de Songül’ün tam arkasında bir gölge gibi doğruları yaparken hayatındaki insanları da korumaya devam edecek. Tıpkı modern zamanların Robin Hood’u gibi…

Yetişkinliklerin dünyası bu kadar keşmekeşken gençlerin hayatında da hayat gayet karışık. Team Gelincik ve Team Kelebek üyelerinin hepsinin bir yarası var aralarındaki tek fark ise gelincikler yaralarıyla yaşamayı kabullenmiş kelebekler ise yaralarına sebep olan hayata baş kaldırmış durumda. Birbirlerine hem bu kadar benzer hem de bu kadar zıt olmaları tamamen bundan kaynaklanıyor ancak aralarına yıldırım gibi düşen Sadi Hocaları onları bir yapmayı başarabilir belki de. Sadi, Karabayır Lisesi’ne geldiğinde ona en çok sorun çıkartan şüphesiz kelebeklerdi ancak bu bölümde “Hocam bizi neden çağırmadınız?” diye sordular bu basit bir soru değildi içten içe kırılmışlar çünkü her ne kadar anlaşamasalar da belki de hayatlarında ilk defa Sadi onların birer birey olduğunu bilerek davranan, onları gerçekten dinleyen kişiydi ve onu kabullenmeye, sevmeye başlamışlardı çünkü insan sadece sevdiği kişiye kırılır. Team Gelinciklerin hepsinin yarasını biliyoruz ancak Team Kelebek tam bir sır küpü aralarında en çok bilgiye sahip olduğumuz Araz için bile neredeyse bilmiyoruz gibi ama bu bölüm hepsinin aileden yaralı olduğunu gördük Nevzat’ın tamirhanesinde. Bir çocuk aileden yara alarak büyürse eğer hayatla olan savaşı bitmez her zaman devam eder. Kelebeklerin hiçbiri özünde kötü çocuklar değil ama duyurmaya çalıştıkları bir dertleri var ve bunu duyan kişi de Sadi olacak gibi.

Kelebeklerin başı Araz aslında kalabalıkların içindeki yalnız tıpkı Songül gibi. Baktığınızda geniş bir arkadaş grubu, ağabeyi var ama onu anlayan hiç kimse yok her şey ile tek başına mücadele etmek zorunda. Araz’ın, Gizem’e olan bu sevgisinin annesi tarafından terk edilmiş olduğu tahmin ettiğimiz bir şeydir çünkü insan beyni böyle çalışır. Araz aslında bembeyaz ışıl ışıl bir çocuk ama onu karanlığa zincirlemişler yani Araz kötü biri değil. Sınıf basıldığında herkes geriye kaçarken Araz kendini siper etti bir an bile düşünmeden ve asıl Aylin’i vermeyen de oydu. Şüphesiz ki bu hamlesi herkesi şaşırttı zira gelinciklerle olan durumları düşünülürse ama yapmadı Araz’ın bu hareketinden benim anladığım “Biz içimizde sorun yaşasak da dışarıdan kimse bize dokunamaz”. Araz’ın yaptığı tıpkı Sadi’nin anlattığı mahalle ağabeylerinin yani halk kahramanlarının yaptığı gibiydi mahalle ağabeyleri de mahallede sorunlar olsa da kimsenin onlara zarar vermesine izin vermezdi.  Bende Araz’ın uyanmasını dört gözle bekliyorum açıkçası

Karabayır hastanesinde herkes Araz’ın uyanmasını beklerken bir başka saatli bombada çalışmaya başladı. Mert, Sadi ve Derya’yı konuşurken duydu ve meşhur Emin’i hocasının bildiğini de öğrendi. Mert, Sadi’yi çok seviyor ve çok saygı duyuyor ablasının büyük aşkı Emin’i konuşacak kadar hatta. Bu konuşma sonrasında Songül ablasının da Emin’i bildiğini öğrendi ama aslında Songül’ün hiçbir şeyden haberi yok. Mert’in Emin’i bu kadar merak edip araştırması beni biraz germiyor değil açıkçası çünkü bu konu bir saatli bomba ve sayaç tik tak tik tak geri saymaya başladı asıl merak ettiğim bu sayımın nerede ve nasıl biteceği, merakla bekliyorum.

