You are on page 1of 140

Kitap Adı: Toza Sor

Kitap Yazarı: John Fante


Çevirmen: Avi Pardo
Yayınevi: Parantez
Sayfa Sayısı: 155
Basım Yılı: 2003
Tarayan: FK Kitaplığı
Düzenleyen: FK Kitaplığı
John Fante
TOZA SOR
ÖNSÖZ
BİRİNCİ BÖLÜM
İKİNCİ BÖLÜM
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
BEŞİNCİ BÖLÜM
ALTINCI BÖLÜM
YEDİNCİ BÖLÜM
SEKİZİNCİ BÖLÜM
DOKUZUNCU BÖLÜM
ONUNCU BÖLÜM
ON BİRİNCİ BÖLÜM
ON İKİNCİ BÖLÜM
ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ON BEŞİNCİ BÖLÜM
ON ALTINCI BÖLÜM
ON YEDİNCİ BÖLÜM
ON SEKİZİNCİ BÖLÜM
ON DOKUZUNCU BÖLÜM
ÖNSÖZ
Aç, ayyaş ve yazar olmaya çalışan genç bir adamdım. Daha çok Los
Angeles Halk Kütüphanesi’nde okurdum ve okuduklarım ne benimle, ne
sokaklarla, ne de etrafımdaki insanlarla bağdaşıyordu. Herkes sözcük
oyunları peşindeydi sanki, süslü cümleler kurup hiçbir şey söylemeyen
yazarlar mükemmel addediliyorlardı. Yazıları beceri, kurnazlık ve biçim
karışımıydı ve öğretiliyor, özümseniyor ve okunuyorlardı. Herkesin işine
gelen bir tertiple, çok düz ve kurnaz bir Dünya Kültürü ile karşı karşıyaydık.
Biraz kumar ve tutku bulabilmek için devrim öncesi Rus yazarlarına gitmek
gerekiyordu. İstisnalar vardı, ama sayıları o kadar azdı ki bir süre sonra onlar
da tükeniyor, kendini raflar dolusu can sıkıcı kitaba bularken buluyordun.
Geçmiş yüzyılların edebiyatına ve bütün olanaklarına rağmen çağdaş yazarlar
iyi değillerdi.
Raflardan çekip göz attıktan sonra yerine koyduğum kitapların sayısı bini
geçer. Neden kimse bir şey söylemiyordu. Neden kimse haykırmıyordu?
Kütüphanenin başka odalarını da denedim. Din kitaplarının bulunduğu oda
devasa bir bataklıktı - benim için. Felsefeye girdim. Beni bir süre için
neşelendiren iki sert Alman buldum, sonra o da bitti. Matematik denedim
ama yüksek matematik din’den farksızdı; üstümden kayıp gidiyordu.
Aradığım mevcut değildi sanki.
Jeoloji denedim; Bir süre ilgimi çekti ama çok sürmedi.
Cerrahi üstüne bir kaç kitap buldum, sevdim; sözcükler yeni, çizimler
harikuladeydiler. Orta kolon ameliyatını özellikle sevmiş, ezberlemiştim.
Sonra cerrahiden de sıkılıp romancı ve öykücülerin bulunduğu büyük
odaya döndüm. (Yeterince ucuz şarabını varsa kütüphaneye gitmezdim.
Kütüphane içecek ve yiyecek bir şeyin olmadığı ve ev sahibesinin kira
yüzünden peşinde olduğu zamanlarda gidilecek yerdi. Kütüphanede tuvalet
ihtiyaçlarım görebiliyordun hiç olmazsa.) Kitapların üstünde kestiren
berduşlar eksik olmazdı kütüphanede.
Büyük odada gezinmeye, raflardan aldığım kitaplardan bir kaç satır ya da
bir kaç sayfa okumaya devam ettim.
Derken bir gün bir kitap çektim, açtım ve kalakaldım. Bir kaç paragraf
okudum. Sonra çöplükte altın bulmuş gibi kitabı masaya götürdüm. Cümleler
sayfada yuvarlanıyorlardı, kayıyorlardı. Her cümlenin kendine özgü enerjisi
vardı. Cümlelerin özü sayfaya bir biçim veriyordu; sayfaya oyulmuşlardı
sanki. Duygusallıktan korkmayan birini bulmuştum sonunda. Mizah ve acı
olağanüstü bir kolaylıkla içiçe geçmişti. O kitabın ilk sayfaları benim için
çılgın bir mucizeydi.
Kütüphane kartım vardı. Kitabı alıp odama götürdüm, yatağıma uzandım,
okumaya başladım ve çok geçmeden farklı bir üslup geliştirmiş biri ile karşı
karşıya olduğumu biliyordum. Kitabın adı Toza Sor, yazarı ise John
Fante’ydi. Fante’nin yazarlığıma ömür boyu sürecek bir etkisi olacaktı. Toza
Sor’u bitirdim ve kütüphaneye gidip diğer kitaplarını aradım. İki tane
buldum; Dago Kırmızı ve Bahara Dek Bekle, Bandini. Aynı üslupla
yazılmışlardı; kolayca ve yüreklen.
Evet, Fante beni çok etkiledi. O kitapları okuduktan kısa bir süre sonra bir
kadınla yaşamaya başlamıştım. Benden daha ayyaştı ve korkunç kavgalar
ederdik. Bazen ona, “Bana orospu çocuğu deme! Bandini’yim ben, Arturo
Bandini!” diye bağırırdım.
Fante benim Tanrı’mdı ve Tanrı’ların rahatsız edilmeyeceğini, kapılarının
çalınmayacağım biliyordum. Ama Angel’s Flight’ın neresinde oturduğunu
tahmin etmeye çalışır, hâlâ orada yaşadığını düşlemeyi severdim. Hemen her
gün oradan geçerdim. Camilla’nın tırmandığı pencere bu muydu? Lobi bu
mu? Hiçbir zaman emin olamadım.
39 yıl sonra Toza Sor’u bir daha okudum. Fante’nin bütün kitapları bugün
de tazeliğini koruyor. Ama benim favorim Toza Sor, çünkü sihiri keşfettiğim
ilk kitaptı. Dago Kırmızı ve Bahara Dek Bekle, Bandini’den başka
kitapları da var Fante’nin. Hayat Dolu ve Üzümün Kardeşliği. Şu anda
Fante, Bunker Hill Düşü adlı yeni bir roman yazıyor.
Fante’yi nihayet bu sene, çok farklı koşullarda tanıdım. Fante’nin öyküsü
bu kadarla kalmıyor. Şansızlık, bahtsızlık ve ender bulunur bir cesaretin
öyküsüdür onunki. Bir gün anlatılacaktır, ama burada anlatmamı istemediğini
hissediyorum. Ama şu kadarını söyleyeyim; sözü nasıl yazdıysa hayatı da
öyle yaşadı; güçlü, iyi ve yürekten.
Yeter. Şimdi kitap sizin.
Charles Bukowski
6/5/1979
BİRİNCİ BÖLÜM
Bir gece Bunker Hill’deki otel odamın yatağında oturuyordum, Los
Angeles’ın tam ortasında. Hayatımın önemli gecelerinden biriydi çünkü
otelle ilgili bir karar vermek zorundaydım. Ya öde, ya da çık: ev sahibemin
kapının altından attığı notta böyle yazıyordu. Hassasiyet gerektiren önemli
bir sorunla karşı karşıyaydım. Sorunu ışıkları söndürüp yatağa girerek
hallettim.
Sabah uyandım, daha fazla egzersiz yapmam gerektiğine karar verdim ve
hemen işe koyuldum. Birkaç kez çömelip kalktım. Sonra dişlerimi fırçaladım,
ağzıma kan tadı geldi. Diş fırçası pembemsi bir renk almıştı, reklamları
anımsadım, dışarı çıkıp kahve içmeye karar verdim.
Restorana gitmek istediğim zaman gittiğim restorana gidip uzun tezgahın
önündeki taburelerden birine oturdum ve kahve söyledim. Tadı kahveyi epey
andırıyordu ama beş sent etmezdi. Orda oturup birkaç sigara içtim, Ulusal
Lig sonuçlarını okumamaya özen göstererek Amerikan Ligi beysbol
sonuçlarına baktım ve Joe Dimaggio’un İtalyanlar’ın gurur kaynağı olmayı
sürdürdüğünü görmekten büyük memnuniyet duydum; sayı krallığında hâlâ
öndeydi.
Büyük oyuncuydu DiMaggio. Restorandan çıkıp hayali bir atıcının
karşısına dikildim ve tel örgülerin üstünden uçup giden müthiş bir vuruş
yaptım. Günü nasıl değerlendireceğimi düşünerek yürümeye başladım.
Aklıma yapacak bir şey gelmeyince kentte dolaşmaya karar verdim.
Olive sokağı boyunca yürüyüp önceki gecenin sisinden sonra ıslak bir
kurutma kağıdı gibi duran kirli sarı bir binanın önünden geçtim. Detroitli
dostlarım Ethie ve Carl’ı anımsadım, Carl’ın Ethie’yi tokatladığı geceyi.
Ethie’nin bebeği olacaktı ve Cari bebeği istemiyordu. Ama bebek doğmuş ve
mesele kapanmıştı. Ve oturdukları dairenin içini anımsadım, nasıl fare ve toz
koktuğunu, sıcak öğle sonralarında lobide oturan yaşlı kadınları, o güzel
bacaklı yaşlı kadını. Bir de asansörcü adamı, çıkmak istediğiniz katı
söylediğinizde size o kata çıkmak istediğiniz için aptalın tekiymişsiniz gibi
bakıp sırıtan, asansörde her zaman sandöviç dolu bir tepsi ile ucuz bir roman
bulunduran Milwaukee’li zavallı asansörcüyü.
Sonra Olive sokağından aşağı inip buram buram cinayet kokan o korkunç
ahşap evlerin önünden geçtim ve kendimi Filarmoni konser binasının önünde
buldum. Helen’le, Don Cossack korosunu dinlemek için oraya gidişimizi,
sıkıntıdan patladığımı ve bu yüzden Helen’le tartıştığımızı anımsadım.
Helen’in o gün giydiği elbise geldi gözümün önüne -beyaz bir elbiseydi,
elbisesine her dokunuşumda kasıklarım şarkı söylemişti. Ah, o Helen -burda
değil ama.
Derken tramvay gürültüsünün kulakları sağır ettiği, benzin kokusunun
palmiye ağaçlarının görüntüsüne hüzün kattığı, siyah kaldırımları önceki
gecenin sisinden hâlâ ıslak Beşinci Cadde ile Olive kavşağındaydım.
Şimdi de Biltmore Oteli’nin önündeydim, sarı taksilerin oluşturduğu
kuyruğun yanından geçiyordum, en öndeki taksi şoförü dışında bütün şoförler
kestiriyordu ve bu taksi şoförlerinin ne çok şey bildiğini düşündüm ve aklıma
Ross ile bir taksi şoföründen bizi bir randevu evine götürmesini isteyişimiz
geldi; adam yan gözle şehvetli bir bakış attıktan sonra bizi başka sokak
yokmuş gibi Mabed sokağında bir eve götürmüştü ve kendimizi iki kaknem
karı ile birlikte bulmuştuk ve Ross sonuna kadar gitmiş, bense salonda tek
başıma korku içinde oturup gramofonu çalmıştım.
Biltmore’un kapıcısının önünden geçiyordum ve ilk bakışta nefret etmiştim
adamdan, sarı apoletlerinden, uzun boyundan ve kibirinden. Şimdi de siyah
bir araba yanaştı kaldırıma, arabadan bir adam indi. Adamın varsıl bir
görünümü var; bir de kadın indi arabadan, harikulade, tilki kürklü, kaldırımı
yürüyüp otele bir şarkı gibi girdi ve ah, şunun tadına bir bakabilsem, diye
geçirdim içimden, onunla bir gün ve bir gece geçirebilsem. Yoluma devam
ederken parfümü hâlâ ıslak sabah havasında asılı kadını düşlüyordum.
Sonra uzun süre bir pipo dükkanının vitrinine takıldım, o vitrinin dışında
her şey silindi dünyadan ve ben orda durup bütün pipoları içtim ve büyük bir
yazar olduğumu hayal ettim, ağzımda tahta yapımı zarif İtalyan pipolarından
biri, elimde baston var. Büyük siyah bir arabadan iniyorum ve o da yanımda,
tilki kürklü kadın, benimle olmaktan gurur duyuyor. Otele kaydımızı yaptırıp
birer kokteyl içiyor, dans ediyoruz, derken birer kokteyl daha ve Sanskritçe
birkaç dize okuyorum ve hayat çok güzel çünkü iki dakikada bir nefes kesici
güzellikte kadınlardan biri gözlerini bana, büyük yazara dikiyor ve elindeki
mönüyü imzalamam için bir ısrar, bir ısrar ve tilki kürklü kadın kıskanıyor.
