Ç.T.: DEİK ile ne zaman ve nasıl tanıştınız?
Y.A.: Türk-Amerikan İş Konseyi kurulduğunda Amerika’da Dünya Bankası’nda çalışıyordum. Türk-Amerikan ilişkileriyle ilgilendiğim için gerek Türkiye’den gelen heyetlerle, gerekse Washington Büyükelçiliği’ndeki ilişkilerim nedeniyle tanıştım. Daha sonra Türkiye’ye döndükten sonra devlette çalışırken Özelleştirme Programının sorumluluğunu yürüttüğüm için, daha sonra da Ekonomi konusunda Başbakan Başdanışmanlığım nedeniyle özellikle ekonomik konulara odaklanan toplantılara katıldım. ‘No aid, but trade’ sloganı o tarihlerde Türk-Amerikan ilişkilerinin yönünü belirlemede önemli bir yön değişikliğinin de işareti oldu. Daha sonra kendimi özelleştirip yönetim danışmanlığı işine girince de gerek Amerika hakkında bilgim, gerekse bu konulara olan ilgim nedeniyle Türk-Amerikan İş Konseyi’nin yönetim kuruluna girdim. Belki yönetim kurulunda Şerif (Egeli) Bey’den sonra en uzun süre kalan kişilerden biriyim. Uzun seneler yönetim kurulu üyeliği, en uzun süre yönetim kurulu başkan yardımcılığı, son olarak da yönetim kurulu başkanlığı yaptım. Hâlâ da Amerika İş Konseyleri Koordinatör Başkanı olarak da ilgim devam ediyor.
Ç.T.: Türk-Amerikan İş Konseyi yönetiminde ilk kez görev aldığınızda ikili ilişkilerimiz nasıldı? Geçen yıllar içinde neler başarıldı? Sizin öncelikleriniz arasında olan, ama çeşitli engellerle karşılaştığınız, gerçekleşmeyen şeyler nelerdir?
Y.A.: Biliyorsunuz Türk-Amerikan İş Konseyi temelde Sayın Özal’ın inisiyatifiyle kuruldu. Amerika’da Türkiye karşıtı lobiler vardı. Özellikle iş dünyasında Türkiye’nin çıkarlarını gözetecek bir karşı lobinin oluşturulmasına destek olmak amacıyla kuruldu. DEİK bünyesinde her iş konseyi için bir karşı muhatap kuruluş aranıyor. Karşı muhatap kuruluş olarak da eskiden Türkiye’de görev yapmış, sonradan Amerika’ya dönmüş, ağırlıklı olarak eski askerlerden oluşan ve “American Friends of Turkey” yani “Türkiye’nin Amerikalı Dostları” adını taşıyan bir grup vardı. Ancak Türkiye kanadını iş dünyası sahiplendiği için, karşı tarafta da iş dünyasını temsil eden bir kuruluşla bağlantı kurulmak istendi, kültürel ve duygusal bağın ötesinde. Bu nedenle Chamber of Commerce (Ticaret Odası) bağlantısı olan iş adamlarından başka bir grup daha oluşturuldu, ve onlarla da bir işbirliği başlatıldı. Fakat karşıda iki başlı bir yapı olması başka sıkıntılara yol açtı. Herkes konuyu başka tarafa çekebiliyordu. Kaynaklar zaten kıttı. Olan kaynaklar da dağılıyordu karşı tarafta. Türkiye ile ilgili bir sivil toplum örgütü kurmak kolay değil Amerika’da. Bu nedenle bizim inisiyatifimizle, Mustafa Koç’un başkan, benim başkan yardımcısı olduğum dönemde, bu iki kuruluşun birleşmesi için lobi çalışmaları yapıldı. Birlikte nasıl daha etkili olabileceklerini anlattık. Her iki taraf da ikna oldu. ATC bu şekilde kuruldu. Aslında ATC’nin farklı ilgilerini tek bir çatı altında toplama fikri ve inisiyatifi ilk Türk tarafından gelmiştir. Ancak bir değerlendirme yapmamız gerekirse, her iki kuruluş da Washington odaklı kuruluşlardı ve ilişkiler ağırlıklı olarak o kuruluşların bürokrasisi tarafından yürütülüyordu. Bu nedenle daha çok lobicilik tarafının ve Washington’da etkili olan savunma sanayii gibi kuruluşların ağır bastığı, ama ticari boyutunun Türk tarafı kadar geniş olmadığı bir yapı halinde kaldı. Karşı tarafta bunu geliştirme çabalarımız da yeteri kadar başarıya ulaşamadı maalesef. Oysa Amerika, özellikle diğer pek çok iş konseyine nazaran şöyle bir farklılık içeriyor: Amerika, tek bir merkezden yönetilen bir yer değil. Özellikle de ekonomi boyutuna baktığınız zaman, çok merkezli bir yönetim görüyorsunuz. Eyaletlerin her biri çok büyük. Bazı eyaletler dünyanın en büyük ülkeleri arasında sıralanabilecek büyüklükte. Değişik sanayiler farklı yerlerde odaklanmış durumda. Bunlar birbirinden çok uzak ve Washington’un sanayi üzerinde o kadar ağırlığı yok. Dolayısıyla ilişkileri çok daha çeşitlendirme gereği var. Biz bu çeşitlendirmeye yönelik olarak birçok faaliyeti başlattık. Neler yaptık? Mesela eyaletler bazında ziyaretler, geziler ayarlama konusunda öncü girişimlerde bulunduk. Örneğin New York’ta finans piyasasında birçok yatırımcının bulunması nedeniyle New York’taki toplantıları düzenli hale getirdik. Birçok eyalete iş adamlarından heyetler götürdük. İnsanların bilgiye daha kolay ulaşabilmesi için, Amerika’nın bu konudaki gelişmişliği de göz önüne alınarak, DEİK’te internet portalını ilk geliştiren iş konseyi yine Türk-Amerikan İş Konseyi oldu. Ancak taşıma suyuyla bu tekerleği döndürmek çok zor. Çünkü Türkiye’den üç beş kişi, Türkiye’nin potansiyelini anlatmak üzere diyelim ki Ohio’ya veya Teksas’a gidiyoruz. Eğer orada düzenli çalışacak bir karşı muhatap kuruluş yoksa, her gittiğimizde organizasyonu yaparken orada başka biriyle çalışıyoruz. Bu bir organizasyon kuruluşu da olabiliyor, oranın ticaret odası da. Bunun gibi yüzlerce toplantı yapıyoruz. Fakat bu toplantıların arkasını getirecek takibin Türkiye’den yapılması çok güç. Gerek bizim yaygın bir ticaret ataşeliği örgütümüzün olmaması, gerekse karşı kuruluşumuzun kendini Washington’a hapsetmesi ve vizyonunu o şekilde belirlemiş olması, bizim bu faaliyetlerimizin yeteri kadar ileriye gitmesinin önünde bir engel oluşturdu. Dolayısıyla ilişkiler istediğimiz seviyeye henüz gelemedi.