Sadi daha Derya ve Emin meselesinin stresini atamadan hayatında duyacağı en kötü sözleri duydu: Sadi ben yanıyorum! Serdar sonunda Songül’ü istediği tuzağa tereyağından kıl çeker gibi çekmişti. Sadi aslında sadece yangın diye düşünürken birden kendisini patlayan bombanın yanında buldu. Songül için artık geri sayım başlamıştı ve Sadi bunun çok farkındaydı. Sadi ve Azrail bir yarışa girdi. Açıkçası ben bu sahnede kahroldum zira Songül yıllar sonra hayata yeniden sevdiği adamla tutunurken, Sadi de ikinci şansına sımsıkı sarılmıştı. Songül’ün kalbi durduğunda belki de Sadi ona hep duymak istediği o cümleleri kurdu: Aşkım, bizim daha kızımız olacaktı. Bugüne kadar bırakın baba olmayı, evlenmeyi bir hayat hayali bile kurmayan bir adam aşkla aile hayalleri kurdu. Songül, Sadi’nin her şeyi ve bu olayla birlikte de artık Servet için diyecek sözüm yok. Kendine fiyakalı bir mezar taşı bulsun.

Yazımın sonuna gelmeden önce değinmek istediğim iki konu var izninizle. Bölümle ilgili yapılan bazı eleştirileri görüyorum, herkesin düşüncesine saygım da var ama şöyle bir durum olduğu unutuluyor gibi geliyor. Dizimizde bir ana olay ve yan olaylar var, başrollerin hikayesi bu kadar tempolu akarken bunu destekleyen yan hikayelerin aynı tempoda olması sorun yaratır. Ben bu bölümün geçiş bölümü olduğunu düşünmüyorum çünkü senaryo matematiği tek düzelikten ziyade inişli çıkışlıdır. Bir tarafta tempo, aksiyon varsa diğer taraftan bu dengelenmek zorunda bu dengelemede bu bölüm Melek’in hikayesiyle yapıldı. Melek’in hikayesinde küçükte olsa ilerleme aldık bu bölüm aslında nasıl mı? Celal telefondan Melek’e mesajlar attı, Havalandırma evde kalmadığını öğrendi bu konu sona yavaş yavaş yaklaşıyor tıpkı hayatında içinde olduğu gibi. Gerçek hayatımızda böyle bir durum sizce hemen sonuçlanıyor mu? Hiç sanmam unutmayalım ki dizideki her bir karakterimiz aslında hayatın içinden, her gün yanından geçtiğimiz kişiler. Bu yüzden ara ara bizler onların hayatına da konuk olacağız ki bu büyülü ikinci şans masalı hiç bitmesin….

Bir diğer değinmek istediğim konu ise Sadi Hoca’nın 29 EKİM CUMHURİYET BAYRAMI ile ilgili yaptığı konuşmaydı. Sade ama etkili bir sahneydi bence bir kere çok güzel yerden değindiler konuya  “miras”dan  dürüst olalım hangimiz büyüklerimizden bize şöyle güzel bir miras kalsa da hayatımız kurtulsa demiyoruz? Şüphesiz hepimiz diyoruzdur ama aslında atalarımızın bize ne kadar bir miras bıraktığını kaçırıyoruz hep. Bize en büyük miras altında özgürce yaşadığımız, kimseye boyun eğmeden başımız dik yürüdüğümüz bu topraklardır. Böyle özel bir günde bize böyle sahneler izleten, gözlerimizi doldurup sorgulamamızı sağlayan Gelsin Hayat Bildiği Gibi ekibine çok teşekkürler.

Haftaya yeniden görüşünceye dek umutla kalın.

Bir İhtimal Daha Var Mı? (Hayat Bugün,2bölüm)

YAZAR: Simay DEMİR

Yaşayabilmek, bu hayatta bir yere sahip olmak, bir gönülde barınmak, bütün bir kalabalığın içinde yok olup gitmek istemeyen herkesin bir amacı, onu bu hayatta var eden bir inancı olmalı bana göre.  Belki adaleti sağlamak için avukat, savcı olmak ya da minicik çocuklara Umut olmak için öğretmen, bir hayata dokumak için hemşire doktor olmak gibi amaçlar tutar insanı hayatta. Ya da yüzüne inançla bakan evladı için, kurup gerçekleştirmek istediği hayalleri, aşık olduğu insan için sımsıkı sarılır bazen bu hayata insan, en azından ben öyle olduğuna inanıyorum. Derin’in, Aras’ın ve hatta Suzan’ın bile o hastanede, o hayata tutunmak için birer amaçları ve yürümeye devam edecek inançları var. Fakat Barış etrafındaki herkese bir inanç aşılamaya çalışırken kendisinin hiçbir dalı, inancı yokmuş gibi ölmek istemesi bana çok ironik geldi.

Geçen hafta beni en çok etkileyen şeyin Barış’ın umut dolu olup bunu etrafına yaymak istemesi olduğunu söylemiştim. Aras’ın katı kurallarına (ki bu hafta da yakından tanık olduk), dediğim dedik düşünce yapısına rağmen onun fikrini bile değiştiren,  umudu ben kendisinde göremedim maalesef.  Herkese inanalım, umut edelim, risk alalım derken kendi iyileşmek adına tek bir umudu, iyileşmek istememesinin de tek bir mantıklı sebebi yok. Peki sizce Barış  kendi inanmadığı bir şeyi başkalarına ne kadar inandırabilir?