Los Angeles, bir parçanı ver bana! Los Angeles, sokaklarını aşındıran
ayaklarımla nasıl geldiysem sana, sen de öyle gel bana, öyle sevdim ki seni
güzel kent, hüzünlü kum çiçeği, güzel kent.
Bir gün ve bir gün daha ve önceki gün, rafları baba yazarlarla dolu
kütüphane, koca Dreiser, koca Mencken, bütün babalar var o raflarda,
görmek istiyorum onları, selam sana Dreiser, selam sana Mencken, Selam,
Selam: benim de aranızda yerim var, B rafında, Arturo Bandini, yer açın
Arturo Bandini’ye, kitabı için bir aralık bırakın, ve masaya oturup kitabımın
bulunacağı yeri seyrediyorum, hemen şurda Arnold Bennet’in yanı başında:
büyük yazar denemez Arnold Bennett için, olsun ben orda olacağım B’lere
güç katmak için, koca Arturo Bandini, babalardan biri; bir kız gelene, kurgu
kitapların bulunduğu odadan parfüm kokusu ya da topuk sesleri ünlenme
hayallerimin tekdüzeliğini bozana dek. Gala günü, gala düşü.
Ama ev sahibem, kır saçlı ev sahibem kapının altından notlar atıp
duruyordu: Bridgeport, Connecticut’lıydı, kocasını kaybetmişti ve bir
başınaydı dünyada, kimseye güvenemezdi, öyle demişti bana, borcumu
ödemek zorundaydım. Bütçe açığı gibi büyüyordu borcum, ya öderdim ya da
çıkardım, son kuruşuna kadar -beş haftalık kira birikmişti, yirmi dolar,
borcumu ödemezsem sandığıma el koyacaktı; ne ki yoktu sandığım, kayışı
bile olmayan mukavva bir bavuldan ibaretti varım yoğum, bavulun kayışı
yoktu çünkü kayışını pantolonum düşmesin diye belime dolamıştım ve bu da
çözüm değildi aslında çünkü pantolonum pantolon olmaktan çıkmıştı.
“Biraz önce menajerimden bir mektup aldım,” dedim ev sahibeme. “New
York’daki menajerimden. Bir öykü daha sattığını yazmış; hangi dergiye
sattığını belirtmemiş ama satmış. Canınızı sıkmayın Bayan Hargraves, hiç
tasalanmayın. Birkaç gün içinde para elime geçer.”
Benim gibi bir yalancıya inanmadı elbette. Yalan sayılmazdı aslında; bir
dilekti, dilek bile değildi belki de, belki de gerçekti ve bundan emin olmanın
tek yolu postacıyı yakın takibe almaktı; lobideki masanın üstüne postayı
yığdığında yanına gidip bakmak, dosdoğru Bandini için bir şey var mı diye
sormak. Ama o otelde geçirdiğim altı aydan sonra sormama gerek
kalmamıştı, ona doğru geldiğimi görür görmez evet ya da hayır anlamında
başını sallıyordu zaten: hayır, üç milyon kez, evet, bir kez.
Bir gün harikulade bir mektup gelmişti. Bir sürü mektup alıyordum elbette,
ama o aralarında tek harikulade olandı ve bir sabah gelmişti. Adam (Minik
Köpek Güldü adlı öykümden söz ediyordu) Minik Köpek Güldü’yü
okuduğunu ve beğendiğini yazmıştı; bugüne dek dâhi bir yazar okuduysam o
da sizsiniz Bay Bandini, diyordu. Adamın adı Leonardo’ydu, İtalyan kökenli
büyük bir eleştirmendi ama eleştirmen olarak tanınmıyordu, Batı Virginia’da
yaşayan sıradan fakat büyük bir adamdı, büyük eleştirmendi ve öldü. Uçak
postası ile yolladığım cevap mektubum eline geçmeden ölmüştü ve kız
kardeşi mektubumu geri postaladı. O da harikulade bir mektup yazmıştı, o da
çok iyi bir eleştirmendi, Leonardo’nun veremden öldüğünü ancak son
nefesini verirken huzurlu olduğunu yazdı, yaptığı son şeylerden biri
yatağında doğrulup bana Minik Köpek Güldü hakkında yazmak olmuştu:
hayattan bir düş, ama çok önemli; Leonardo yok artık, cennette bir melek o,
on iki havarilerin her hangi birinden farksız.
Otelde kalan herkes okumuştu Minik Köpek Güldü'yü, herkes; sayfalarını
elinizde tutarken sizi öldürebilecek bir öyküydü ve köpeklerle ilgili değildi:
zekice kurgulanmış bir öyküydü, şiir haykıran. Ve büyük editör Hackmuth
bizzat yazdığı ve sonuna Çince’yi andıran imzasını attığı mektubunda şöyle
demişti: muhteşem bir öykü, basmaktan gurur duyuyorum. Bayan Hargraves
öyküyü okumuş ve o günden sonra gözünde başka biri olmuştum. O öykü
sayesinde otelde kalmayı sürdürebildim ve soğuk kış günlerinde kendimi
sokakta bulmaktan kurtuldum. Daha çok cehennemî sıcak günlerdi aslında.
345 numaralı odada kalan Battle Creek, Michiganlı Bayan Granger (kalçaları
enfestir ama biraz yaşlı) günlerini lobide oturup ölümü bekleyerek geçirirken
Minik Köpek Güldü’yü okumuş ve hayata dönmüştü. Gözlerindeki bakış
öykünün iyi bir öykü olduğundan, iyi bir yazar olduğumdan emin olmama
yetmişti, ama maddi durumumla ilgili birkaç soru sormasını da ümit
etmiştim, geçimimi nasıl sağladığıma dair filan, sonra neden kadıncağızdan
beş dolar borç istemiyorsun, diye geçirdim içimden ama istemedim,
kendimden iğrenerek parmaklarımı şaklatıp uzaklaştım.
Otelin adı Alta Loma idi. Tepenin yamacına tersten inşa edilmişti, Bunker
Hill’e, öyle ki giriş sokak hizasında, onuncu kat on kat aşağıdaydı. 862
numaralı odada kalıyorsanız asansöre binip sekiz kat aşağı iniyor, bodruma
inmek istiyorsanız tavan arasına, giriş katının bir kat üstüne çıkıyordunuz.
Ah, neler vermezdim bir Meksikalı kız için! Hiç aklımdan çıkmıyordu
Meksikalı sevgilim. Yoktu Meksikalı sevgilim, ama sokaklar Meksikalı
kızlardan geçilmiyor, çarşıyı ve Çin Mahallesini ateşe veriyorlardı ve hepsi
benimdi, gönlüm hangisini çekerse, günün birinde bir çek daha geldiğinde
düşüm gerçekleşecekti. Çek gelene dek de hepsi benimdi ve Aztek
prensesleriydiler, pazarda ve kilisede görüyordum onları, kiliseye bile
gidiyordum onları görmek için. Kiliseye karşı saygısızlık ettiğimi biliyordum
ama kiliseye hiç gitmemekten iyiydi, böylece Colorado’daki anneme mektup
yazdığımda gerçeği yazmış oluyordum. Sevgili anneciğim: geçen Pazar ayine
gittim. Çarşıda bile bile istemeden çarpıyordum o prenseslere. Onlarla
konuşma fırsatı doğuyordu ve gülümseyip, özür dilerim, diyordum. O
harikulade kızlar nasıl da mutlu olurlardı kendilerine kibar davranıldığında,
ve bütün bunlar onlara şöyle bir dokunmak, o dokunuşun anısını daktilomun
tozlandığı, düş ve hayal dünyasında geçirdiğim saatler boyunca fare
Pedro’nun beni deliğinden izlediği odama götürmek içindi.
İyi fareydi Pedro, ama evcilleşmeyi reddediyor, kendini okşatmıyor, her
yere pisliyordu. Odama ilk girdiğimde görmüştüm onu, o sıralar altın
günlerimi yaşıyordum. Minik Köpek Güldü o ağustos sayısındaydı. Cebimde
elli dolar ve kafamda büyük planlarla Colarado’dan otobüse binip kente
geldiğim günden bu yana beş ay geçmişti. Bir felsefem vardı o günlerde.
İnsanla hayvan arasında fark gözetmezdim, Pedro istisna teşkil etmiyordu;
peynire çok para gitmeye başlamıştı ama, Pedro dostlarını davet ediyor, oda
fareden geçilmiyordu, peynire son verip onlara ekmek verdim. Sevmediler
ekmeği. Onları şımartmıştım, başka bir yere gittiler, ama eski bir incilin
sayfaları ile yetinebilen münzevi Pedro kaldı.
Ah, o ilk gün! Bayan Hargraves odanın kapısını açmıştı ve odam
karşımdaydı. Yerde kırmızı bir halı, duvarlarda İngiltere’den manzara
resimleri ve bitişik bir duş. Odam altıncı kattaydı, 678 numara, tepenin ön
kısmına çok yakın, pencerem tepenin yeşil yamacı ile aynı hizada, hiç anahtar
taşımadım o odada çünkü pencerem hep açıktı. İlk palmiye ağacımı gördüm,
iki metre bile yoktu uzaklığı ve Palmiye Pazarı’nı, Mısır’ı, Kleopatra’yı
düşündüm elbette. Palmiyenin dalları kararmıştı ama, Üçüncü Cadde
Tüneli’nden gelen karbon monoksit dalları karartmış, Mojave ve Santa Ana
çöllerinden uçuşarak gelen kum ve toz kabuklu gövdeyi boğmuştu.
Sevgili anneciğim, diye başlardı Colorado’ya yazdığım mektuplar. Sevgili
anneciğim, işlerim yoluna girmeye başlıyor. Çok büyük bir editör kente geldi
ve onunla öğle yemeği yiyip birkaç öykü için sözleşme yaptım. Seni
ayrıntılarla sıkmayacağım sevgili anneciğim, edebiyatla ilgilenmediğini
biliyorum, babamın da ilgilenmediği kesin, sonuç olarak fevkalade bir
sözleşme olduğunu söyleyebilirim, tek sorun birkaç ay sonra yürürlüğe
girecek olmasında. Bana on dolar yolla sevgili anneciğim, beş yolla canım
annem, çünkü editörün (sana adını yazardım ama ilgilenmeyeceğini
biliyorum) bana dair çok büyük projeleri var.
Sevgili anneciğim, Sevgili Hackmuth, büyük editör -mektuplarımın çoğu
bu ikisineydi, mektuplarımın tümü neredeyse. Koca Hackmuth, çatık kaşları
ve ortadan ayrılmış saçları ile koca Hackmuth, keskin kılıçtan farksız kalemi
ile koca Hackmuth. Çince’yi andıran imzasını attığı fotoğrafı asılıydı
duvarımda. Selam Hackmuth, derdim ona, bu nasıl yazmak, Tanrım! Derken
zor günler geldi çattı ve Hackmuth benden uzun mektuplar aldı: Tanrım, bana
bir haller oldu sevgili Hackmuth, enerjimi yitirdim ve artık yazamıyorum.
Sizce buranın iklimi yüzünden olabilir mi? Öğüt verin lütfen. Sizce, Bay
Hackmuth, William Faulkner denli iyi yazabiliyor muyum? Öğüt verin lütfen.
Sizce Bay Hackmuth, cinselliğin konu ile ilgisi olabilir mi, çünkü Bay
Hackmuth, çünkü, çünkü, ve herşeyi anlattım Hackmuth’a. Parkta tanıştığım
sarışın kızı. Yöntemimi ve kızın tuzağıma nasıl düştüğünü. Baştan sona
anlattım hikayeyi, doğru değildi ama, uydurulmuştu -ama bir şeydi, yazmaktı,
büyük bir yazarla teması sürdürmekti ve mutlaka yanıtlardı. Tanrım,
muhteşemdi! Hemen cevap yazardı, yetenekli bir gencin sorunlarını
önemseyen büyük bir adamdı. Kimse Hackmuth'dan bu kadar çok mektup
almamıştır, tek ben, ve mektupları çıkartıp tekrar tekrar okur, öperdim. İki
gözümden de yaşlar akarken fotoğrafının karşısına dikilir, ona bu kez büyük
bir yetenek seçtiğini söylerdim; Bandini’yi, Arturo Bandini’yi, beni.