Ancak, Türk-Amerikan İş Konseyi, özellikle içerik geliştirmeye hep önem verdi. “Eyaletlerde nasıl iş yapılır?” üzerine iş rehberleri hazırladık. Hangi sektörlerin cazip olduğuyla ilgili araştırmalara öncelik verdik. Bu tip araştırmaların her şirket tarafından ayrı ayrı yaptırılması bir ülke için büyük kaynak israfı. Türk-Amerikan İş Konseyi, herkesin faydalanabileceği ürünler ortaya çıkardı.
Ayrıca, Türkiye ile Amerika arasındaki ticari ilişkilerde ne gibi engeller var? Bunların tespit edilmesi ve giderilmesi için birtakım çalışmalar yapıldı. “Amerika ile nasıl iş yapılır, hangi konulara odaklanmak gerekir?” gibi konularda birtakım güncel raporlar hazırlamak ve bunları herkese açık tutmak suretiyle bu konudaki ilişkilerin geliştirilmesine katkıda bulunuldu. Ama bu iş takip ve süreklilik meselesi. Bu sürekliliği sağlama ihtiyacı var hâlâ.
Ç.T.: Bunun bir de Türkiye boyutu var. TAİK’in Anadolu toplantılarından da biraz söz edebilir misiniz?
Y.A.: TAİK o konuda da bir ilki başlattı. İş konseyi faaliyetlerinin sadece İstanbul-Washington veya İstanbul-New York arasıyla sınırlı kalamayacağının bilincinde olduğumuz için, özellikle Amerika’ya ihracat yapabilecek kapasitede endüstrisi olan çeşitli illerimizde, Amerika pazarının cazibesini ve orada nasıl iş yapılacağına yönelik bilgileri bizzat anlattığımız toplantılar düzenledik. Bunlar, genellikle sanayi ve ticaret odalarının bulunduğu daha büyük illerimizde yapıldı. On küsur il ziyaret edilerek, özellikle o ilde ağırlıkta olan sektörlerde Amerika ile iş yapan örnekleri de oralara taşıyarak, hukuk boyutuyla, iş boyutuyla ve bu konuda Amerikan Büyükelçiliği, Türk Dışişleri ve Türk Dış Ticaret Müsteşarlığı ile de işbirliği gerçekleştirerek bu ziyaretleri yaptık. Ayrıca Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın “Amerika yılı” ilan ettiği sene, odaklanılacak eyaletler konusunda katkıda bulunduk.
Bunun yanı sıra TAİK’in başka rolleri de oldu. Örneğin Amerika’da ATC ile beraber yaptığımız toplantı haftasının, bütün Washington’da Türkiye’nin gündeme geldiği bir hafta olmasını sağladık. Eskiden tüm etkinlik sadece bir toplantıdan ibaretti. Ama artık son senelerde Türkiye’den ciddi insanlar geliyor diye şunu gayet iyi biliyoruz ki Amerika’da birçok bakanlık kendi arasında ön hazırlık toplantıları yapıyor; hem Türkiye ile kendi konularını gayri resmi kanallardan alanda dile getirebilmek için, hem de Türklerin mesajlarını algılayıp ona göre cevap verebilmek için. Dolayısıyla bu sadece basit bir toplantı olmuyor, aynı zamanda birçok noktayla çeşitli görüşmeler de yapılabiliyor.
Ayrıca TAİK, Amerika ile Türkiye arasındaki stratejik işbirliğinde özel sektörü temsilen de görev aldı. Ve Amerika tarafında, ATC’nin benzer bir görevi üstlenmesi için lobi yapan gene Türk tarafı oldu. Dolayısıyla TAİK-ATC ilişkilerinde, özellikle ticareti geliştirmeye yönelik çabalara çoğu kez bizim tarafımız liderlik etti. Bu, karşı tarafın konuya fazla odaklanmamasından kaynaklanıyordu belki. Böyle bir durumda inisiyatifi ele alsanız bile uygulanmasında yeteri kadar etkili olamayabiliyorsunuz maalesef. Ancak bu toplantılarda çok önemli gelişmeler de sağlandı. Mesela Amerikan Eximbank’ın verdiği kredilerde, Türkiye’yi bazı Orta Asya ülkeleri ile aynı risk grubuna dahil ettiğini tespit ettik bu görüşmelerde. Bunu tespit eder etmez –bunun tabii ki gerçekçi bir tarafı olmadığı için– derhal Amerika’daki çeşitli bakanlık ve kuruluşlarla kontak kurup, lobi yoluyla kısa sürede Türkiye’nin çok daha düşük risk grubunda yer almasını sağladık. Bu gelişme Amerikan Eximbank ile iş yapan bütün Türk şirketlerine ticari fayda sağlayan bir unsur oldu. Ticari engellerin ortadan kaldırılmasına yönelik olarak, Türkiye ile Amerika arasında ne gibi sıkıntılar varsa, gerek Türk hükümeti, gerekse Amerikan hükümeti nezdinde bunların tanımlanması, belirlenmesi ve ne gibi alternatifler üretebileceğine dair içerik geliştirme ve bunu ilgili mercilere sunma konusunda çeşitli çalışmalar yapıldı. Dolayısıyla Türk-Amerikan İş Konseyi’nin faaliyetleri sadece iş dünyasını bir araya getirmekle sınırlı değil. Konsey’in bir taraftan gerektiğinde siyasi lobi yapılması, bir taraftan bilgi üretilmesi ve bunun paylaşılması, bir taraftan ticari konulardaki engellerin tanımlanması ve bunların ortadan kaldırılması için lobi yapılması, bir taraftan ilişkinin bütün boyutlarının ortaya konulduğu raporların hazırlanması, bir taraftan da kültürel boyutta çeşitli faaliyetlerle bu ilişkinin zenginleştirilmesi ve değişik boyutların kazandırılması yönünde ciddi çalışmaları oldu.