Barış’ın bu karamsar tavrı, ölmek istemesi ve yaşamak için diretmemesi bana bu hikayede bir eksiklik olduğunu düşündürüyor. Barış neden yaşamak istemiyor sorusuna tek bir cevap bulamıyorum maalesef. Dahası üzülerek söylüyorum ki Barış’ın o hastaneye geliş sebebini de, o hastaneyi neden ayakta tutmak istediğini de artık anlayamıyorum, çünkü bana bu konuda verilen tek bir motivasyon kaynağı yok. Şimdi diyebilirsiniz ablası orda öldü, başkaları da aynı şekilde ölmesin diye orda. Bunu kabul edebilirdim amenna ama ölmek istemek yerine ablası içinse tüm bu değişim isteği, o zaman onun için yaşamayı seçmesi gerekmiyor muydu? Ben mi yanlış düşünüyorum.  Aşağıda değineceğim ama Derin’in Aras’ın Suzan’ın ve hatta Ali Haydar’ın bile motivasyonuna şahit olmuşken Barış’ın tedavi olmayı reddetmesinin de yaşamak istememesinin de motivasyonunu göremedik.  Kemoterapinin ne kadar ağır bir tedavi sürecinin olduğunun da, bu tedavinin insanı nasıl yavaşlatıp, duraksattığına da bir hemşire olarak kendi gözleriyle şahit olmuş biri olarak söylüyorum eğer Barış “Ben kemoterapiden dolayı tedavi olmak istemiyorum yahut o beni  yavaşlatır, çalışamam” diye kabul etmek istemese  kararına da, söylediklerine de sonsuz saygı duyup kabul edebilirdim.  Ama Barış ne dedi; arkamda bırakacağım kimse yok, o yüzden tedavi olmayacağım. Bakın bu replik benim gözümde geçen bölüm bize gösterilen Barış karakterini tamamen yok eder.  Çünkü Barış yepyeni bir sistemle yepyeni bir hastane kurmak istiyor sadece mekandan yahut teknolojik aletlerden bahsetmiyorum. Yeniliğe açık, insan yaşamına iş gibi değil de bir can gibi bakan, hastaneyi evi gibi sahiplenip ona göre hareket eden sağlık çalışanlarıyla doldurmak istiyor ve kimse kusuruma bakmasın bunlar bir yılda yapabilecek şeyler değil.  Üstelik hani iyileşmek istemiyor ya arkasında bırakacağı kimse olmadığı için. Peki ya ilmek ilmek kurmak istediği sistem ne olacak, ceza infaz kurumundan gelecek hasta kabulü ne olacak, insanlara kurdurduğu hayaller, onlara ne olacak? Barış tüm bunları yarım yamalak geride bıraktığında başa gelecek yeni başhekim her şeyi sıfırlayıp eski sistemden devam edecek ne yazık ki. Barış’a onca inanan insanlar bir daha bir başkasına güvenip inanabilecek mi? Her şeyi geçtim Barış işine bu denli bağlı ya işi için çok sevdiği karısından bile boşanmışken ilk engelde havlu atması size inandırıcı geliyor mu? Bana gelmiyor açıkçası. Ya da belki de Barış’ın işine neden bağlı olduğunu göremediğim için bana öyle geliyordur bilmiyorum. Barış’ın amacı ne, ne yapmaya, neden yapmaya çalışıyor anlamış değilim, zira  ben bu bölüm  sadece etrafta deli gibi koşturan bir adam gördüm çok üzgünüm. Aklıma takılan ikici bir konu da Gizemle olan ilişkisi.

Gizem hamile oluğunu bile bile boşandı ve Barış’ın ruhu bile duymadı. Bu ona da doğacak çocuğuna da çok büyük haksızlık bana kalırsa ki öyle ağır sorunlu bir evlilik süreci geçirdiklerini de düşünmüyorum. Zira boşanma sebepleri sadece Barış’ın evliliğine ve eşine yeterince vakit geçirmemesinden kaynaklanıyor.  İşin içinde aldatma, terk etme falan olsa diyeceğim ki gurur yaptı. Eee o da yok. Bu kız neden sakladı bu durumu? Hele risk altında bir hamileliği varken, doktor eşinden bunu insan neden saklar? Ben anlamıyorum arkadaşlar. Yani bana altı çok boş geldi bu durumun. Halbuki Gizem’in konuşurken sesinin titremesi, ayrılmak istememesi hala Barış’a aşık olduğunu gösteriyor. Ben inanıyorum ki bu bebek Barış’ın bu hayata tutunmak için de, tedavi olmak için de bir amaç olacaktır.