Zor ve azim dolu günler. Doğru sözcük bu, azim. Arturo Bandini iki gün
boyunca daktilonun başında, başarmaya azmetmiş; işe yaramamıştı ama,
hayatının en uzun ve azimli kuşatmasını gerçekleştirmiş ve tek bir cümle bile
yazamamıştı, tekrar tekrar yazılmış iki sözcük sadece, sayfa boyunca alt alla
yazılmış iki sözcük, aynı iki sözcük: palmiye ağacı, palmiye ağacı, palmiye
ağacı, palmiye ağacı ile benim aramda bir ölüm kalım savaşı ve palmiye
ağacı kazandı: mavi havada nasıl da sallanıyor bak, nasıl da gıcırdıyor tatlı
tatlı. İki gün süren savaşı palmiye ağacı kazandı, pencereden çıkıp palmiye
ağacının dibine oturdum. Birkaç dakika geçti ve küçük kahverengi karıncalar
bacaklarımın kılları arasında gezinirken Uyuyakaldım.
İKİNCİ BÖLÜM
Yirmi yaşındaydım. Allahaşkına Bandini, derdim kendime, acelen ne?
Kitabını yazmak için on yılın var, dışarı çık ve hayatı öğren, sokakları gez.
Tanrım, hâlâ bir kadınla birlikte olmadığının farkında mısın, be adam? Hayır,
oldum, bir sürü kadınla birlikte oldum. Hayır, olmadın. Bir kadın gerek sana,
banyo gerek, sıkı bir tekme gerek, para gerek. Bir dolar olduğunu
söylüyorlar, lüks yerlerde iki dolar ama çarşıda bir dolarmış; güzel, ama yok
bir doların, ve bir şey daha ödlek, bir doların olsa da gitmezdin, çünkü
Denver’de eline bir fırsat geçti ve değerlendiremedin. Hayır ödlek, korktun,
hâlâ korkuyorsun ve bir doların olmadığına şükrediyorsun.
Kadınlardan korkmak! Üstelik büyük bir yazar! Bir kez bile bir kadınla
birlikte olmamışken kadınlar hakkında nasıl yazacak? Seni sahtekar,
yazamamana şaşmamak lazım! Minik Köpek Güldü’de tek kadın olmamasına
şaşmamak lazım! Bir aşk öyküsü olmadığına şaşmamak lazım, seni ahmak,
seni muhallebi çocuğu.
Bir aşk öyküsü yazmak, hayatı öğrenmek.
Para çıktı postadan. Hackmuth’tan bir çek değildi gelen ama, Atlantic
Monthly ya da The Saturday Evening Post ’dan basmayı kabul ettikleri bir
öykü karşılığı da değildi. Ama on dolardı, küçük bir servetti. Annem
yollamıştı: Bazı tahviller Arturo, paraya çevirdim, senin payına düşen bu. On
dolar; şöyle ya da böyle yazılı kağıtlar satılmıştı.
Koy cebine, Arturo. Yüzünü yıka, saçını tara, aynada beyaz saç taraması
yaparken güzel kokmanı sağlayacak bir koku sür; kaygılısın Arturo, çok
kaygılısın ve kaygı beyaz saç demektir. Yok ama, tek bir tel bile. İyi de, şu
sol göze ne demeli? Rengi kaçmış gibi. Dikkatli ol Arturo Bandini; gözlerini
fazla yorma, Tarkington’ın başına geleni düşün, James Joyce’un başına
geleni düşün.
Fena sayılmaz, odanın ortasında durmuş Hackmuth’la konuşurken hiç de
fena sayılmaz; bütün bunlardan bir öykü çıkaracağım sana Hackmuth. Nasıl
görünüyorum Hackmuth? Bazen neye benzediğimi merak ediyor musun?
Bazen kendi kendine Minik Köpek Güldü’nün yazarı, şu genç Bandini
yakışıklı mıdır acaba, diye sorduğun oluyor mu?
Denver’de böyle bir gece anımsıyorum, yazar değildim henüz, yine böyle
bir odanın ortasında durup böyle planlar yapmıştım, sonuç felaket olmuştu
ama, oraya gittiğimde Kutsal Bakire’yi ve “zina yapma!” emrini aklımdan
silememiştim ve zavallı kız çaresizlik içinde başım sağa sola salladıktan
sonra pes etmişti. O gece mazide kalmıştı ama, bu gece farklı olacaktı.
Penceremden çıkıp Bunker Hill’in tepesine tırmandım. Tam burnuma göre
bir geceydi, burunlara şölen, yıldızların kokusu, çiçeklerin kokusu, Bunker
Hill’i kaplayan uykuya dalmış tozun kokusu. Kent bir noel ağacı gibi ışıl ışıl
yayılmıştı altımda, kırmızı, mavi, yeşil. Selam size eski evler, selam size
kafelerde şarkı söyleyen hamburgerler, sana da selam Bing Crosby. Bu gece
farklı olacak, şevkat gösterecek bana. Çocukluğumun, yeniyetmeliğimin ve
üniversite günlerimin kızları gibi davranmayacak bana. Korkutmuşlardı beni,
utangaçtılar, beni reddetmişlerdi; prensesim beni reddetmeyecek ama,
anlayacak, çünkü o da aşağılanmıştır.
Bandini tek başına yürüyor, uzun boylu değil ama sağlam, kasları ile gurur
duyuyor, pazularının keyfini çıkarmak için yumruklarını sıkmış, delilik
derecesinde korkusuz, tek korkusu bu gizemli dünyanın gizleri. Ölüler hayata
döner mi? Kitaplar hayır diyor, gece evet diye haykırıyor. Yirmi yaşındayım,
akıl çağına erdim, aşağıdaki sokaklara dalmak üzereyim, bir kadın arıyorum.
Ruhum lekelendi bile mi, geri mi dönsem, koruyucu bir meleğim var mı,
annemin duaları ruhumu teskin mi ediyorlar, yoksa canımı mı sıkıyorlar?
On dolar: iki buçuk haftalık kiramı öder, üç çift ayakkabı satın alır, iki
pantolon ya da editörlere metinlerimi postalayabilmem için binlerce posta
pulu; iyi fikir! İyi de postalayacak metin mi var elinde, yeteneğin şüphe
götürür, yeteneğin acınası, yok yeteneğin, ve her allahın günü kendini
kandırmaktan vazgeç çünkü Minik Köpek Güldü’nün beş para etmez bir öykü
olduğunu biliyorsun, hiçbir zaman da etmeyecek.
Bunker Hill boyunca yürüyor ve yumruğunu göğe sallıyorsun ve biliyorum
aklından geçenleri Bandini. Senden önce babanın aklından geçen düşünceler
bunlar, sırtına kırbaç vursalar, beynini dağlasalar da senin suçun değil: bu
kafandan geçen, yoksul doğdun, yoksul bir köylü çocuğusun, seni günah
işlemeye iten yoksulluk, Colorado’daki kasabandan bu yüzden kaçtın, bu
yüzden bir kitap yazıp zengin olmayı ümit ederek Los Angeles’ın
batakhanelerinde dolanıyorsun, çünkü bir kitap yazarsan Colorado’da senden
nefret edenler artık etmeyecekler. Ödleğin tekisin Bandini, ruhuna ihanet
ettin, gözleri yaşlı İsa’nın karşısında dermansız bir yalancısın. Bu yüzden
yazıyorsun ve bu yüzden yazdığın için öl daha iyi.
Evet, doğru: ama bahçeleri serin, havuzları yeşil evler gördüm Bel-Air’de.
Ayakkabıları varımdan yoğumdan daha değerli kadınları arzuladım. Altınca
caddedeki Spalding vitrininde öyle golf sopaları gördüm ki saplarından şöyle
bir kavramak için içim gitti. Dindar bir adam günahı için nasıl dertlenirse
öyle dertlendim bir boyunbağı için. Bir eleştirmen Mikelanj’ın bir eserine
nasıl bakarsa öyle baktım Robinson’daki şapkalara.
Angel’s Flight’ın basamaklarını inip Hill Street’e saptım: yüz kırk
basamak, sıkılmış yumruklarla, korkusuz, Üçüncü Cadde Tüneli’nden korkar
ama, yürüyerek geçemez -klostrofobi. Yüksek yerlerden de korkar, ve kan
görmekten, ve depremden; bunları saymazsak korkusuz, bir de ölüm korkusu,
ve kalabalıkta aniden bağırma korkusu, ve kalp krizi korkusu, o bile, elinde
saat odasında oturup nabzım sayar, midesinden gelen gurultuları dinler.
Bütün bunları saymazsak hayli korkusuz.
İşte para edecek bir fikir: bu basamaklar, aşağıda kent, yıldızlar bir taş
atımı uzaklıkta: oğlan kızla tanışır fikri, kurgu sağlam, büyük para fikri. Kız
gri bir binada oturur, oğlan aylaktır. Oğlan -yani ben. Kız açtır. Pasadenalı
zengin aile kızı, paradan nefret etmiştir. Can sıkıntısı ve para nefreti
yüzünden Pasadena’yı terkeder. Güzel kız, harikulade. Nefis bir öykü,
patolojik bir çelişki. Kızda para fobisi: Freudyen durum. Kıza aşık biri var.
Ben yoksulum. Rakibimle yüz yüze geliyorum. Yakıcı zekam sayesinde
canına okumakla yetinmiyor, bir güzel de pataklıyorum. Kız etkilenir, bana
aşık olur. Milyonlar teklif eder. Yoksul kalması koşulu ile izdivaç teklif
ederim. Kabul eder. Ama mutlu son: evlendiğimiz gün servet değerindeki
hisse senetleri ile bana sürpriz yapar. Önce hiddetlenir sonra affederim çünkü
ona aşığım. Fikir sağlam, ama bir şey eksik sanki: Collier ilgilenebilir.
Sevgili anneciğim, on dolar için teşekkürler. Menajerim bir öykü daha
sattığını müjdeledi, bu kez çok önemli bir Londra dergisine, ancak öykü
basılmadan ödeme yapmıyorlar, yolladığın para küçük ihtiyaçlarımı
karşılayabilmemi sağlayacak.
Striptiz gösterisine gittim. En pahalı yerden bir bilet aldım, bir dolar elli
sent, sarkık kıçlı revü kızlarının tam altında: bir gün gelecek hepsi benim
olacaktı: bir yatım olacak ve güney denizlerine açılacaktık. Sıcak akşam
üstlerinde güvertede benim için dans edeceklerdi. Benim kadınlarım
harikulade olacaklardı ama, sosyetenin kaymak tabakasından seçilmiş
kadınlar, kamaram için birbirleri ile rekabet edeceklerdi. Bu iyi benim için,
bu deneyim, burada olmak için bir nedenim var, bu anlardan sayfalar çıkar,
hayatın öbür yüzü.
Derken Lola Linton girdi sahneye, kulakları sağır edici ıslık ve tepinme
gürültüsü eşliğinde saten bir yılan gibi süzülüyordu şehvetli Lola Linton,
süzülüyor ve vücudumu yağmalıyordu, gösterisi bittiğinde çenem
kenetlenmişti, dişlerim ağrıyordu ve bana ait hastalıklı coşkudan paylarına
düşeni bağırıp çağıran iğrenç domuzlardan nefret ettim.
Annem tahvilleri paraya çevirdiğine göre ihtiyarın işleri kötü gidiyor
olmalıydı ve ben orda olmamalıydım. Çocukken Lola Linton’ların
fotoğrafları geçerdi elime, zamanın ve ergenliğin ağır akışı karşısında sabrımı
yitirir bu anı düşlerdim ve işte buldaydım, ne ben değişmiştim ne de Lola
Linton’lar, ama o zamanlar zengin olacağımı düşlerdim oysa yoksuldum.
Gösteri sonrası Main sokağı, gece yarısı: neon ışıklar ve hafif bir sis,
sabaha dek açık sinemalar. Eskici dükkanları, Filipinli’lerin işlettiği barlar,
kokteyl on beş sent, sürekli varyete, ama hepsini gördüm daha önce,
defalarca, dünya kadar Colorado parası harcadım oralarda. Elinde boş bir
bardak tutan susamış bir adam kadar yalnız hissediyordum kendimi o
barlarda. Acı vermeyen bir hastalıktan mustarip biri gibi Meksika
mahallesine doğru yürüdüm. Kilisenin önündeyim, kerpiç bina yıllarla
kararmış. Duygusal nedenlerden ötürü içeri gireceğim. Sadece duygusal
nedenlerden ötürü. Lenin’i okumadım ama onun, “din kitlelerin afyonudur,”
dediğini başkalarından duydum. Kilisenin basamaklarında kendi kendime
konuşuyorum: evet, kitlelerin afyonu. Kendim, ateistim: Mesih Düşmanı’nı
okudum ve önemli bir yapıt olduğunu düşünüyorum. Değerlerin
değişiminden yanayım ben. Kiliseden kurtulmalıyız, kilise aptalların,
ahmakların, cibilliyetsizlerin ve şarlatanların sığınağıdır.