Ç.T.: Aslında Türk-Amerikan İş Konseyi’nin hep ilkleri oldu değişik konularda. Bunları söylerken aklıma depremden sonra Amerikan İş Konseyi’nin AKUT ile işbirliği geldi. O da ilginç bir konu. Ona da değinebilir misiniz?
Y.A.: Türk-Amerikan İş Konseyi olarak, deprem sonrasında Amerika’daki ilgili kurumlarla AKUT’un birlikte çalışma yapması sağlanarak, oradaki bilgi birikiminin Türkiye’ye kazandırılması konusunda çeşitli desteklerimiz oldu. Bu organizasyonları sağladık. Bunun sonucunda bazı kitaplar çıktı. TAİK, Türkiye’ye sadece iş boyutuyla değil, kültürel ve sivil toplum boyutuyla da katkıda bulunan çok sayıda faaliyet düzenledi.
Ç.T.: Kapsadığımız dönem içerisinde 11 Eylül yaşandı, ardından Afganistan ve Irak operasyonları oldu. Bunlar ikili ilişkilerimizi nasıl etkiledi Amerika ile?
Y.A.: Açıkçası Amerika ile olan ilişkilerimizi, 11 Eylül’den sonraki Irak konusu daha çok etkiledi. Oldukça stresli bir noktaya getirdi. Özellikle o dönemki Amerikan hükümetinin en önemli gündem maddesi bu olduğu için konu sadece savunma boyutuna değil, ilişkinin bütün boyutlarına yansıdı. Bunu ortadan kaldırmak da epey yoğun bir çaba ve uzunca bir zaman gerektirdi. Benim şöyle bir inancım var: Türk-Amerikan İş Konseyi’nde genellikle başkanlığın Türkiye ile Amerika arasında en büyük işleri yapan insanlar tarafından yürütülmesinin hem yönetişim, hem de temsil açısından daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Aynı yaklaşım aslında bütün iş konseyleri için geçerli. Hakikaten belli bir ülkeyle en yoğun iş ilişkisi olan kişilernin en fazla teması oluyor, dolayısyla ilişkinin en saygın düzeyde götürebilmesini sağlıyorlar. Dolayısıyla tercihimizin bu yönde olmasına rağmen, Irak krizi sonrasında ilişkilerin çok gergin olduğu dönemde bu sorumluluğu üstlenecek büyük iş adamları çekingen davrandıkları için Başkanlığı üstlenmek durumunda kaldım.
Ç.T.: Zor bir dönemdi.
Y.A.: Evet. Ama bunca senelik deneyimi ortada bırakmamamız gerekiyordu. O dönemde şu tip faaliyetlerle konuya yaklaşmaya gayret ettik: Türk-Amerikan ilişkilerinin sadece savunma boyutlu olmadığını, hatta sadece ticari boyutlu da olmadığını, birden fazla boyutunun olduğunu ve bu ilişkilerde aslında ortak çıkarların neler olduğunu vurgulamanın bu ilişkileri daha da güçlendireceğini belirten yaklaşımlar sergiledik. Bu kapsamda da gerek spor faaliyetleri, gerek kültürel faaliyetler, gerekse farklı bakış açılarının Amerikalılar tarafından dinlenmesini sağlayacak ortamlar oluşturmaya gayret ettik. Ayrıca bilgi üretimi ve paylaşımı konusundaki inisiyatifleri o dönemde biraz daha hızlandırdık. Amerikalıları Anadolu gezilerine davet ederek, Türkiye’nin nabzını veya bakış açısını daha dengeli bir şekilde değerlendirmelerine yardımcı olmaya gayret ettik. Yeni bir konuşmacı dizisi başlattık. Öğle yemeklerinde konuların çok farklı boyutlarıyla ele alınacağı şekilde yapmaya gayret ettik. Böylelikle ilişkinin tek bir gündem maddesine hapsolmasının önüne geçmeye çabaladık. Herhalde biraz bu çabaların sonucunda, biraz da zamanın geçmesiyle, ilişkiler gene olması gereken bir noktaya doğru ilerledi. Çünkü hakikaten Amerika ile Türkiye’nin çıkarları aslında birçok noktada örtüşüyor. Zaten ülkelerarası ilişkiler, örtüşen çıkarlar üzerinden daha fazla ilerletilebilir. Dolayısıyla bu örtüşen çıkarları ortaya koymanın, bunun ne kadar çok boyutlu olduğunu, ne kadar derin olduğunu ve ne kadar uzun senelere dayandığını hatırlatmanın bu zor dönemi aşamada önemli katkılar sağladığını düşünüyorum.