Gizem’in son dans gösterisinde kanlar içerisinde yerde kalması sadece Gizem için değil, Barış için de milat olacak. Gizem dans ettiği sahnede yığıldığı anda hem Barış’la olan ilişkisinde, hem de bebeği için yeni bir dönemin de başlamasına sebep oldu. Gizem’in içinde bulunduğu durum, duyguları yeniden alevlendirir mi bilmiyorum ama Gizem ve küçük bebeğinin Barış’ı yeniden hayatta tutacağına eminim. Suzan’ın da katkılarıyla Barış Güvener hastanesinin başında, sevdiklerinin yanında kalacaktır.

Suzan nasıl ki Barış sayesinde bir kez daha hastalarına ve hastaneye dönmeyi kabul ettiyse Barış’ın da kendisi gibi geri dönsün, tedaviyi kabul etsin istiyor.  O bir sevdiğini, arkadaşını daha kaybetmek istemiyor. Bundan dolayı bu kadar üstüne gidiyor onu çok iyi anlıyorum. Bu yüzden ona tüm samimiyetiyle yaklaşıyor çünkü o da buna inanıyor. Tüm samimiyetiyle yaklaşırsa hastalarını iyileştireceğini düşünüyor tıpkı Aylin hanımda yaptığı gibi. Bu hafta Suzan’ın hikayesine çok değinmemiş olsa da açıkçası ben o gözlerindeki hüznün sebebini de onun hikayesini de çok merak ediyorum. Çünkü hastalarıyla böyle güzel bağ kuran, başarılı ve işini gayet severek yapan biri o ve şu an için Barış’a yardım edebilecek tek kişi. Çünkü bu konuda ne Aras ne Derin ne de bir başkası bilgi sahibi bile değil.

Aras benim bu hafta en çok ilgimi çeken kişi oldu, en azından o buz gibi bakışlarının altında yatan sebebi, neden böyle olduğunu anlamam için bana birkaç sebep verdi. Aras gördüğüm en dik kafalı, dediğim dedik ve kuralcı karakter olabilir. O kurallarını hiçbir şekilde esnetmiyor ve ona ters düşüldüğü taktirde karşısındaki kişiyi dinleme tenezzülünde bile bulunmuyor. Çünkü anladığım kadarıyla bu hayattan büyük silleler yemiş ve bu başta mesleği olmak üzere hayatının her bir alanına etki etmiş durumda. En başta bir hurafe yüzünden en yakın arkadaşını kaybetmiş ve sığındığı tek şey pozitif bilimler olmuş  bu yüzden karşısındakinin ne hissettiğiyle yahut neye inandığıyla ilgilenmiyor. Bilime ters düşüyorsa onun için bitmiştir nokta.  Halbuki karşımızdakinin inancı bizim ne düşündüğümüz değil onun nasıl hissettiğiyle alakalı. Nasıl ki Aras on defa parmaklarını yıkamadan ameliyata girmiyorsa o hasta da ritüel olursa ancak yaşayacağına inanıyordu bu yüzden ritüel yapılmadan ameliyat edilmek ölmek anlamına geliyordu onun için. Çünkü bu şekilde yaşamaya olan inancını kaybediyordu ve bedeni de ona uygun tepki veriyordu. Ve Derin o Aras’ın bu konuda gözünü açtı. Çünkü Derin Aras’ın aksine başkalarının duygularını anlıyor, onlarla empati kurup ona göre davranıyor.

Bu hafta Derin ve Aras bir hasta hikayesi yüzünden karşı karşıya geldiler. Aras geçmiş tecrübe, bilime olan bağlılığından dolayı bir ritüeli kabul etmedi. Az önce de söylediğim gibi kendi bakış açısına göre yanlış bir şey yanlıştır. Halbuki alzheimer hastalarıyla yapılan bir testte kanseri en kolay onların atlattığı tespit edilmiştir. Stres yapacak kadar hatırlamadıklarından dolayı hastalıkla mücadeleleri daha kolay oluyormuş. Bir sağlık çalışanı olarak elbette pozitif bilimden yanayım ama bazen insanların kendilerini güvende hissetmek için sağlığını riske atmayacak şeylerin de olduğuna inanıyorum. Fizyolojik olduğu kadar psikolojiktir de, emin olun. Aras bunu biraz zor anladı ama ben açıkçası onun Derin olmadığı zamanlarda da sağduyusunu bir tık da olsa dinlemesi gerektiğine inanıyorum.