Ağır kapıyı çektim, ağlar gibi inledi. Mihrabın üstünden süzülen o kan
kırmızı ebedi ışık iki bin yıllık sessizliği kızıl gölgelerle aydınlatıyordu.
Ölüm gibiydi, ama vaftiz törenlerinde feryat figan bebeler de anımsıyordum.
Diz çöktüm. Alışkanlık. Oturdum. Diz çökmek daha iyi. Dizlerimde
hissedeceğim acı bu korkunç sessizliğe katlanmamı kolaylaştırır belki. Bir
dua. Neden olmasın, tek bir dua: duygusal nedenlerden ötürü. Tanrım, artık
bir ateist olduğum için beni bağışla, ama Nietzsche’yi okudun mu? Ne kitap!
Ulu Tanrım, sana karşı dürüst olacağım. Bir teklifte bulunacağım sana.
Benden büyük bir yazar yarat kiliseye döneyim. Ve lütfen tanrım, bir ricam
daha olacak: annemi mutlu kıl. İhtiyar o kadar önemli değil, onun şarabı var
ve sıhhati yerinde, ama annem herşeye kaygılanır. Amin.
Ağlayan kapıyı kapatıp basamaklarda durdum, sis beyaz bir hayvan gibi
sarmıştı heryeri. Sisin ağır sessizliğinde bütün sesler hızlı ve net yayılıyordu
ve duyduğum ses topuk sesleriydi. Bir kız belirdi. Üstünde yeşil, eski bir
palto vardı, yeşil eşarbını çenesinin altına bağlamıştı. Basamaklarda Bandini
duruyordu.
“Merhaba canım,” dedi kız gülümseyerek, Bandini kocası ya da aşığıymış
gibi. Sonra ilk basamağa çıkıp Bandini’ye baktı. “Ne dersin şekerim, birlikte
hoşça vakit geçirelim mi?”
Küstah aşık Bandini, küstah ve pişkin.
“Hayır, sağol. Bu gece canım istemiyor.”
Ve telaşlı adımlarla oradan uzaklaşırken kız kaçışı sırasında seçemediği
bazı sözler mırıldanıyor. Bandini hoşnut. Kız ona teklifte bulunmuştu en
azından, onu erkek yerine koymuştu. Keyifli bir ıslık tutturdu. Kentte gezen
genç adam uluslararası deneyim edinir. Tanınmış yazar hayat kadını ile bir
gece geçirdiğini itiraf etti. Ünlü yazar Arturo Bandini Los Angelesli bir fahişe
ile geçirdiği geceyi yazdı. Eleştirmenlere göre bugüne dek yazılmış en iyi
kitap.
Bandini (İsveç yolculuğuna çıkmadan önce verdiği bir söyleşide): “Genç
yazarlara tavsiyem son derece basit. Yeni deneyimlerden kaçınmasınlar.
Hayatı bütün yanları ile yaşasınlar, cesur olsunlar.” Gazeteci: “Bay Bandini,
size Nobel ödülünü kazandıran bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz?”
Bandini: “Kitap bir gece Los Angeles’da yaşadığım gerçek bir olayı
anlatıyor. Kitapta yazılı herşey gerçek, yaşadım hepsini.” Yeterliydi. Herşey i
görmüştüm. Döndüm ve kiliseye doğru yürümeye başladım. Sis duvardan
farksızdı. Kız gitmişti. Yürümeyi sürdürdüm. Ona yetişebilirdim belki.
Köşede tekrar gördüm onu. Uzun boylu bir Meksikalı ile konuşuyordu.
Karşıya geçip çarşıya girdiler. Bir Meksikalı, Tanrım! Hayat kadınlarının ırk
konusunda sınırı çizmeleri gerekir. O Meksikalı’dan, o yağlı heriften nefret
ediyordum. Çarşının muz ağaçlarının altında yürürlerken sisin içinde ayak
sesleri yankılanıyordu. Meksikalı’nın güldüğünü duydum, sonra da kızın.
Karşıya geçip Çin mahallesine çıkan ara sokağa girdiler. Çince yazılmış neon
tabelalar sise pembemsi bir renk veriyordu. Bir restoranın yanındaki
pansiyonun merdivenlerinden yukarı çıktılar. Sokağın iki yanına da sarı
taksiler park etmişti. Pansiyonun önündeki taksinin çamurluğuna yaslanıp
beklemeye başladım. Bir sigara yaktım ve bekledim. Kıyamete kadar
bekleyecektim. Tanrı canımı alana dek.
Yarım saat geçti. Merdivenlerden ayak sesleri geldi. Kapı açıldı.
Meksikalı göründü. Sisin içinde durup bir sigara yaktı ve esnedi. Sonra
gülümsedi, omuzlarım silkeledi ve yürüyerek sisin içinde kayboldu.
Gülümse bakalım pis Meksikalı -gülümsemek için bir nedenin mi var?
Parçalanmış, ezilmiş bir ırka mensupsun ve bizim beyaz kızlarımızdan biri ile
yattığın için gülümsüyorsun. Kilisenin basamaklarında kızın teklifini kabul
etseydim bir şansın olur muydu sanıyorsun?
Sonra kızın topuk seslerini duydum ve sisin içinden çıkıverdi. Aynı kız,
aynı yeşil palto, aynı eşarp. Beni gördü ve gülümsedi. “Merhaba canım.
Hoşça vakit geçirmek ister misin?”
Sakin ol, Bandini.
“Bilmem,” dedim. “İsteyebilirim. Ama istemeyebilirim de. Bana ne vaad
ediyorsun?”
“Benimle yukarı çıkarsan görürsün.”
Sırıtıp durma, Bandini. Tatlı dilli ol.
“Gelebilirim,” dedim. “Ama gelmeyebilirim de.”
“Hadi canım, yukarı çıkalım.” Yüzündeki ince kemikler, nefesindeki şarap
kokusu, sevecenliğinin altında yatan riyakarlık, gözlerindeki para açlığı.
Bandini: “Ücret nedir bu aralar?”
Koluma girdi, beni kapıya doğru götürdü, tatlılıkla ama.
“Hele bi yukarı çıkalım, anlaşırız.”
“Pek istekli değilim açıkçası,” dedi Bandini. “Biraz önce çılgın bir partiden
çıktım.”
Aman Allahım, merdivenlerden çıkıyorum, katlanamayacağını. Kurtulmam
gerek. Koridor hamam böceği kokuyor, tavanda sarı bir ışık, fazlası ile
estetiksin bütün bunlar için Bandini, kız koluna girmiş, hastasın sen Bandini,
insanlardan nefret edersin, bekarete mahkumsun, Peder O’leary’nin nefse
hakim olmanın mutluluğu üstüne söylediklerini anımsa, üstelik annemin
parası ile, senden yardım dilenen kulların için dua et sevgili Meryem -ve
merdivenin son basamağındayız, karanlık ve tozlu koridorun sonundaki
odaya giriyoruz, ışığı yakıyor.
Benimkinden de küçük bir oda, duvarlar çıplak, bir yatak, bir masa,
lavabo. Paltosunu çıkarıyor. Mavi basmadan bir elbise giymiş altına.
Bacakları çıplak, çorap giymemiş. Eşarbını çıkarıyor. Gerçek bir sarışın
değil. Saç kökleri siyah. Burnu hafif çarpık. Bandini yatağa oturuyor, son
derece rahat, yatağa nasıl oturulacağını bilen biri gibi.
Bandini: “Odan çok güzel.”
Buradan kaçmalıyım, korkunç bu.
Kız yanıma oturuyor, kollarını boynuma doladı, göğüslerini bana yasladı,
beni öptü, soğuk dilini ağzıma sokuyor. Ayağa fırladım. Hızlı düşün beynim,
beni bu durumdan kurtar sevgili beynim, bir daha olmayacak, söz veriyorum.
Kiliseye döneceğim. Bugünden sonra hayatım tatlı bir pınar gibi akacak.
Kız arkasına yaslandı, elleri ensesinde, bacaklarını yatağa uzatmış.
Ölmeden önce Connecticut’ta leylak çiçekleri koklayacağım şüphesiz,
gençliğimin bembeyaz ve suskun kiliselerini göreceğim tekrar, kaçmak için
kırdığım çayır çitlerini.
“Bak,” dedim. “Seninle konuşmak istiyorum.”
Bacak bacak üstüne attı.
“Ben bir yazarım,” dedim. “Yeni kitabım için malzeme toplamaya
çalışıyorum.”
“Tahmin etmiştim yazar olduğunu,” dedi. “Ya da bir iş adamı, ya da başka
bir şey. Ruhani bir görünümün var tatlım.”
“Yazarım. Senden hoşlandım. Seni çekici buluyorum. Ama önce
konuşmak istiyorum.”
Doğruldu.
“Paran mı yok, tatlım?”
Para -ooo. Ve küçük bir tomar para çıkardım cebimden. Elbette param var,
paranın lafı mı olur, bu gördüğün hiç, para sorun değil, anlamı yok paranın
benim için.
“Ücretin ne?”
“İki dolar, hayatım.”
Üç ver öyleyse, rahat bir tavırla sıyır, hiç önemi yokmuş gibi,
gülümseyerek ver çünkü paranın önemi yok, devamı var nasıl olsa, anacığım
şu anda dua tespihini eline almış pencerenin önünde babamın eve dönmesini
bekliyordur, para var ama, para hep var.
Parayı alıp yastığının altına soktu. Müteşekkirdi, gülümsemesi değişmişti.
Yazar konuşmak istiyordu. Bugünlerde koşullar nasıldı? Bu hayatı seviyor
muydu? Hadi tatlım, bu kadar konuşmak yeter, keyfimize bakalım. Hayır,
konuşmamız gerek, çok önemli, yeni kitabım için malzemeye ihtiyacım var.
Sık sık yaparım bunu. Nasıl girdin bu mesleğe? Hayatım, tanrı aşkına, bunu
da mı soracaksın bana? Paranın önemi yok diyorum sana. Ama benim vaktim
değerlidir, hayatım. Al öyleyse, iki dolar daha. Beş etti. Tanrım, beş dolar ve
hâlâ buradan çıkamadım, nasıl nefret ediyorum senden, pislik. Ama benden
daha temizsin yine de, beynini satmıyorsun, acınası tenini sadece.
Kendinden geçmişti, herşeyi yapabilirdi. Her istediğimi yaptırabilirdim
ona. Beni kendine çekmeye çalıştı, ama hayır, dur, acele etme, konuşmamız
gerek, paranın önemi yok diyorum sana, işte üç dolar daha, sekiz etti, ama
önemi yok. Sekiz dolarla güzel bir elbise al kendine. Aklına birden çok
önemli bir şey gelmiş biri gibi parmaklarımı şaklattım, bir randevu.
“Hay Allah! Az kalsın unutuyordum,” dedim. “Saat kaç?”
Çenesi boynumdaydı, çenesi ile boynumu okşuyordu. “Zaman hiç önemli
değil, hayatım. Sabaha kadar kalabilirsin.”
Önemli biri, evet, hatırladım, editörüm, editörüm bu gece uçakla geliyor,
hemen bir taksiye atlayıp onu karşılamaya gitmeliyim. Hoşça kal, hoşça kal,
sekiz dolar sende kalsın, üstüne güzel bir elbise al, hoşça kal, hoşça kal,
uçarak iniyorum merdivenleri, kaçış, sis beni bekliyor, sekiz dolar sende
kalsın, görüyorum seni güzel sis, geliyorum temiz hava, sana geliyorum
harikulade dünya, hoşça kal, tekrar görüşeceğiz, diye bağırıyorum
merdivenlerden, sekiz dolarla güzel bir elbise al kendine. Ciğerlerimden
sökülen sekiz dolarla, canımı al Tanrım, canımı al ve naaşımı eve yolla,
canımı hemen al ki günah çıkarlamadan bir pagan gibi yığılıvereyim şuraya,
sekiz dolar, sekiz dolar...