Ç.T.: 2001 krizinin arkasından Türkiye’de yeniden yapılanma çalışmaları ağırlık kazandı. İstikrarın belli ölçüde sağlanmasıyla da yabancı sermaye girişi arttı. Yabancı sermaye konusunda DEİK’in ve iş konseylerinin katkıları oldu mu?
Y.A.: Yabancı sermayenin Türkiye’yi hedef olarak seçmesi tabii biraz da ekonomik istikrarın sağlandığı döneme denk geliyor. Ama Türkiye’nin örneğin Amerika tarafından gelişmekte olan en büyük on pazar arasında sayılmasına TAİK’in de bir katkısı oldu. Çünkü bu çalışmanın yapıldığı dönemde özellikle bilgi açısından Amerika’da birçok görüşmemiz oldu, katkıda bulunduk. Türkiye’nin Amerika tarafından, dünyanın gelişen on pazarı arasında değerlendirilmesi aslında diğer ülkelerin de ilgisinin Türkiye’ye yönelmesine neden oldu.
Ç.T.: Arkasından aynı şeyi İngiltere, Fransa yaptı.
Y.A.: İlk olarak Amerika’da başladı. Bu işi tabii ki tek başına TAİK yapmadı, ama TAİK Türkiye’nin bu çalışmada yer alması konusunda katkılarda bulunmuş oldu. Türkiye on ülke arasında yer aldıktan sonra bu bilginin yaygın olarak duyurulmasında da katkıda bulundu. O da çok kritikti. Yani sadece listede olması değil, bilinmesi de önem kazanıyor. Özellikle 2004’ten sonra Türkiye’ye çok ciddi miktarda yabancı sermaye geldi ve bu sermaye elbette ki ilişkilerin değişik boyutlarında TAİK ile de işbirliği içinde oldu. Biz, 2001 krizinden sonra özellikle Sayın Derviş aracılığıyla Amerika’daki bilgi birikiminden faydalanmıştık. Ama en son krizde de Amerika, Türkiye’deki birikimden faydalanmaya başladı. FDIC (Federal Deposit Insurance Corporation), BDDK’ya “Bankalara stres testini nasıl uyguluyorsunuz?” diye eğitim için adam gönderiyor. Ben bu gelişmenin, ilişkilerin nasıl daha dengeli olabileceğini, aslında herkesin birbirine verebilecek sadece mali kaynak veya yabancı sermaye değil, aynı zamanda entelektüel sermayesinin de olduğunu göstermesi adına çok önemli olduğunu düşünüyorum. Artık dünyada ilişkiler her boyutta iki taraflı. Bir tarafın bir tarafa dikte ettiği veya ilişkilerin tek yönlü olarak işlediği bir yaklaşımla değil, karşılıklı paylaşımla daha zenginleşmeye doğru gidildiği bir ortamda yaşıyoruz. Nitekim bunun ilk adımlarından biri, Sayın Özal’ın önemli bir sözüyle atılmıştı: “No aid, but trade!” Biz destek istemiyoruz; ticaret yapalım, beraber iş yapalım, böylelikle birbirimizden faydalanalım, karşılıklı olarak bilgi birikimimizi artıralım. Belki de FDIC’nin Türkiye’de BDDK’dan yardım istemesi o vizyonun güzel bir noktaya geldiğini göstermiş oluyor. Konu artık zengin ülkelerin diğer ülkelere bağışta bulunması meselesi değil, birlikte daha çok iş yapılması meselesi.
Ç.T.: Türk yöneticiler de uluslararası piyasada çok aranan kişiler oldular bu dönemde, kriz tecrübeleri nedeniyle.
Y.A.: Sadece kriz tecrübeleri nedeniyle değil. Kriz tecrübeleri hakikaten Türk yöneticileri ön plana çıkardı. Bana bir seferinde Pfizer’ın yönetim kurulu başkanı Davos’ta şunu söylemişti: “Türkiye’den en büyük ihracatımız 30 yaşın altında yöneticiler.” Çünkü 30 yaşın altında o kadar çok iniş çıkış, o kadar çok farklı ortam görmüş oluyor ki, çok daha hızlı deneyim kazanıyor. Diğer bir konu, Türk yöneticilerin –biraz da Türkiye’nin kültürel ve tarihi gelişimi nedeniyle– çok farklı kültürlerle temas içinde olması. Mesela Japonya’da ilişki kurabileceğiniz yerler çok daha sınırlı, çünkü çok daha kapalı bir toplum. Amerika’da olduğunuz zaman, dünyadan iki tane okyanusla ayrılmış vaziyettesiniz, ne kadar açık olursanız olun. Ama Türkiye, tarihi İpek Yolu’ndan tutun, bütün tarihi olayların her zaman ortasında olmuş bir ülke. Dolayısıyla Türk yöneticisi Kazakistan’da da, Almanya’da veya Japonya’da da faaliyet gösterebiliyor. Yani uyum yeteneği fazla. Çok hızlı hareket edebiliyor, çok çabuk adapte olabiliyor. Nitekim mesela Körfez Krizi olduğunda, ilk İran-Irak Savaşı sırasında, Irak’a olan sınırımız bir gecede kapatıldığında, ihracatımızın yaklaşık yüzde 13’ü Irak’a gidiyordu. Ayrıca Ortadoğu’ya yapılan ihracatın büyük kısmı Irak’tan geçiyordu. Bu şartlar altında, böyle bir sınır kapatmasını göze alabilecek dünyada çok az ülke vardır. Fakat daha da önemlisi, sınırın kapatılmasının ardından o sene ihracatın düşmemiş olması, hatta artmış olasıdır. Çünkü Türk girişimcisi başka pazarlara, özellikle o dönemde Orta Asya’ya, bu dönemde de daha çok Afrika’ya yönelebilme becerisini gösteriyor. Bu esneklik ve hızlı hareket edebilme kabiliyetinin, aynı zamanda Türk yöneticilerinin dünyada ön plana çıkmalarının nedenlerinden biri olduğunu düşünüyorum.