Fark etmişsinizdir Derin her defasında şöyle bir cümle kuruyor “Ben senin arkanı topluyorum” ki bence çok haklı. Aras daha çok Derin’le ilgileniyormuş gibi görünse de hastanede Aras’ın arkasında dimdik duran kişi Derin. Bu ilişkide Aras daha çok duygusal gibi görünse de onun inatçı ve kuralcı kişiliği Derin’in insancıl yaklaşımı sayesinde zarar görmüyor. Çünkü Aras’ın odak noktası kendisi başkalarının ne düşündüğünü yahut ne yaşadığını görmüyor. Örneğin yemekte Derin çok yorgunum eve gidip uyuyacağım dedi ama iki dakika sonra hastanede karşılaştılar ve Aras ne işin var burada diye sormadı bile. Dahası Derin’in  yüzünden bütün gün yorgunluk akıyordu nedir bu halin diye sorma gereği bile duymadı. Çünkü Derin Aras’ın sorununu görse de o Derin’deki sorunu görmüyor.

Derin ne kadar başkalarının duygularını anlayıp ona göre bir yaklaşım sergiliyorsa o derece kendi duygularından uzak ve onlarla yüzleşmemek için o denli kaçıyor kendinden ve bunu işe gelerek, aralıksız çalışıp sadece işine yoğunlaşarak yapıyor. Yani bir anlamda kendi düşünceleri, duyguları onu ele geçirmesin diye sadece çalışıyor. Çevresine verdiği hiç bir nasihati  kendi hayatında uygulamıyor.

Gecen hafta Derin’in hiçbir duygusunu, ailesiyle yahut özel hayatıyla ilgili tek bir kırıntı elime geçmemişti. Sanki  karşımda etten bir robot vardı fakat bu hafta tek hareketiyle bunun sebebini kafama mıh gibi kazıdı. Derin ailesinden annesinden sorunlu bir kadın. Hastanede çalışmayı da nöbete kaçmayı da bir kurtuluş yolu olarak görüyor çünkü annesiyle yüzleşmek istemiyor. Çünkü Aras’a çok yorgunum diyen kadın kapıcının anneniz geldi lafıyla hemen hastaneye geri döndü demek ki ailesi yönünde yüzleşmek istemediği sıkıntıları var ve bu özel hayatına da çok yansıyor. Derin bence Aras’ın ona karşı bir şeyler hissettiğinin farkında ama onun yolunu öyle bir kapatmış, bu duruma öyle bir set çekmiş ki Aras cesaret edip o seti geçemiyor. Ve bence bunun bir sebebi de Derin’in annesiyle olan sorunu. Çünkü anneden sorunlu çocuklar kendilerini sevmeye de sevilmeye de layık görmezler. Onu en çok sevmesi gereken sevmemişken neden bir başkası gerçekten sevsin ki düşüncesinde olurlar ki bence Derin de aynı düşüncede. Umarım Aras biraz daha cesur davranır ve Derin’in o sert kabuğunu kırıp içindeki gerçek Derin’i dışarı çıkartır.

Hayat bugün yine soluksuz izlediğim bir bölümle son buldu. Şuna da değinmeden geçemeyeceğim daha sadece bir hafta önce çalıştığım yerde bir meslektaşım şiddete uğrarken bu konuya böyle hassas ve güzel değindikleri için teşekkürü borç bilirim. Dahası her insan gibi ceza evinde yatanlarında sağlık hizmeti almaya hakkının olduğuna değinilmesi, Doktorluğun  sadece ilaç verip, ameliyat etmekle bitmediğini bu yöntemler kadar konuşarak anlayarak da çözümler sunduğunu göstermesi detayları çok hoşuma gitti açıkçası. Hurafelerin insan hayatına ne kadar zararlı olabileceğini de alternatif tıbbın pozitif bilimle birleşince insana yararlı olabileceğini çok güzel gösterdiler.  Emeği geçen herkesin eline emeğine sağlık.

O zaman bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere, sağlıkla kalın.

 

Kirli Oyunlar (Tuzak, 2.bölüm)

YAZAR : Şeyma BULUT

Bu hafta ekran  karşısından kalkarken aklımda tek bir soru vardı : Acaba bir insan intikamı için kendinden ne kadar vazgeçebilir? Ya da şöyle sorayım, insan istediğini bir şey için vicdanını, merhametini ne kadar susturur? Bunu yaparken aslında bu intikamın çift taraflı bir mekanizma ile çalıştığını, karşı tarafa zarar verirken kendine, çevresine de vermeye başladığını anlar mı? Umut girdiği bu yolda birçok şeyi feda edeceğini hala anlamamış olsa da bence bir süre sonra anlamak zorunda kalacak. Ceren ‘e oynamak zorunda kaldığı oyun bir yana dursun kendi yol arkadaşlarından birini de neredeyse kaybediyordu.