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Zor günler, bulutsuz mavi günler, ortasında güneşin yüzdüğü mavi bir
deniz. Bolluk günleri -bol endişe, bol portakal. Yatakta portakal, öğlen
portakal, akşam portakal. Düzinesi beş sent. Gökyüzünde güneş, midemde
güneş suyu. Marketin sahibi mermi suratlı Japon beni görür görmez kese
kağıdına sarılırdı. Cömert adamdı, beş sente onbeş, bazen yirmi portakal
verirdi bana.
“Sen muz sevmek?” Elbette, iki de muz ver. Güzel bir buluş -portakal ile
muz. “Sen elma sevmek?” Elbette, elbette, birkaç da elma koyardı kese
kağıdına. “Sen şeftali sevmek?” Bayılırım, ve kese kağıdına alıp odama
dönerdim. İlginç bir buluş, şeftali ile portakal. Dişlerimle meyvenin suyunu
emerdim ve meyve suyu karnımda guruldardı. Yürekler acısıydı midemin
hali. Midemden iniltiler yükselir, küçük ve kasvetli gaz bulutları yüreğimi
ısırırdı.
Durumum beni daktiloya itiyordu. Daktilonun başına otururdum ve Arturo
Bandini için içim parçalanırdı. Bazen bir fikir zararsızca odada uçuşuverirdi.
Minik, beyaz bir kuş gibi. Kötü değildi niyeti. Tek isteği bana yardımcı
olmaktı zavallı kuşun. Ama onu daktilonun tuşları ile örseler, canına
okurdum ve ellerimde ölürdü.
Neydi benim derdim? Çocukken yeni bir dolma kalem için Azize
Teresa’ya dua etmiştim. Duama cevap almıştım. Yeni bir dolma kalemim
olmuştu anlayacağınız. Şimdi bir kez daha Azize Teresa’ya dua ediyordum.
Lütfen tatlı ve güzel azize, bir fikir yolla bana. Ama Azize Teresa beni terk
etmişti, Huysmans gibi bir başıma kalmıştım, yumruklarım sıkılı, gözlerim
yaşlı. Dünyada beni seven bir şey olsaydı, tek bir şey, bir böcek, bir fare
hatta, ama o da mazide kalmıştı, ona sunabileceğim en iyi şeyin portakal
kabuğu olduğunu anlayınca Pedro bile terk etmişti beni.
Evi düşündüm, parmesan peynirli domates suyunda yüzen spagetti,
annemin limonlu keki, kuzu kızartma ve sıcak çörek, ve öyle kötü hissettim
ki kendimi tırnaklarımı koluma batırıp kan gelene dek sıktım. Büyük
memnuniyet duydum bundan. Tanrı’nın en sefil yaratıklarından biriydim,
kendime işkence etme noktasına gelmiştim. Benim elemimden daha büyük
elem yoktu şu dünyada.
Hackmuth bunu duymalı, dahilere dergisinin sayfalarında babalık eden
koca Hackmuth. Sevgili Bay Hackmuth, diye başladım mektuba ve
muhteşem geçmişimi anlatmaya giriştim. Sevgili Hackmuth, sayfalar dolusu,
güneş batıda alevden bir toptu ve körfezden yükselen sisin içinde yavaş yavaş
boğuluyordu.
Kapım çalındı, ses vermedim çünkü gelen alacağının peşindeki ev sahibem
olabilirdi. Kapı açıldı ve kel, kemikli ve sakallı bir yüz belirdi. Kapı komşum
Bay Hellfrick’di gelen. Bay Hellfrick asker emeklisiydi ve ucuz cin içmesine
rağmen içki masrafını ancak karşılayan mütevazi emekli maaşı ile
geçiniyordu. Ne düğmeleri, ne de kemeri olan bir bornozun içinde yaşardı.
Zaman zaman edepli bir tavır takınıp bornozunun önünü kapar gibi yapsa da
aslında umurunda değildi, göğüs kemikleri ve kılları hep ortadaydı. Bay
Hellfrick’in gözleri kırmızıydı çünkü akşamüstü güneşi otelin batı tarafına
vurduğunda başını pencereden çıkarıp uyurdu, vücudu ve bacakları içerde,
başı dışarda. Otele yerleştiğim gün benden onbeş sent borç almıştı ve sonuç
vermeyen bir çok denemeden sonra parayı geri almaktan ümidimi kesmiştim.
Bu durum aramızda soğukluk yarattığı için onu kapımda görünce
şaşırmıştım.
Bir sırrını açıklamak üzereymiş gibi gözlerini kıstı, tek kelime dahi
etmemiş olmama rağmen parmağım ağzına götürüp şışşş diyerek beni
sessizliğe davet etti. Ona düşmanlık beslediğimi, sorumluluklarını yerine
getirmeyen insanlara saygı duymadığımı bilmesini istiyordum. Kapıyı usulca
kapatıp kemikli parmaklarının ucunda bana doğru geldi, bornozu sonuna
kadar açık.
“Süt sever misin?”
Tabii ki severdim, bunu ona söyledim. Planını açıkladı. Alden
güzergahında süt dağıtan adam arkadaşıydı. Her sabah süt kamyonunu otelin
arka tarafına park ettikten sonra arka merdivenden Hellfrick’in odasına çıkıp
onunla cin içiyordu. “Yani,” dedi, “süt seviyorsan tek yapacağın şey gidip
almak.”
Başımı salladım.
“Aşağılık bir teklif bu, Hellfrick,” dedim, Hellfrick’le sütçünün dostluğunu
merak ederek. “Adam arkadaşınsa sütü çalmak niye? O senin cinini içiyor.
Sen de ondan süt iste.”
“Ben süt sevmem ki,” dedi Hellfrick. “Bunu senin için yapıyorum.”
Bana olan borcunu ödeştirecekti aklınca. Başımı salladım. “Hayır sağol,
Hellfrick. Kendimi dürüst telakki ederim.”
Omuz silkti ve bornozunu kapattı.
“Pekala evlat, sana iyilik etmek istemiştim, hepsi bu,”
Hackmuth’a yazdığım mektuba devam ettim. Ama çok geçmeden ağzıma
süt tadı gelmeye başladı, bir süre sonra dayanılmaz bir hal aldı. Loş ışıkta
yatağa uzanıp baştan çıkmama izin verdim. Muhalefetin kesilmesi çok
sürmedi, gidip Hellfrick’in kapısını çaldım. Odası tam bir keşmekeşti,
yerlerde ucuz romanlar, çarşafı kararmış bir yatak, her yerde giysiler ve
çıplaklığı ile dikkat çeken duvarda bir kafatasının kırık dişlerini andıran boş
elbise çengelleri. İskemlelerin üstünde kirli tabaklar, pencere kenarlarına
bastırılmış sigara izmaritleri. Odası benimkinin eşiydi ama onun fazladan bir
gaz ocağı ve kap kacak konabilecek bir rafı vardı. Temizliğini ve yatağını
kendi yapması koşulu ile ev sahibesinden indirim almıştı ama ikisini de
yapınıyordu. Hellfrick bornozu ile salıncaklı sandalyeye oturmuştu,
ayaklarının etrafında boş cin şişeleri vardı. Elindeki şişeden içiyordu. Sürekli
içerdi, gece gündüz, hiç sarhoş olmazdı ama.
“Fikrimi değiştirdim,” dedim.
Ağzına cin doldurdu, yanaklarında çalkaladı ve kendinden geçerek yuttu.
“Son derece basit,” dedi. Birden ayağa fırlayıp yerde duran pantolonuna
doğru gitti. Bir an borcunu ödeyeceğini sandım. Ama insanda merak
uyandıracak şekilde ceplerini aradıktan sonra boş ellerle dönüp iskemleye
oturdu. Ben öylece duruyordum.
“Aklıma gelmişken,” dedim. “Bana olan borcunu ödeyebilir misin?”
“Şu anda ödeyemem,” dedi.
“Bir kısmını öde hiç olmazsa -on sentini mesela.”
Başını salladı.
“Beş sentini?”
“Meteliksizim evlat.”
Şişeden bir fırt daha aldı. Yeni açmıştı şişeyi, dolu sayılırdı.
“Sana nakit ödeme yapamıyorum evlat. Ama istediğin kadar süt içmeni
sağlayabilirim.” Anlatmaya başladı. Sütçü saat dört sularında gelirdi. Uyanık
kalıp kapısını çalmasını bekleyecektim. Hellfrick adamı en az yirmi dakika
oyalayacaktı. Borcuna karşı yapılmış bir teklifti, ama açtım.
“Borcunu ödemelisin ama Hellfrick. Faiz talep etmediğime şükret. Faiz
uygulasaydım hâlin haraptı.”
“Sana olan borcumu ilk fırsatta ödeyeceğim evlat,” dedi. “Son kuruşuna
kadar, ilk fırsatta.”
Hellfrick’in kapısını öfkeyle çarpıp odama döndüm. Meseleyi büyütmek
niyetinde değildim ama bu kadarı da fazlaydı. İçtiği cinin şişesine en az otuz
sent verdiğini biliyordum. İçkiye duyduğu açlığı borcunu ödeyene dek
frenleyebilirdi kuşkusuz.
Gece gelmek bilmedi. Pencerede oturup ucuz tütün ve tuvalet kağıdından
kestiğim karelerle sigara sardım. Tütün paralı günlerimde kendime çektiğim
bir kıyaktı. Bir teneke satın almıştım, yanında tenekeye lastikle tutturulmuş
bedava pipo veriyorlardı ama pipoyu kaybetmiştim. Tütün öyle adiydi ki
sigara kağıdı ile bile içimi kötüydü, Tuvalet kağıdı ile iki kat daha sert ve
yoğundu, alev alıyordu arada sırada.
Gece çok yavaş geldi, önce kokusu, sonra da karanlığı. Koca kent ışıl ışıldı
altımda, sokak lambaları, parlak gece çiçekleri gibi yanıp sönen kırmızı,
mavi, yeşil neon ışıkları. Aç değildim, yatağımın altı portakal doluydu,
midemin dibindeki hareketlenme yalnızlıktan sıkılıp dışarı çıkmaya çalışan
dumandan ibaretti. İşte gerçekleşmişti sonunda: hırsızlık yapmak üzereydim,
aşağılık bir süt hırsızı olmama az kalmıştı. İşte dahi yazarınız, tek öykülük
yazar: bir hırsız. Başımı ellerimin arasına alıp öne arkaya sallanmaya
başladım. Büyük allahım. Gazete manşetleri: gelecek vaad eden yazar süt
çalarken yakalandı, J.C.Hackmuth’un desteklediği yazar hırsızlıktan
tutuklandı, gazeteciler etrafımı sarmış, flaşlar patlıyor, demeç ver Bandini,
nasıl oldu? Arkadaşlar, telifler sayesinde maddi sıkıntım yok, ama bir şişe süt
çalan bir adam hakkında bir öykü yazıyorum, o duyguyu bilmek istedim,
hepsi bu. Post'ta çıkacak öyküyü mutlaka okuyun, adını “Süt Hırsızı”
koydum. Adreslerinizi verirseniz sizlere birer nüsha gönderirim.
Ama böyle olmayacaktı çünkü Arturo Bandini’yi kimse tanımıyordu ve altı
ay yiyeceksin, kodesi boylayacaksın, sabıkan olacak, annen ne diyecek?
Baban ne diyecek? Boulder benzinliğinde takılan arkadaşlarının
konuşmalarını duyamıyor musun, süt şişesi çalarken yakalanan büyük yazarla
dalga geçip güldüklerini? Yapma, Arturo! İçinde nebze dürüstlük kalmışsa,
yapma!
Koltuktan kalkıp volta atmaya başladım. Tanrım, bana güç ver! Engelle
beni! Sonra birden herşey son derece aptalca ve bayağı göründü gözüme
çünkü aklıma Hackmuth’a yazacak bir şeyler gelmişti. İki saat kadar yazdım,
sırtım ağrıyana dek. Penceremden dışarı baktığımda St.Paul Oteli’nin büyük
saati on biri gösteriyordu. Hayli uzun olacağa benzerdi Hackmuth’a yazdığım
mektup -yirmi sayfayı bulmuştu bile. Mektubu okudum. Aptalca buldum.
Yüzümün kızardığını hissettim. Bu çocukça zırvalamaları okuyunca geri
zekalının biri olduğumu düşünecekti. Sayfaları toplayıp çöpe attım. Yarın
yeni bir gün olacaktı. Yeni bir öykü için bir fikir gelebilirdi. İki portakal yiyip
yatmaya karar verdim.