Ç.T.: Kanada İş Konseyi’nin başkanlığını sürdürüyorsunuz uzun bir süredir. Kanada İş Konseyi’nde öncelikleriniz, hedefleriniz neler, neler yapmak istiyorsunuz?
Y.A.: Kanada aslında Amerika’nın verimliliği ve etkinliği ile Avrupa’nın kültürel yaklaşımını birleştiren bir ülke. Çok büyük olmasına rağmen çok az vatandaşı olan bir ülke. Genellikle “Güçlükten güç doğar” diye bir anlayış vardır. Niçin cep telefonu teknolojileri daha çok kuzey ülkelerinde, İsveç’te, Norveç’te gelişmiş? Çünkü bakır kabloyu buzun altından döşemek çok pahalı. Bu nedenle orada bir çözüm bulunmuş. Kanada da çok büyük bir ülke ve az sayıda insan olduğu için özellikle bilgiyi paylaşma konusunda en etkin ülkelerden biri. Bunların, Türkiye’nin faydalanabileceği konular olduğunu düşünüyorum. Ayrıca Kanada, madencilik, enerji, çevre ve birtakım teknoloji konularında öne çıkmış bir ülke. Bunlar da özellikle büyük yatırımlar gerektiren, bilgi birikimin önemli olduğu sektörler. Nitekim Kanadalı şirketlerin Türkiye’ye olan ilgisi ağırlıklı olarak bu sektörlerde oluyor. Son dönemlerde bir gelişme daha var. Özellikle 11 Eylül 2001’den sonra Amerika’ya vize alınması zorlaştığı için Türk gençleri Kanada’yı keşfetmeye başladılar. Ve bu keşif sonucunda da şöyle bir yargıya varılmaya başlandı: Aslında Kanada’daki eğitim sisteminin ortalaması Amerika’dan daha iyi. Hele, paranın karşılığı (“value for money”) olarak bakacak olursak kesinlikle çok daha iyi. Amerika’nın en öne çıkan üniversitelerini bir kenara koyarsak, genelde ortalamada Kanada son derece sağlıklı ve iyi bir eğitim sistemine sahip. Bu nedenle de son senelerde, özellikle yurtdışında okuyan Türk gençlerinin daha çok hedeflediği ülkelerden biri haline geldi. İş dünyası açısından da Kanada’yı şu nedenle önemsiyorum: Genellikle baktığınız zaman dünyada dış ticaretin yaklaşık yüzde 50’si aslında aynı şirketin farklı ülkelerdeki branşları arasında gerçekleşiyor. Bunun dışında kalan çok önemli bir kısmı da, bir ülke vatandaşlarının diğer ülkede yaşayanlarıyla o ülke arasında gerçekleşiyor. Mesela bugün Türkiye ile Almanya arasındaki ticari ilişkinin çok zengin olmasının sebeplerinden biri, Almanya’da yaşayan Türk asıllı insanların yoğun olmasıdır. Bunu sadece Türkler olarak görmeyelim. Mesela Endonezya ile Çin arasındaki ilişkinin çok olmasının nedeni de Endonezya’da yaşayan Çinlilerdir. Çünkü iki kültüre de daha yakın, daha hâkim. Dolayısıyla da iki toplum arasında nerede bir ekonomik değer yaratabileceğini daha kolay tespit edip gerçekleştirebiliyorlar. Bir ülkenin kültürüne hâkim olabilmenin en temel araçlarından bir tanesi de o ülkede eğitim görmüş olmak. Dolayısıyla Kanada’ya daha çok Türk öğrencinin gidiyor olması, aslında önümüzdeki 10-15 sene içerisinde Kanada ile Türkiye arasındaki ekonomik ve ticari ilişkilerin daha çok gelişeceğinin bir göstergesidir diye düşünüyorum. Dolayısıyla gençlerin Kanada’ya gitmesi sadece eğitim açısından değil, ekonomik ve kültürel ilişkilerin gelişmesi açısından da önemli.
Bunun yanı sıra özellikle geçen sene Kanada ile olan önemli sorunlarımızdan bazılarını aşmaya başladık. Bunlardan biri çifte vergilendirme anlaşmasıydı, en sonunda geçti. Ayrıca Kanada ile iş yapmanın en büyük güçlüklerinden bir tanesi uzak mesafe. Ama mesafe kilometre veya mille belirlenmez, zamanla belirlenir. Dolayısıyla direkt uçuşların olması bu mesafeyi kısalttı. Bunun da ticaretin gelişmesine fayda sağlayacağını düşünüyoruz. Buradaki faaliyetlerimiz gene Amerika’daki gibi daha çok bilgi üretmek ve paylaşmak, özellikle de belli sektörel etkileşimleri zenginleştirmek üzerine odaklanıyor. Çünkü genel etkileşimler işe daha zor dönüşüyor. Halbuki sektörlerindeki uzman kişileri bir araya getirdiğimiz zaman oradan bir sonuç elde etmek daha kolay olabiliyor.
Faaliyetlerimiz bunlarla da sınırlı değil. Hem kültürel boyutta, hem de siyasi lobi boyutunda çalışmalarımızı devam ettiriyoruz. Çünkü bazen siyasetteki konular ticaretin önüne engel olarak çıkabiliyor. Bununla ilgili küçük bir anekdot anlatayım: Kanada’da adını Türkiye’den almış bir şehir var. Adı Kars. 1800’lerde Rusların Kars kuşatması sırasında bir İngiliz generali (William Fenwick Williams) Kars’ta bulunuyor ve Türklerle birlikte bu kuşatmada savaşıyor. Savaş bittikten sonra Türklerin kahramanlığını övmek adına kraliçeye bir mektup yazıyor, diyor ki “Kanada’da bir yere bu cesur ilin adını verelim.” O sırada Kanada’nın kurtuluş savaşı lideri Wellington’ın adını taşıyan iki tane şehir var. Bunlar posta sisteminde karışıklık yaratıyor. Bunlardan bir tanesi “Tamam, biz adımızı Kars ile değiştirelim” diyor. Dolayısıyla Kanada’nın kahramanının adını taşıyan bir şehir, Türkiye’deki kahraman bir şehrin adını alıyor. Tamamen Kars’ın cesareti, vatanına bağlılığı göz önüne alınarak, İngiltere hükümdarının onayıyla Kanada’da bir yere Kars adı veriliyor.