Güven, babasının isteği doğrultusunda Bartu’yu öldürmeye karar verdiğinde zaten kanayan bir yarayı daha da kanatacağından da, düşmanlarını daha da perçinleyeceğinden habersizdi. Umut ve Ceren Bartu’nun evine geldiğinde kriz geçiren bir Güven, yerde kanlar içinde yatan Bartu ve korkudan ağlayan bir çocuk buldular. Bu küçük an aslında bazı şeylerin de anlaşılmasına sebep oldu. En azından Umut, Gümüşayların söz konusu kendi isimleri olduğunda nasıl bir tavır alacağını yakından gördü. Özellikle de Ceren’in kanlar içinde yatan Bartu ve korkan küçük çocuğa rağmen Bartu’yu hastaneye götürmemek için çabalaması Umut’un ona olan tavrını da değiştirdi diye düşünüyorum. Her şeyden önce Ceren de diğerleri gibi söz konusu ailesi olduğunda farklı bir tavır alıyor. Güven’i yaptığı şeye rağmen koruması, o çocuğun babasız kalma ihtimalini bile göze alması aslında Ceren’in küçük yaşlardan itibaren içinde büyüttüğü, babasının ona mıh gibi kazıdığı sorumluluk duygusunun bir sonucu. Ancak Umut bunu bilmiyor. Ceren orada hep öğrendiği gibi ailesini, babasını korudu ama Umut’un içinde kopan fırtınaları bilmediği için gizli düşmanları onların sayesinde daha da kinle doldu. Gümüşaylar sadece kendi ailesine değil, değdikleri her hayatı katletti ve Umut artık onları kendi adına değil, zarar verdikleri her insan için durdurmak istiyor.

Bartu vurulduğu andan itibaren, Umut geçmiş ve günümüz arasında cehennem azabı denecek bir gece yaşadı. Bir zamanlar kendisinin yaşamak zorunda kaldığı korkunç tecrübeyi bir başka çocuk daha yaşadı ve olayın aktörleri yine aynı : Gümüşay Ailesi. Umut daha küçücükken abisinin ölen bedenini bir morgda gördü. Bakın ne olursa olsun bu bir çocukta kapanması imkansız bir yara açar. Ben çocukken aldığımız yaraların geçmeyeceğini düşünürüm. Daha hayatın en beyaz kısmında karanlığa maruz kalan birinin büyüyünce renkleri görmesi mümkün değil. Umut da görmüyor zira Demir onlardan tüm renkleri, mutluluğu çaldı. Umut oyunları düşüneceği yaşta ölümü, ihaneti öğrendi. İntikam için girdiği yolda Umut yeniden bu ailenin acımasızlığını öğrenirken aslında onlardan belki de sadece Ceren’e karşı hissetmeye başladığı iyi duyguları kestirip atması gerektiğine de o an inandı diye düşünüyorum çünkü Ceren hastane olmaz dediğinde Umut’un bakışlarında “Hepiniz aynısınız!” ifadesi vardı.

Umut şu anda Ceren’i de diğerleriyle aynı kefeye koysa da ben buna pek ihtimal vermiyorum. Ceren eğer çocukluk yıllarını anlatmasaydı ben de aynı Umut gibi düşünürdüm. Ceren’in de babası gibi güce taptığına inanırdım ama öyle değil işte. Ceren daha ufak yaşlardan itibaren babasının hem fiziksel hem de psikolojik şiddetine maruz kalan bir kız çocuğu. Aç bırakılan, odaya hapsedilen, annesi için katil olmak üzere olan ve daha o yaşta babası tutuklanmasın diye polise yalan söylemesi öğretilen bir kadın. Ceren doğru ve yanlış arasındaki farkı çok bilen biri değil. Zamanla elbette öğrenir ama şu aşamada çok zor diye düşünüyorum. Umut’a anlattığı hikayede ben tek başına zalim bir hayatın içinde büyümek zorunda kalan, babasına rağmen kardeşlerine annelik yapan bir kadın görüyorum. Aslında normal şartlarda onu en iyi anlayacak insan Umut’tan başkası olmazdı fakat şu anda Umut o psikolojide değil. Umut da annesi tarafından terk edilen bir çocuk, Ceren de öyle. Yani Umut Ceren’i çok iyi anladı ama ne çare. Annelerinin onları arkasında bırakarak gidişi Ceren’de derin izler bıraktığı gibi onun dünyaya bakışını da değiştirdi. Ceren kardeşlerine, eski kocasının çocuklarına hatta bazen Çınar’a karşı bile sorumluluk hissediyor. Demir onu böyle büyüttü. Bu arada ben Demir’i biraz olsun tanıyorsam bu anne gidişi meselesinin ardından onun pis kokusu çıkacak, burada dursun. Karısının yokluğunda Demir tüm sorumluluğu kızına yüklemiş, öyle yetiştirmiş. Ancak bu durum çok hastalıklı bir hal alır bir süre sonra benden söylemesi. Bu hikayenin Umut’u derinden etkilediğini düşünüyorum ben. Her ne kadar inkar etse de o an Ceren’in yanında tamamen kendisiydi ancak içinde yanan ateş, kardeşlerinin acısı, umudu, Demir’in zalimliği Umut’u yeniden Çınar olmaya zorladı ve bu hikayede ilk parçalarına ayıracağı insanı da seçti : Ceren Gümüşay!