İğrençti portakallar. Yatağa oturup birini dişledim ve yüzüm buruştu,
ağzım tükürüktendi, portakal düşüncesi bile midemi bulandırmaya yetiyordu.
Soğuk duş etkisi yapmıştı üstümde. Bandini aynanın karşısına geçmiş
görüntüsü ile konuşuyor; sanatın için nelere katlanıyorsun! Bir sanayi
imparatoru olabilirdin, ticari bir prens, ya da büyük bir beysbolcu, 0.415
ortalama ile sayı kralı bir beysbolcu; ama hayır! Sürünerek geçiriyorsun
günlerini, açlıktan nefesi kokan bir dahi, kutsal çağrıya sadık. Ne kadar
cesursun!
Yatağa uzandım, karanlıkta, gözlerim açık. Büyük Hackmuth ne derdi
bütün bunlara acaba? Alkışlardı, göklere çıkarırdı beni güçlü kalemi ile.
Aslında çok da kötü sayılmazdı Hackmuth’a yazdığım mektup. Kalkıp
mektubu çöp sepetinden çıkardım ve tekrar okudum. Olağanüstüydü, mizah
dozu olması gerektiği kadar. Hackmuth bayılacaktı mektuba. Minik Köpek
Güldü'nün yazarı olduğumu hemen anlayacaktı. Öykü diye ona derim!
Öyküyü içeren sayının nüshaları ile dolu çekmeceyi açtım. Öyküyü yatakta
tekrar okumaya başladım, mizahına kahkahalarla gülerek, yazarının ben
olduğunu kendime hayretle fısıldayarak. Sonra yüksek sesle okumaya
başladım, hareketli, aynanın karşısında. Bitirdiğimde sevincimden ağladım,
Hackmuth’un fotoğrafının karşısına dikilip dehamı keşfettiği için ona
teşekkür eltim.
Daktilonun başına geçip mektuba devam eltim. Gece ilerliyor, sayfalar
birikiyordu. Yazmak Hackmuth’a mektup yazmak kadar kolay olsaydı keşke!
Sayfalar kümeleniyordu, yirmi beş, otuz, önüme bakıp kamımdaki yağ
tabakasını fark edene dek. Olacak iş miydi! Kilo alıyordum: portakallar beni
şişirmeye başlamıştı. Ayağa fırladığım gibi yere yatıp mekik çekmeye
başladım. Çok geçmeden ter içinde kalmıştım, nefes almakta güçlük
çekiyordum. Susamış ve bitap yatağa attım kendimi. Bir bardak soğuk süt ne
iyi giderdi şimdi.
O anda Hellfrick’in kapısının çalındığını duydum. Biri içeri girerken
Hellfrick homurdandı. Sütçüden başkası olamazdı gelen. Saatime baktım.
Dörde geliyordu. Çabucak giyindim: pantolon, ayakkabı ve kazak.
Kimsecikler yoktu holde, eski bir ampulun ışığında fesat bir görünümü vardı
holün. Kendinden emin biri gibi yürüdüm, tereddütsüz, holün sonundaki
banyoya gider gibi. Sinir bozucu bir şekilde gıcırdayan basamaklarla dolu
merdivenden iki kat aşağı indim, giriş kalındaydım. Kırmızı beyaz Alden
kamyonu otelin ay ışığı ile yıkanmış duvarının yanına park edilmişti.
Kamyona uzandım ve iki şişe sütü kararlı bir şekilde boyunlarından
kavradım. Serin ve harikuladeydiler avuçlarımda. Bir dakika sonra
odamdaydım, süt şişelerini masanın üstüne koydum. Bütün odayı
kaplıyorlardı sanki. Canlı gibiydiler. Öyle tombul, öyle güzeldiler ki!
Sen Arturo, dedim kendime, şanslı insan! Bunu annenin dualarına
borçlusun belki, belki de Tanrı ateistlerin safına geçmene rağmen seni hâlâ
seviyor, ama her durumda şanslı adamsın.
Eski günlerin hatırına, diye geçirdim içimden, eski günlerin hatırına diz
çöküp dua edeceğim, ilkokulda ettiğimiz gibi, annemin evde bize öğrettiği
gibi: Rabbim, bizi ve o cömert ellerinle bize sunduğun nimetleri kutsa, Amin.
Bulunsun diye bir dua daha ettim. Sütçü, Hellfrick’in odasından çıktıktan çok
sonra ben hâlâ dizlerimin üstündeydim, yarım saat aralıksız dua etmiştim, süt
içme isteğim bir canavara dönüşene, dizlerim ve sırtım ağrıyana dek.
Ayağa kalktığımda güçlükle yürüyebildim, her yanım tutulmuştu, ama
değerdi. Diş fırçamı bardaktan çıkardım, şişelerden birini açtım ve bardağa
süt doldurdum. Dönüp Hackmuth’un fotoğrafına baktım. “Sana Hackmuth!
Sen çok yaşa!”
Ve içtim, açgözlülükle, gırtlağım kasılıp öğürene dek. Korkunç bir tat
vardı ağzımda. Süt yağlıydı. Nefret ederdim yağlı sütten. Tükürdüm, ağzımı
su ile çalkaladım ve koşup masanın üstündeki ikinci şişeye baktım. O da
aynıydı.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Spring sokağı, eskici dükkanının karşısındaki birahane. Son beş sentimle
kahve içmek için girmiştim oraya. Eski tarz bir mekan, yere talaş dökmüşler,
duvarda kabaca çizilmiş çıplak kadın figürleri. Yaşlı adamların gittiği, biranın
ucuz olduğu ve ekşi koktuğu, geçmişin değişmeden sürdüğü bir yer.
Duvara bitişik masalardan birine oturdum. Başımı ellerimin arasına
aldığımı hatırlıyorum. Sesini başımı kaldırmadan dinlemiştim. Ne dediğini
anımsıyorum. “Bi şey ister misin?” diye sormuştu ve ben kahve ve krema
diye mırıldanmıştım. Kahve önüme konana dek öylece oturmuştum. Kötü
kaderimi düşünüyordum.
Kahve berbattı. Kremayı içine kattığımda krema olmadığını fark ettim,
kahve gri bir renk almıştı, tadı ise bulaşık suyundan farksızdı. Son paramı
harcıyordum ve çok canım sıkılmıştı bu işe. Bana kahveyi getiren kıza
bakındım. Beş altı masa ilerdeydi, tepsi ile bira dağıtıyordu. Sırtı bana
dönüktü, beyaz önlüğünün altında çok sıhhatli görünüyordu. Kolları hafif
kaslı, omuzlarına dökülen saçları gür ve parlaktı.
Sonunda bana doğru döndü ve elimle işaret eltim. Gözlerini sıkıntıdan
patladığım ima edecek şekilde açmakla yetindi. Yüz hatlarını ve dişlerinin
beyazlığını hesaba katmazsan çok güzel olduğu söylenemezdi. Ama o anda
yaşlı müşterilerden birine gülümsemişti ve dudaklarının arasında bir beyazlık
belirip kaybolmuştu. Burnu Maya’ydı, düz, delikleri geniş. Dudakları aşırı
rujlu ve siyahi bir kadının dudakları gibi dolgun. Irkının tüm özelliklerini
taşıyordu ve o şekilde değerlendirdiğinizde harikuladeydi, ama fazla tuhaftı
benim için. Gözleri hayli çekik, teni koyuydu, ama siyah değildi.
Yürüdüğünde göğüsleri diriliklerini belli eder şekilde sallanıyorlardı.
İlk işaretimi görmezden gelmişti. Bara gitti, süzgün barmene siparişi verip
biraları doldurmasını bekledi. Beklerken ıslık çalıyordu. Ben işaret etmekten
vaz geçmiştim ama yanıma gelmesini istediğimi de yeterince belli etmiştim.
Birden ağzını tavana doğru kaldırıp çok garip bir kahkaha attı, barmenin bile
dikkatini çekmişti kahkahası. Sonra masaların arasından raks eder gibi
geçerek arka tarafta oturan bir grupa doğru gitti. Elindeki tepsiyi müthiş bir
zerafetle taşıyordu. Barmen de onu izliyordu, kahkahasına anlam verememişti
hâlâ. Ben vermiştim ama. Benim için atılmıştı o kahkaha. Görünümümde bir
tuhaflık olmalıydı. Yüzümde, duruşumda, orda oturuyor olmamda onu
eğlendiren bir şey vardı. Bunları düşünürken yumruklarımı sıkmış,
aşağılanmış olmanın öfkesi ile görünümümü gözden geçiriyordum. Saçımı
elledim: taralıydı. Gömleğimin yakasını ve boyun bağımı kontrol ettim: yerli
yerinde ve temizdiler. Kendimi barın aynasında görebilecek kadar öne
eğildim. Gördüğüm yüz kesinlikle endişeli ve solgundu ama komik değildi.
Çok kızmıştım.
Gözümü ona diktim, her hareketini izliyor, gözümü üstünden
ayırmıyordum. Masama gelmedi. Yaklaştı, bir keresinde komşu masaya geldi
ama o kadar. Esmer yüzünü, alaycı gülümseme dolu siyah gözlerini her
gördüğümde dudak büküp pis pis bakıyordum. Bir oyuna dönüştü. Kahve
soğudu, buz gibi oldu, üstünde süt tabakası oluştu ama elimi bile sürmedim.
Masalar arasında raks eder gibi yürüyor, yıpranmış ayakkabıları mermerin
üstünde kayarken güçlü ipek bacaklarına talaş bulaşıyordu.
Üst kısmı deri örgüden yapılmış Meksikalı’lara özgü çarıklardan vardı
ayağında: deri örgü yer yer yıpranmıştı. Çarıklarını görür görmez rahatladım,
eleştirebileceğim bir kusurunu keşfetmiştim. Uzun boylu, geniş omuzluydu,
yirmi yaşlarında, çarıklarını saymazsak kendine göre kusursuz. Gözlerimi
çarıklarına diktim, arada sırada gözden kaçırmamak için sağa sola eğiliyor,
kendi kendime kıs kıs gülüyordum.
O benim yüzümle ya da genel görünümümle alay etmekten nasıl haz
duyduysa ben de onun çarıklarıyla alay etmekten haz duyuyordum. Bunun
üstündeki etkisi güçlü olmuştu. Ayak parmakları üstünde yaptığı dönüşler ve
dansı giderek azaldı ve sonunda bir masadan öbürüne telaşlı bir şekilde
gitmekle yetindi. Utanmıştı. Bir keresinde çabukça çarıklarına baktığını fark
ettim. Birkaç dakika içinde yüzündeki gülümseme silinmiş, suratı asılmıştı.
Nefretle bakıyordu bana.
Bir coşku, tuhaf bir mutluluk kaplamıştı içimi. Rahatlamıştım. Dünya garip
insanlarla doluydu. Süzgün barmen benden tarafa baktı, arkadaşça göz kırpıp
selam verdim. Anladığını ima eder bir biçimde başını salladı. İç geçirip
arkama yaslandım, hayatla barışık.
Kahvenin ücreti olan beş senti almaya gelmemişti henüz. Parayı masanın
üstüne bırakmazsam gelip almak zorunda kalacaktı. Çıkmak niyetinde
değildim ama. Bekledim. Yarım saat geçti. Bira almak için telaşla bara
gittiğinde herkesin görebileceği şekilde barın önünde beklemiyordu artık.
Barın arkasına geçip bekliyordu. Bana bakmıyordu ama onu izlediğimin
farkında olduğunun farkındaydım.
Doğru masama geldi sonunda. Çenesi yukarda, elleri iki yanındaydı,
gururlu yürüyordu. Gözlerinin içine dik dik bakmak istedim ama
sürdüremedim. Başımı çevirdim sırıtarak.
“Başka bir şey istiyor musun?” diye sordu.
Beyaz önlüğü kola kokuyordu.
“Sen buna kahve mi diyorsun?” dedim.
Birden güldü yine. Bir çığlık, başladığı gibi biten metalik bir deli kahkaha.
Çarıklarına diktim gözlerimi yine. İçten içe geri çekildiğini hissettim. Canını
yakmak istiyordum.
“Kahve değil belki de bu,” dedim. “İçinde şu iğrenç çarıklarını kaynattığın
sudur belki.” Başımı kaldırıp yakıcı siyah gözlerine baktım. “Bilmiyor
olabilirsin. Ya da umurunda olmayabilir. Ama ben kız olsam Main sokağında
bu çarıklarla dolaşmazdım.”
Sözümü bitirdiğimde nefes nefese kalmıştım. Dolgun dudakları titredi,
ceplerine soktuğu yumruklan kolalı beyazlığın altında kıvranıyorlardı.