Ç.T.: Çok hoş. Siz gittiniz mi?
Y.A.: Gitmedim ama gideceğim inşallah. Ottowa’ya yakın bir yerde. Bunu da yakında gündeme getireceğiz. Şu an bu konuyla ilgili olarak çalışıyoruz. Bu konuyu her iki ülkede de gündeme getireceğiz. Kültürel faaliyetlerin bir parçası olarak bu bilgiyi yaygınlaştırmaya gayret edeceğiz.
Ç.T.: Konseylerden biraz DEİK’e dönersek. DEİK önümüzdeki dönemde hangi çalışmalara ağırlık vermeli? DEİK vizyonunu ve misyonunu önümüzdeki dönemde nasıl belirlemeli sizce?
Y.A.: Bir kere DEİK’in dikkat etmesi gereken bazı konular var. Bunlardan birincisi, en büyük güçlerinden biri olan iş konseylerinde, özellikle de yönetim kurullarında gerçekten o ülkeyle ciddi işi olan kişilerin bulunmasının göz ardı edilmemesi gereği. Bu çok kritik bir konu. Yoksa iş konseyi etkinliği önemli ölçüde düşer. En önemli özelliklerinden biri budur DEİK’in. İkincisi DEİK’in nitelikli profesyonel kadrosunun sayısının ve niteliğinin artırılması ihtiyacı. Çünkü artık bilgi daha kolay ulaşılabilir hale gelmeye başlıyor. Ama burada önemli olan analiz yapabilmek, doğru bilgiyi doğru zamanda doğru kişilere ulaştırabilmek. Bunlar belli bir sofistikasyon gerektiriyor ve özellikle de o ülkelerde ilişkileri belli bir süre götürebilen insanlarla ancak yapılabiliyor. O nedenle biraz devamlılık lazım, ilişkileri götüren koordinatörlerde, koordinatör yardımcılarında. Kadrolarda hızlı değişim yaşanması bu kurumda pek sağlıklı olmaz. DEİK’in nitelikli insanları orada tutabilecek personel politikaları uygulaması önemli. Çünkü yönetim kurulunda bulunan insanların çok kısa zaman ayırabildikleri bir çalışma düzeni içerisinde DEİK profesyonellerine çok iş düşüyor. İş dünyası liderlerinin faaliyetlerinin etkin olabilmesi için gerek içerik hazırlığının, gerek organizasyonel hazırlığın üst düzeyde olması lazım. Bunların da iyi yapılabilmesi için hassasiyetleri, kiminle ne iş yapılabileceğini çok iyi bilen insanlara ihtiyaç var. Bu konuya daha fazla ağırlık verilmesi gerektiğini düşünüyorum; personel politikalarıyla motive edebilmek, insanları daha mutlu tutabilmek, çalışanların kariyerleri açısından bu ilişkiye yatırım yapılmasını sağlamak DEİK’in başarısı için önemlidir. Üçüncüsü, özellikle bilim insanlarıyla ve araştırmacılarla içerik geliştirmek çok önemli. İnsanların artık fazla zamanı yok. Dolayısıyla bir ülkeyle ilişkide neden Türkiye’nin daha avantajlı olduğunu anlatmak için hem hakikaten birçok bilginin içerisinden doğru konulara odaklanambilme yeteneğine sahip olmak, hem de bunları bir gazeteci anlayışıyla çok basit ama vurucu bir şekilde ifade edebilmek lazım. Mesela bu konuya Hintliler, Çinliler çok daha fazla odaklanıyorlar. İyi birtakım gelişömeler olduğu zaman bunu en etkin şekilde duyuruyorlar. Bu da başka bir imaj getiriyor arkasından. Türkiye’nin bu tanıtım boyutunu sadece iletişim olarak değil, hem geliştirdiği içeriğin kalitesiyle, hem de karşı tarafın algılayacağı şekilde düşünüp vurgulamasıyla yürütmesinde yarar var. İşin kültürel boyutuyla ilgili bir örnek vereyim. Bugün bir Türkiye filmi yapmak ve bu filmi Amerika’da göstermek Türkiye’nin tanıtımı için yararlı olmaktan uzaktır. Çünkü Türkiye ile çok fazla kişi ilgilenmiyor. Ama bugün Hıristiyanlığın tarihine ilişkin bir film yapıp, bunun içerisine Kapadokya olmasaydı Hıristiyanlığın Romalıları aşamayacağını, bugün hayatta olmayabileceğini ya da Santa Claus’un Türkiye doğumlu olduğunu eklerseniz, Türkiye’de turizmi geliştirmek ve insanların kafasındaki Türkiye imajını değiştirmek adına daha etkili bir iletişim yapmış olursunuz. Dolayısıyla müşteri odaklı iletişim yapacak yaklaşımları sergilememiz lazım. Bizim açımızdan değil, onlar açısından önemli olanı ortaya koymamız gerekiyor. Onlar açısından ne önemli ve bu nasıl anlatılabilir? Bu belli bir sofistikasyon gerektiren bir husus. Dolayısıyla bu konudaki uzmanlarla çalışmak lazım, network’ün olması lazım. Bu insanların hepsinin DEİK içerisinde olması gerekmiyor. Ama