Umut Yörükoğlu derinden yaralı bir adam ve o bir tek duyguyla büyüdü :İntikam. Demir’in ailesinden aldıklarını, çaldığı renkleri geri yerine koymak, ona yaptığının bedelini ödeme isteği öyle güçlü ki hareketlerinin sonuçlarını bile düşünmüyor. Daha doğrusu o hareketlerin kendisine ne yapacağı umurunda değil çünkü bu yol için bütün hayatı ailesinden uzakta geçti. Umut büyük bir intikam duygusu ve vicdan azabıyla yaşıyor. Abisinin, kız kardeşinin, halasının ve tüm sevdiklerinden uzakta kalmak zorunda olması zamanla ondaki bazı duyguları da kalbinin derinliklerine gömmesine sebep oldu. Bu yüzden planından asla taviz vermiyor. Ne olursa, neye mal olursa olsun Demir’i alaşağı edecek. Bunu yaparken de hedefi ve yolda karşısına çıkan arasında bir ayrım yapmayacak.

Umut’un bu halde olması beni hem üzüyor hem de çok iyi anlıyorum onu. Umut Çınar Yılmaz’ı yaratmak için o kadar uzun zaman ailesinden uzakta kaldı ki onların iç dünyalarını, babasına yardım etmeyi, neye ihtiyacı olduğunu anlamayı beceremiyor. Ailesini uzaktan harika bir şekilde yaşatsa da, kardeşleri onu anlasa da o kendi içindeki sesleri asla susturamıyor. Bunu yapamadıkça da daha da öfkeleniyor. Umut’un öfkesi göz kararacak bir sinir değil tam aksine planlarını soğuk kanlı bir katil gibi planlamasına yardım eden, ruhunu karartsa da yolunu açan bir araç durumunda. Umut ve kardeşleri bir ahtapot gibi düşmanlarının etrafını ruhları bile duymadan sardı ve adım adım planlarını harekete geçirdi. Bu planın en kritik hamlesiyse şüphesiz Ayşe oldu bence.

Umut, Demir’i öyle bir kuşatmış ki adamın ruhu bile duymamış. Şu anda Demir’e en yakın insan olan Ayşe, Umut’un kaledeki en önemli silahı. Hem Demir’e yakınlığı ile önemli hem de kimsenin aklına gelmeyeceği gölge savaşçı durumunda. Açıkçası ben bu kadarını beklemiyordum. Umut bu planı ne kadar zamandır yapıyordu bilmiyorum ama sanki dünya savaşı planı kurar gibi her şeyi, her ihtimali hesaplayarak Demir’in karşısına çıkmış. Böl, parçala, yönet taktiği ile de Demir’in en zayıf iki noktasını keşfettiler : Luna ve Güven!

Güven Gümüşay, ailenin en zayıf halkası. Ne yaşadı, neler oldu bilmiyorum ama bir bağımlı olan Güven babasını takıntı haline getirmiş. Onun takdirini almak için neredeyse katil oluyordu. Güven’in ailedeki en karmaşık, sevgiye aç insan olduğunu düşünüyorum. Ne Ceren ne de Mete onun gibi değil. Attığı adımı babası için atıyor ama kafasına buyruk hareket ederken de gerisini, altını, üstünü hesap edemiyor. Bağımlı olması da cabası. Babası ailede en çok kızına güvenirken, oğlunu da böcek gibi ezmekten geri durmamış. Ceren’in anlattığı aile hikayesindeki sevgisizlik, güç takıntısı, şefkat görmemesi aslında iki çocukta da tamiri çok zor yaralar açmış gibi duruyor. Güven de Ceren gibi bir yudum şefkat, sevgi peşinde aslında. Bunu almak için cinayet işleyecek duruma gelmesinde de ben Güven’e kızsam da aslında bunların hepsi Demir’in hastalıklı takıntıların sonucu. Sevgisizlik insanı bu hale getirir miymiş, valla getirirmiş. Demir Gümüşay baktığında bir aileyi yok etmiş gibi durabilir ama bence iki aileyi yok etti.