“Nefret ediyorum senden,” dedi.
Hissettim nefretini. Kokusunu aldım, duydum hatta, ama sırıttım yine de.
“Ediyorsundur umarım,” dedim. “Çünkü senin nefretine mazhar olan birinin
olumlu yanları pek çok olsa gerek.”
Bunun üstüne çok tuhaf bir şey söyledi. Hâlâ kulaklarımda, “Kalp
krizinden ölürsün inşallah,” dedi. “Şu oturduğun iskemlede kalasın.”
Gülmekle yetinmeme rağmen sarf ettiği sözler onu rahatlatmıştı.
Uzaklaşırken gülümsüyordu. Barın önünde durup biraları beklemeye başladı,
Üstümden ayırmadığı gözleri tuhaf dileği ile parlıyorlardı ve ben hayli
rahatsız olmama rağmen hâlâ sırıtıyordum. Raks etmeye başlamıştı yine,
elinde tepsi masaların arasından süzülüyor, ona her baktığımda bedduasını
gülümsüyordu. Bir süre sonra garip bir duyguya kapıldım. İç organlarımı,
kalbimin atışını, midemden gelen titreşimleri hissedebiliyordum. Bir daha
masama gelmeyeceğine kanaat getirdim ve bundan memnuniyet duyduğumu,
oradan çıkmak, inatçı gülümsemesinden kurtulmak istediğimi anımsıyorum.
Kalkmadan önce beni çok mutlu eden bir şey yaptım. Cebimdeki beş senti
çıkarıp masanın üstüne koydum. Sonra da kahveyi üzerine döktüm. Masayı
bezle silmek zorunda kalacaktı. Kahverengi pislik bütün masaya yayılmıştı,
gitmek üzere kalktığımda yere damlıyordu. Kapıda ona bir kez daha bakmak
için durdum. Aynı gülümseme vardı dudaklarında. Başımla masayı işaret
ettikten sonra parmaklarımla bir selam çakıp dışarı çıktım. Bir kez daha
keyfim yerine gelmişti. Hayat garip insanlarla doluydu.
Ordan ayrıldıktan sonra ne yaptığımı anımsayamıyorum. Büyük Pazar’ın
üstündeki odasında Benny Cohen’i ziyaret etmiş olabilirim. Küçük bir kapısı
olan tahta bir bacağı vardı Benny’nin. O kapının arkasında marihuana
sigaraları dururdu. Gazete de satardı, Examiner ve Times. O korkunç ve
karamsar dünya görüşü ile beni her zamanki gibi hüzne boğmuştu belki.
Sararmış parmaklarını burnuma doğru tutup ait olduğum işçi sınıfına ihanet
ettiğim için beni lanetlemişti belki. Belki de odasından her zamanki gibi
titreyerek çıkıp tozlu merdivenleri inmiş, bir emperyalistin gırtlağını sıkma
arzusu ile yanıp tutuşarak sokağa fırlamıştım. Belki, belki de değil;
anımsayamıyorum.
Odamda geçirdiğim o geceyi anımsıyorum ama. St.Paul Oteli’nin kırmızı
yeşil ışığı odamda yanıp sönerken yatağımda titreyerek kızın öfkesini,
masadan masaya raks ederek gidişini, gözlerindeki siyah parıltıyı
düşlediğimi, yoksulluğumu ve yeni bir öykü için kafamda tek fikir olmadığını
bile unuttuğumu anımsıyorum.
Ertesi sabah ilk işim gidip onu aramak oldu. Saat sekizde Spring
sokağındaydım. Minik Köpek Güldü' nün yer aldığı dergi cebimdeydi.
Öyküyü okuduktan sonra hakkımda farklı düşünecekti. Dergi cebimdeydi,
imzalı, verilmeye hazır. Birahane açılmamıştı henüz. Adı Columbia
Birahanesi'ydi. Burnumu pencereye yapıştırıp içeri baktım. İskemleler
masanın üstüne konmuştu. Lastik çizmeler giymiş yaşlı bir adam yerleri
süpürüyordu. Birkaç blok yürüdüm. Nemli hava monoksit gazı ile mavimtrak
bir renk almıştı bile. Parlak bir fikir geldi aklıma. Dergiyi cebimden çıkartıp
imzayı sildim. Yerine, “değersiz bir Gringo’dan bir Maya Prensesi’ne,”
yazdım. Tam olması gerektiği gibiydi. Columbia Birahanesi’ne dönüp
pencereyi tıklattım. Yaşlı adam ıslak elleri ile kapıyı açtı, saçından ter
damlıyordu. “Burada çalışan kızın adı ne?” diye sordum.
“Camilla’yı mı kastediyorsun?”
“Dün gece çalışan kız.”
“Evet,” dedi. “Camilla Lopez.”
“Bunu ona verebilir misiniz?” dedim. “Genç birinin bu dergiyi onun için
bıraktığını söyleyin yeter.”
Islak ellerini önlüğüne sildi ve dergiyi aldı. “Dikkatli olun,” dedim.
“Değerlidir.”
İhtiyar kapıyı kapattı. Pencereden topallayarak kovasına doğru gidişini
izledim. Dergiyi tezgahın üstüne koyup işine döndü. Hafif bir rüzgar derginin
sayfalarını okşadı. Uzaklaşırken ihtiyarın dergiyi vermeyi unutacağı
kaygısına kapıldım. Bir süre sonra büyük bir hata işlediğimden şüphem
kalmamıştı: yazdığım yazının onun gibi bir kızı etkilemesi olanaksızdı. Hızla
Columbia Birahanesi’ne dönüp pencereyi tıklattım. İhtiyar kapının kilidini
açarken homurdanıp küfretti. Yaşlı gözlerindeki teri sildi ve karşısında beni
gördü.
“Dergiyi bir dakikalığına geri alabilir miyim?” dedim. “İçine bir şeyler
yazmak istiyorum.”
İhtiyar olup bitenleri anlamakta güçlük çekiyordu. İç çekerek başım
salladıktan sonra içeri girmemi söyledi. “Lanet olsun, git kendin al. İşim var
benim,” dedi.
Dergiyi tezgahın üstünde açıp Maya Prensesi’ne yazılmış yazıyı sildim,
yerine şöyle yazdım.
Sevgili Pejmürde Çarıklar,
Farkında olmayabilirsin, ama dün gece bu öykünün yazarına hakaret ettin.
Okuman yazman varını? Varsa, on beş dakika zaman ayırıp bu başyapıtı oku.
Ve bir daha sefere dikkatli ol. Bu çöplüğe gelen herkes serseri olmayabilir.
Arturo Bandini
Dergiyi ihtiyarın eline tutuşturdum ama gözlerini işinden ayırmadı. “Bayan
Lopez’e verin bunu,” dedim. “Mutlaka geçsin eline.” İhtiyar süpürgesini yere
bıraktı, kırışık yüzündeki teri sildi ve parmağını kapıya doğrulttu. “Çek git
buradan!”
Dergiyi tezgahın üstüne bırakıp rahat adımlarla kapıya doğru yürüdüm.
Kapıda durup döndüm ve ihtiyara el salladım.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Açlıktan ölmüyordum. Yatağımın altında eski portakallar duruyordu. O
gece üç-dört portakal yedikten sonra Bunker Hill’i karanlıkta yürüdüm ve
kent merkezine indim. Columbia Birahanesi’nin karşısındaki karanlık bir
kapının eşiğinde durup Camilla Lopez’i seyrettim. Aynıydı, üstünde önlüğü
vardı yine. Onu gördüğümde bir ürperti hissettim, gırtlağımda bir yanma. Bir
süre sonra o tuhaf duygu kayboldu ve ayaklarım ağrıyana dek karanlıkta
dikildim.
Bir polisin bana doğru geldiğini görünce oradan uzaklaştım. Boğucu bir
geceydi. Mojave çölünün kumu uçuşuyordu kentte. Neye dokunsam ince kum
taneleri yapışıyordu parmaklarıma. Odama döndüğümde daktilomun
mekanizmasına kum dolduğunu fark ettim. Kulaklarımın içine girmişti,
saçıma girmişti kum. Elbiselerimi çıkardığımda toz halinde yere döküldü.
Çarşafım bile kumluydu. Yatağa uzandım. St.Paul Oteli’nin odamı bir
aydınlatıp bir karartan kırmızı ışığı mavimtraktı şimdi, kasvetli.
Ertesi sabah portakal yiyemedim. Düşüncesi bile midemi bulandırmaya
yetiyordu. Bir şiire kent merkezinde aylak aylak dolaştıktan sonra öğleye
doğru kendime acımaya başladım, önünü alamadığım bir hüzün kapladı
içimi. Odama döndüğümde kendimi yatağa bırakıp hıçkıra hıçkıra ağladım.
Uzun süre ağladıktan sonra kendimi iyi hissettim tekrar. Samimi ve arınmış.
Oturup anneme dürüst bir mektup yazdım. Haftalardır ona yalan söylediğimi
itiraf ettim; lütfen para gönder, eve dönmek istiyorum.
Mektubu yazarken Hellfrick girdi içeri. Pantolon giymiş, bornozunu
çıkarmıştı, hemen tanıyamadım. Tek kelime etmeden masanın üstüne on beş
sent koydu. “Dürüst adamım ben evlat,” dedi. “Dürüstlüğümden şüphe etme
bir daha.” Ve dışarı çıktı.
Parayı avucuma alıp okşadım. Pencereden fırladığım gibi markete koştum.
Minik Japon beni görür görmez kesekağıdını alıp portakal sandığının başına
geçti. Yanından geçip bisküvi reyonuna gittiğimi görünce hayretten küçük
dilini yutacaktı neredeyse. İki paket bisküvi aldım. Yatağıma oturup elimden
geldiğince çabuk indirdim bisküvileri mideme, yanında da su içtim.
Bitirdiğimde kendimi çok iyi hissettim. Midem doluydu ve beş sentim vardı.
Beş sent, Columbia Birahanesine. gidebileceğim anlamına geliyordu.
Anneme yazdığım mektubu yırtıp geceyi beklemek üzere yatağa uzandım.
Bekledim. Midem bisküvi, yüreğim arzu doluydu.
Kapıdan girmemle beni görmesi bir oldu. Memnun olmuştu; gözlerinin
büyümesinden anlamıştım. Yüzü aydınlandı ve benim gırtlağım yanmaya
başladı yine. Birden öylesine mutlu, kendimden ve gençliğimden öyle
emindim ki. Aynı masaya oturdum. Canlı müzik vardı o gece, piyano ve
keman; kısa saçlı, erkeksi yüzlü iki kadın Dalgaların Üstünde şarkısını
çalıyorlardı. Tra la la, ve ben Camilla’nın elindeki bira tepsisi ile raksedişini
izledim. Saçları öylesine siyah ve gürdü ki ensesini üzümler örtmüştü sanki.
Kutsal bir yerdi bu birahane. Oradaki her şey kutsaldı, iskemleler, masalar,
Camilla’nın elindeki bez, ayağının dibindeki talaş. O bir Maya Prensesi, orası
da onun şatosuydu. Yırtık çarıklarının süzülüşünü izledim ve onlara sahip
olmak için delice bir istek duydum. Geceleri onları göğsüme bastırıp uyumak
ne güzel olurdu. Ellerimde tutup koklamak.
Masamın yakınına gelmedi, ama mutluydum. Hemen geline Camilla;
burada tek başıma oturup bu ender duyulan heyecana alışayım; zihnim eşsiz
zerafetinin sonsuz yalnızlığında gezinirken yalnız bırak beni; bir süre için,
açık gözlerle seni düşleyip açlığını çekmek istiyorum.
Sonunda geldi, tepsisinde bir fincan kahve ile. Aynı kahve, aynı çatlak
kahverengi fincan. Gözleri her zamankinden de siyah ve iriydiler, yumuşak
adımlarla bana doğru gelirken yumuşak bir gülümseme vardı yüzünde,
yüreğimin çarpıntısından bayılacağımı sandım. Yanımda durduğunda kolalı
önlüğün temiz kokusuna karışmış terinin kokusu geldi burnuma. Başımı
döndürmüştü, sersemlemiştim. Kokuyu almamak için dudaklarımın arasından
nefes aldım. Kahveyi döktüğüm için bana kızgın olmadığını ima eder bir
biçimde gülümsedi; üstelik olanlardan son derece hoşnut kalmış gibi bir hali
vardı, müteşekkirmiş gibi hatta.
“Çillerini fark etmemişim,” dedi.
“Boş ver çillerimi.”