böyle bazı network’ler oluşturup, o insanların sürekli bu konuya kafa yormasını sağlayacak bir kaynak alışverişi içerisinde olmanın yararına inanıyorum. Bir başka konu, mutlaka ve mutlaka interneti daha etkin kullanmalıyız. Bir yatırımcı veya işadamı Türkiye ile ilgili herhangi bir arama yaptığı zaman, bizim istediğimiz başarı hikâyelerinin, istediğimiz mesajların ön plana çıkmasını sağlayacak altyapı çalışmalarını yapmalı ve bunları güncel tutmalıyız. Güncel tutulmayan bilgiler insanların ilgisini çekmiyor. Dolayısıyla bu konuda blog’lar oluşturulması gerektiğini, şu anda yaptığımızın çok daha ötesine geçmemiz gerektiğini düşünüyorum. Son olarak da Türkiye’nin dış ilişkilerinin boyutlarının ne kadar zengin olduğunu çok farklı yerlerde faaliyet göstererek ortaya koymalıyız. Mesela kültürel boyuta bir örnek olarak, Türk sinema haftası değil yapılması gereken. Önemli olan Oscarlarda Türk filmlerinin olması. Ya da bir Türk fuarı düzenlemek değil olması gereken. Ama bir ayakkabı fuarı düzenleniyorsa Amerika’da, en büyük ayakkabı fuarında, Türk firmalarının o fuarda en çok ilgi çekecek şekilde gözükmesini sağlamak, önemli olan. Çünkü Türk fuarı diye bir organizasyon yapılırsa, oraya sadece orada oturan Türkler veya zaten Türkiye ile ilgilenenler gider. Ama ayakkabı fuarına ayakkabı alacak kişiler gider. Gerçekten ayakkabı alacak adam en çok senin şirketlerinin pavyonundan etkileniyorsa, Türkiye’nin değeri artar. Son bir nokta olarak, biraz da kafamızı bizim ne istediğimizin ve ikili ilişkilerin ötesinde, muhataplarımızın önem verdiği konulara yormak, bunları ortaya çıkarmak önemli. Biz başkalarının sorunlarını çözmeye nasıl katkı yapabiliriz? Bu, AB ile ilgili konularda da geçerli. “Avrupa’nın en önemli sorunu nedir?” sorusunun cevabını bilen Türklerin sayısı azdır. Cevabını bilmeyi bırakın, bu soruyu soran insanlar da pek yok. Oysa bu soruyu sormadan gerçekten Avrupalı olunamaz. Aynı şekilde diğer ilişkiler için de böyle düşünmek lazım. Karşı tarafın önceliklerini belirleyip, onlara nasıl katkıda bulunabileceğimizi belirlemek etkinliğimizi artırır. Karşımızdakilerin en önemli sorunları ne? Ben ülkemi herkesten iyi biliyorum, bu sorunlara nasıl çözüm üretebilirim? Amerika’da mesela Louisiana’daki felaket yaşandığı zaman, buraya en önemli katkıyı nasıl sağlayabiliriz? Sağladığımız zaman, Türkiye fark edilmeye başlıyor. Ya da yapılan bir araştırmaya “Türk araştırmacıları nasıl katabiliriz?” gibi bir bakış açısına gitmeye ihtiyaç var. Bunu sağlamanın aracı da, birincisi yönetim kurullarının konulara bu şekilde bakması, ikincisi de DEİK’te doğru kaynakları tespit edecek profesyonel kadronun o sofistikasyonda olması. Yani DEİK’in bunu bizzat kendisi yapması gerekmiyor ama, “Türkiye’de kim, ne yapabilir?” sorusunun cevabını iyi bildiği zaman onu harekete geçirme etkisi de olabilir. Çünkü Türkiye’deki o kaynağın da dünyanın her yerindeki konuları takip etme imkânı o kadar olmayabiliyor. O nedenle profesyonel kadronun niteliği, bunların hem iletişim becerileri, hem de ilişki yaygınlıkları, Türkiye’nin daha iyi tanıtılmasına fayda sağlayacaktır.
DEİK’in yapması gereken hususlardan bir tanesi de başarılı ülkeleri benchmark olarak almaktır. Kim, neyi, nasıl bizden daha iyi yapıyor? Bunun, her sene DEİK’in yönetim kurulunda değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. “Hangi ülke ile hangi ülke arasında kim, nasıl ilişki kuruyor? Hindistan ne yapıyor? Dubai ne yapıyor? Yunanistan ne yapıyor, nerede ilan veriyor, hangi faaliyetleri götürüyor? Biz bunların neresindeyiz? Bunlardan öğrenerek kendimizi nasıl geliştirebiliriz?” sorularını sormanın da çok faydalı olacağını düşünüyorum.
Ç.T.: Dünyadaki son gelişmeler çerçevesinde, 2023’te Türkiye’yi nerede görüyorsunuz? Türkiye bölgesel bir güç mü olur, yoksa küresel bir güç haline gelebilir mi? 2023’te Türkiye’nin ihracatının 500 milyar dolara çıkmasına dair bazı hedefler var. Bunun için neler yapılması lazım?