Güven o kadar şefkate muhtaç ki ona sevgiyle bakan ilk göz olan Nil’e aşık oldu. Umay Nil görüntüsüyle, Güven’in kalbini çalarken kendisini de zor bir duruma soktuğunun henüz farkında değil. Güven sevdiği insanlara takıntı geliştiren biri. Babasına olan durumu ortada ve ben Nil’e ne yapacak bilmiyorum. Umut’un daha geçen hafta bunu söylemesi, Güven’in babası için  geldiği hali düşünecek olursak, yalın zamanda Nil’e de aynı şekilde takıntı gelişebilir. Düşünsenize Nil, onu çok kolay bir şekilde polise ifade vermeye ikna etti. Güven de daha iki gün önce babası için katil olmayı göze alan adam, gitti polise teslim oldu. Evet belki babasını satmaz ama sonuçta ailesinin adını riske atmayı da göze aldı. Ben bu durumun ayrıca sadece Güven için de geçerli olmadığını düşünüyorum. Diğer kardeşleri de Güven’den farklı değil.

Gümüşay kardeşlerin arasında sevgi haricinde korku bağı var. Şimdi yalan olmasın, Mete ile ilgili elimde çok veri yok bu sebeple öncelikle Ceren ve Güven üzerinden ilerlemek istiyorum. Kardeşler babalarının nasıl biri olduğunu, zalim olduğunu biliyor. Yine de onun yanında olmaktan geri durmuyorlar. Güven birini vurduğunda ya da daha önce birinin hayatını yıktıklarında buna gayet normal gözle bakabildiler. Aralarında belki Ceren sadece bu insan öldürme meselesinde çok takıldı. Yani yapılanların kötü olduğunu biliyor, buna sinirleniyorlar ancak söz konusu harekete geçme olunca bugüne kadar bunu yapmadılar. Umut onların arasına öyle bir nifak tohumları ekti ki yıllar sonra şimdi aile karıştı. Bunu da yine çocukları değil, Demir’in kendi evlatlarına düşman olmasını sağlayarak yaptı.

Gümüşaylardaki ilk ciddi sorun da Ceren ve babası arasında çıktı. Bartu vurulduğu dan beri dakika sayan Ceren, babasının yüzüne bile bakamaz hale geldi. Bugüne kadar yaptığı her şeyi iş için yaptığını düşündüğü babası, birden katil olarak karşısına çıkınca Ceren de bir aydınlanma yaşadı. Bartu ve küçük oğlu için bir süre susan Ceren, onlar güvende olduğu anda çıktı babasının karşısına. Buradan da aslında Ceren’in diğer kardeşlerinden farklı olduğunu görüyorum. Ne Mete ne de Güven o sözleri söyleyemedi Demir’e. Babasının katil olduğunu, kendisi için yapamayacağı şey olmadığını anladığında Ceren’in ona karşı tutunduğu son sevgi kırıntısı da yok oldu. Ben Ceren’in ailesine aman aman bir sevgi beslediğini en azından babasına karşı sanmıyorum. Ancak babasına saygı duyuyor, gücü karşısında geri adım atıyordu. Halbuki Ceren’in de dediği gibi bu güç tek başına olmadı, çocukları da en az onun kadar çalıştı. Güven’in bu halde olmasının bile en büyük sebebi bu güce tapan adamın, başka hiç bir şeye değer vermemesiydi. Bartu meselesiyle Ceren zaten  bağını kopartıp, kazandığı her şeyin kendi eseri olduğunu Demir’in suratına yumruk gibi indirirken belki de Umut’un son hamlesi baba kız ilişkisini tarihin tozlu sayfalarına karışmasını sağladı.

Demir daha Bartu meselesinin şokunu atlatamışken Luna ve Güven videosu tam da düğün günü herkes tarafından görülünce Demir kontrolden çıktı. Umut’un oyunuyla ihale Ceren’in üzerinde kaldı. Umut aslında Mete ile başlar derken, Ceren’de başlaması bana manidar geldi. Ali’nin aşk imasının ardından yolundan dönmemesi bana manidar geldi. Belki en başından beri plan buydu ama ben Mete ile başlamasını bekliyordum. Umut’un duygularıyla ilgili Ali’nin duyguları olmasının iması da Umut’u kızdırdı. Bu sebeple de Ceren’i merkeze alarak tehlikeli ve kirli bir oyun oynadı. Başarılı olur mu bilmiyorum ama sadece Ceren’in yanında UMUT olabildiğini düşünecek olursak, zaten ağrıyan kalbine bir de hayatı boyunca ailesi tarafından örselenen bir insanı ateşe atmanın verdiği ağrıyı da eklemiş oldu.

Ceren bu işten nasıl kurtulur? Haftaya göreceğiz.

Bu haftalık da benden bu kadar, haftaya yeniden görüşmek üzere, sevgiyle kalın ve mucizelere inanmaktan asla vazgeçmeyin.