Y.A.: Ülkelerin konumlarını belirlerken “500 milyon mu, 700 milyon mu?” sorusundan daha önemlisi kaçıncı sırada olduğudur. Göreceliliktir. Çünkü rakamlar değişiyor. Enflasyon oluyor, 3 puan arttığı zaman bakıyorsun 20 sene sonra rakamlar çok farklı bir yere geliyor. Önemli olan göreceliliktir. Biz kişi başına gelirde nerede olacağız, büyüklükte nerede, kaçıncı sırada olacağız? Bu önemli. Bu açıdan ben 2023’e geldiğimiz zaman, Türkiye’nin bugünkünden daha iyi bir yerde olacağını düşünüyorum. Rakamları kesin bilmeme imkân yok. Birtakım varsayımlarla tabii ki projeksiyon yapılabilir, ama göreceli olarak Türkiye’nin daha iyi bir noktada olacağına inanıyorum. Ama dünyanın en önemli güçlerinden biri olma ihtimalini, bu kadar kısa zamanda düşük görüyorum açıkçası. Daha bizim de yapmamız gereken çok iş, gideceğimiz epey yol var. Ama bölgesel olarak, dünya meselelerinin çözümüne katkıda bulunan ciddi bir ülke olarak ağırlığımızın artacağı kanısındayım. Ama ilk başta masada sözü dinlenecek ülke olmamız biraz daha uzun vadeye yayılabilir. Bunun için neler yapmamız lazım? En önemlisi dünyayı anlayan, dünyanın sorunlarına çözüm üreten insanlar yetiştirmemiz lazım. Sadece akademik olarak değil, iş dünyası olarak da. Sadece Türkiye pazarına iş yaptığınız zaman belli bir boyutta kalıyorsunuz. Dünya pazarını düşünerek iş yaptığınız zaman çok daha farklı boyutları yakalıyorsunuz. Bugün aslında dünyada başarılı olmanın sırrı, kendi kaynaklarımızla sınırlı değil. Önemli olan çözüm üretebilecek sorun bulmak ve ona çözüm üretmek. O zaman her türlü kaynak geliyor. Paylaşmayı bilirsen, dünya standartlarını bilirsen, her türlü kaynağı harekete geçirmek mümkün olabiliyor. Dolayısıyla vizyonumuzu ülke sınırlarıyla kısıtlamayıp daha geniş düşünmek ve bunu düşünürken de bencilliği bir kenara bırakıp daha çok başkalarının sorunlarını nasıl çözebileceğimize bakmak, bize en büyük kazanımı getirecektir diye düşünüyorum.
Bunu yapmak için eğitim sistemimizde önemli gelişmeler kaydetmemiz lazım. Dünyayı tanıyan, dünyaya çözüm üretebilen ve yeni teknolojileri çok daha yakından izleyen, algılayan, hatta ileriye götüren insanlar yetiştirmemiz, geliştirmemiz lazım. Onun için en önemli konuyu ben eğitim olarak görüyorum.
Ç.T.: DEİK’e ilişkin birkaç anınız var mı paylaşmak istediğiniz?
Y.A.: Aslında DEİK’te bulunmak, birçok karar vericiye erişimi sağlıyor. Yani Clinton ile aynı masada oturabiliyorsunuz. Sizi Amerika’daki karar vericiler gayet ciddi bir şekilde dinleyebiliyorlar. Bu platformda yer alabiliyorsunuz. Burada önemli olan sadece orada yer almak değil, hangi mesajı nasıl verdiğiniz. karşınızdakinin önceliklerini biliyorsanız, o öncelikleri nasıl etkileyebileceğini biliyorsanız ve bu şekilde anlatabilirseniz sonuç üretebiliyorsunuz. Yoksa fırsatlar geçiyor gidiyor, iz bırakmıyorsunuz. İz bırakmanın yöntemi, fikri hazırlığın önceden yapılması. Ne kadar fikri hazırlığın varsa ve kendini karşı tarafın yerine ne kadar koyabiliyorsan, o kadar etkili olabiliyorsunuz. Şans hazırlıklı beyinlere güler. Az önce bahsettiğim örneklerden bir tanesi: Eximbank’ın kredi risk reytingini birkaç hafta gibi kısa bir zaman içinde değiştirmek pek kolay bir iş değil. Ama verilerin hepsini toplar, konuyu doğru noktalara götürürseniz, çok hızlı bir şekilde sonuca ulaşılabildiğini DEİK’te gördüm. Benzer şekilde karşınızdakinin kültürel boyutta ilgisini çekecek konuları vurguladığınız zaman Türkiye’ye bakış açısını değiştirebildiğinizi görüyorsunuz. Bu, insanın kendisi ve ülkesi adına çok tatmin edici. Dolayısıyla DEİK’te faaliyet göstermek, kendi işini geliştirmenin ötesinde, insana manevi tatmin veren çok önemli fırsatları sağlıyor. Bu fırsatları değerlendirmenin yöntemi de önceden fikri hazırlığı doğru yapmış olmak. Ben bu yaklaşımın çok kritik olduğunu düşünüyorum. O nedenle vurgulamak istedim.
Ç.T.: Bu bana şunu hatırlattı. Temas ettiğimiz kongre üyelerinin sonra nasıl oy verdiğini izlerdik ve nasıl lehimize döndüğünü görüp büyük sevinç duyardık. Onun keyfi bambaşkaydı.
Y.A.: Mesela Amerika Kongresinde bir “Turkish Caucus” kurulması konusunda TAİK’in çok ciddi katkısı oldu. Nasıl? Hem bu konunun lobisini yaparak oldu, hem onların faaliyetlerini destekleyerek oldu, hem de ilk başladığı dönemlerde “Turkish Caucus”un önemli üyelerini alıp Kıbrıs’a götürerek, oradaki konuları daha iyi algılamalarına destek olarak, onların kendi camiaları içerisinde daha etkin olmalarına yardımcı olarak oldu. Dolayısıyla bir başkasına yardım etmek aslında kendine yardım etmenin en iyi yolu. Temel mesaj bu.
Bu fırsatları DEİK’te faaliyet göstermek ortaya koyuyor. O fırsatları değerlendirmek önemli olan. Onun değerlendirilmesi de, ne kadar çok bilgiye haiz olunduğuyla, ne kadar çok o konuya odaklanıldığıyla ilgili bir husus. Birçok konuda DEİK aslında misyonunu gayet iyi götürüyor. En temel konularından biri lobicilik konusu. Lobicilik konusunda hâlâ gelişmemiz lazım ama ilk başladığımız noktaya nazaran Türkiye’nin daha iyi bir noktada olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Ç.T.: Teşekkür ederiz.