“Kahve için kusura bakma,” dedi. “Burada herkes bira içer. Fazla kahve
siparişi almayız.”
“Fazla kahve siparişi almıyorsunuz çünkü kahve berbat. Param olsa ben de
bira içerdim.”
Elindeki kalemle ellerimi işaret etti. “Tırnaklarını yiyorsun,” dedi.
“Vazgeçmelisin.”
Ellerimi ceplerime soktum.
“Bana öğüt verme. Sen kendini ne sanıyorsun?
“Bira ister misin?” diye sordu. “Ben ısmarlıyorum.”
“Bana bir şey ısmarlama. Bu iğrenç kahveyi içip buradan çıkacağım.”
Bara gidip bir bira söyledi. Cebinden çıkardığı bozuk paralarla biranın
parasını ödedi. Birayı bana getirip burnumun dibine koydu. Yaralamıştı beni.
“Götür şunu,” dedim. “Hemen götür, kahve istiyorum bira değil.”
Arka taraftan biri çağırdı ve yanımdan hızla uzaklaştı. Boş bira
bardaklarını almak için masaların üstüne eğildiğinde dizlerinin arkası
görünüyordu. İskemlemde kımıldadım, ayağım bir şeye çarptı, bir tükürük
hokkasına. Camilla bara dönmüştü, bana gülümsüyor, başıyla birayı içmemi
istediğini belirtiyordu. Şeytanlık yapmak geldi içimden, kötülük. Dikkatini
çekip gözünün önünde birayı tükürük hokkasına boca ettim. Beyaz dişlerini
alt dudağına geçirdi, rengi soldu.
Gözleri alev alevdi. Bir hoşluk kapladı içimi, arkama yaslanıp tavana
baktım.
Mutfağı ayıran bölmenin arkasına girip kayboldu. Döndüğünde
gülümsüyordu. Ellerini arkasında kavuşturmuştu, bir şey gizliyordu. Sabah
gördüğüm yaşlı adam çıkıverdi bölmenin arkasından, olacakların beklentisi
ile gülümsüyordu. Camilla bana el salladı. Korkunç bir şey gerçekleşmek
üzereydi: tahmin edebiliyordum. Camilla arkasından sabah bıraktığım dergiyi
çıkardı, havada salladı. Durduğu yerde ihtiyardan ve benden başka kimse
göremiyordu onu, gösteri ikimiz içindi. İhtiyar gözlerini kocaman açmış
izliyordu. Camilla parmaklarını ıslattıktan sonra derginin sayfalarını çevirip
Minik Köpek Güldü öykümün olduğu sayfayı açtı ve benim ağzım kurudu.
Dergiyi bacaklarının arasına sıkıştırıp yırtarken dudakları büzülmüştü.
Sayfaları başının üstünde tutup salladı ve gülümsedi. İhtiyar da başını
sallayarak davranışını hararetle onaylıyordu. Sayfaları minik minik parçalara
ayırırken yüzündeki ifade gülümsemeden kararlılığa dönüştü. Muradına
ermiş birinin rahatlığıyla parmaklarını açtı ve kağıt parçacıkları ayağının
yanındaki tükürük hokkasına döküldüler. Gülümsemeye çalıştım. Ellerinin
tozunu silkmek isteyen biri gibi ellerini çırptı. Sonra elini kalçasına koydu,
omuzunu kaldırdı ve kırıtarak uzaklaştı. İhtiyar bir süre kaldı. Olayın tek
tanığıydı. Sonra gösterinin bittiğine kanaat getirip bölmenin arkasına geçti.
Bir süre sonra iskemlemi geriye itip kalkmaya karar verdim. Camilla barda
durmuş gidişimi izliyordu. Yaptığından pişmanlık duyduğunu gösteren küçük
bir gülümseme vardı dudaklarında. Bakışlarımı kaçırıp dışarı çıktım ve
yürümeye başladım, tramvayların ve kentin insanın üstüne çığ gibi gelen
dayanılmaz gürültüsüne kavuşmaktan hoşnutlum. Ellerimi cebime sokup
yürüdüm.
Birahaneden elli metre ancak uzaklaşmıştım ki birinin seslendiğini
duydum. Döndüm. O’ydu. Yumuşak ayaklarının üstünde bana doğru
koşarken cebindeki madeni paralar şıngırdıyordu.
“Delikanlı!” diye seslendi. “Delikanlı!”
Bekledim, yanıma geldiğinde nefes nefeseydi. Çabuk fakat yumuşak
konuştu.
“Özür dilerim!” dedi. “Neden böyle davrandığımı bilmiyorum.
İnan bana.”
“Boşver,” dedim. “Önemi yok.”
Birahaneye doğru bakıp duruyordu. “Dönmek zorundayım,” dedi.
“Birazdan farkına varırlar. Yarın akşam da gel, lütfen. Her zaman o kadar
kötü değilim. Bu akşam için özür dilerim. Lütfen gel, lütfen!” Kolumu sıktı.
“Gelecek misin?”
“Belki.”
Gülümsedi. “Bağışladın mı beni?”
“Tabii.”
Kaldırımın ortasında durup birahaneye dönüşünü izledim. Birkaç adım
gittikten sonra dönüp bana bir öpücük yolladı ve, “yarın akşam, unutma!”
diye seslendi.
“Camilla!” diye bağırdım arkasından. “Bir dakika!”
Birbirimize doğru koşup ortada buluştuk.
“Çabuk ol!” dedi. “Kovulacağım.”
Ayaklarına baktım. Olacakları hissetmişti, irkildi. Kendimi çok iyi
hissediyordum, soğukkanlı, deri değiştirmişçesine yeni. Tane tane konuştum.
“Şu çarıklar -onları giymen şart mı, Camilla? Yağlı bir Meksikalı olduğunu
ve hep öyle kalacağım cümle aleme duyurmak zorunda mısın?”
Dehşet ifadesi ile baktı bana, dudakları aralıktı. Elleri ile ağzını örttü ve
koşarak içeri girdi. Hıçkırdığını duydum.
Omuzlarımı geriye atıp kasıla kasıla yürüdüm, ıslık çalıyordum keyfimden.
Yerde uzun bir izmarit gördüm, utanmaksızın eğilip aldım, yaktım, bir nefes
çekip dumanı yıldızlara doğru üfledim. Ben bir Amerikalı’ydım ve bundan
gurur duyuyordum. Bu muhteşem kent, bu geniş kaldırımlar, bu görkemli
binalar benim Amerika’mın sesiydi. Biz Amerikalı’lar kumdan ve kaktüsten
bir imparatorluk yaratmıştık. Camilla’nın halkı ellerine geçen fırsatı iyi
kullanamamışlardı. Biz Amerikalı’lar becerikliydik. Ülkem için sana şükürler
olsun Tanrım. Dünyaya bir Amerikalı olarak geldiğim için şükürler olsun.
ALTINCI BÖLÜM
Odamın yolunu tuttum, Bunker Hill’in tozlu merdivenlerinden çıkıp
karanlık sokağın kurum kaplı ahşap evleri boyunca yürüdüm. Palmiye
ağaçlan ayaklarını gizleyen kaldırımdaki küçük toprak parçasında ölümü
bekleyen mahkumlar gibi duruyor, kum ve yağ içinde boğuluyorlardı. Toz ve
eski binalar ve kapı önlerinde oturan yaşlı insanlar, karanlık sokakta güçlükle
yürüyen yaşlı insanlar. Indiana, Iowa ve Illinois’dan, Boston, Kansas ve
Chicago’dan gelen yaşlı insanlar, evlerini ve dükkanlarını satmış, trenlere ve
arabalara doluşup güneş ülkesine gelmişlerdi, güneşte ölmeye, güneş onları
öldürene dek yetecek para ile, hayatlarının son deminde köklerini
terketmişler, Kansas’ın, Chicago’nun, Peoria’nın şık rahatlığını bırakıp
güneşin altında ölmeye gelmişlerdi. Ve geldiklerinde başka ve daha büyük
hırsızların herşeye el koyduğunu görmüşlerdi, güneş bile onlara aitti; Smith,
Jones ve Parker, eczacı, bankacı, fırıncı, Chicago, Cincinnati ve Cleveland’ın
tozu hâlâ üstlerinde, güneşin altında ölmeye mahkumlar, banka hesaplarında
Los Angeles Time’a abone olmaya, kartonpiyer evlerinin aslında birer şato
olduğu yanılsamasını yaşatmaya yetecek kadar para. Köklerinden sökülenler,
zavallı yaşlılar, zavallı gençler ve yaşlılar, hemşerilerim benim.
Hemşerilerimdiler bu yeni
Californialı’lar. Parlak polo gömlekleri ve güneş gözlükleri ile
cennetteydiler, aittiler.
Fakat Main sokağında, Towne ve San Pedro ’da, beşinci caddede on
binlerce farklı insan yaşıyordu: ne güneş gözlüğü satın alabiliyorlardı, ne de
polo gömlek. Gündüzleri sokakta yaşıyor, geceleri sefilhanelerde yatıyorlardı.
Güneş gözlüğünüz ve havalı bir polo gömleğiniz varsa Los Angeles’da polis
sizi tutuklamaz. Ama ayakkabılarınız tozlu, kazağınız karlı eyaletlerde
giyilen kalın kazaklardansa, yakanıza yapışır. Uzun lafın kısası paranız varsa
kendinize güneş gözlüğü, bir çift beyaz ayakkabı ve bir polo gömlek satın
alın. Hazırlıklı olun. Size de bulaşacaktır. Yüksek dozlarda Times ve
Examiner okuduktan sonra siz de güneş ülkesine koşacaksınız nasıl olsa.
Yıllarca hamburgerle beslenecek, böceklerin istilasına uğramış daire ve
otellerde yaşayacak, ama her sabah o muhteşem güneşi göreceksiniz, o her
daim mavi gökyüzünü, ve sokaklar asla sahip olamayacağınız zarif
kadınlarla, sıcak yarı tropikal geceler asla yaşayamayacağınız aşklarla dolu
olacak, ama siz yine de cennette, güneş ülkesinde olacaksınız.
Geride bıraktıklarınıza gelince, onlara yalan söyleyin çünkü onların
duymak istediği gerçekler değildir, aman sakın gerçeği söylemeyin onlara
çünkü er ya da geç onlar da gelmek isteyecektir bu cennete. Kandıramazsınız
taşralıları, Güney California’nın nasıl bir yer olduğunu bilirler. Unutmayın ki
gazete okuyor, Amerika’nın tüm köşe bayilerinde bulunan dergilerdeki
fotoğrafları görüyorlar. Film yıldızlarının evlerini, fotoğraflarını görmüşler.
California hakkında tek kelime etmeyin onlara, onlar herşeyi biliyorlar zaten.
Yatağıma uzanıp onları düşündüm, St.Paul Oteli’nin odama girip çıkan
kırmızı ışığını izlerken onları düşündüm ve iğrendim kendimden, çünkü o
gece onlar gibi davranmıştım. Smith gibi, Parker gibi, Jones gibi, oysa hiçbir
zaman onlar gibi olmamıştım. Ah, Camilla! Colorado’da küçük bir çocukken
onlar beni iğrenç isimlerle çağırıp aşağılamışlardı, beni yağlı İtalyan diye
çağırmışlar, bu gece benim seni yaraladığım gibi yaralamışlardı. O denli
yaraladılar ki beni, kitaplara sığındım, içime kapandım, kasabamdan kaçtım,
ve bazen Camilla, onları gördüğümde aynı acıyı hissediyorum, o eski yara
kanıyor ve burda olmalarından mutluluk duyuyorum, köklerinden kopmuş
olmalarından, gaddarlıklarının kurbanları olmalarından, güneşin altında
ölüyor olmalarından. Aynı yüzler, aynı asık suratlar, kasabamdan insan
manzaraları, hayatlarındaki boşluğu güneşle doldurmaya çalışan insanlar.
Otel lobilerinde rastlıyorum onlara, parklarda güneşlenirken görüyorum,
küçük çirkin kiliselerinden topallayarak çıkarken, yüzlerinde o tuhaf
Tanrılarına yakın olmanın kasveti.
Sinema salonlarından çıkıp gerçeğe alışabilmek için gözlerini
kırpıştırdıklarını gördüm, dünyada neler olup bittiğini öğrenmek için
sendeleyerek evlerine Times okumaya gidişlerini izledim. Onların
gazetelerine kustum ben, edebiyatlarını okudum, örf ve adetlerine uydum,
yemeklerini yedim, sanatlarına esnedim. Ama ben yoksulum, soyadımın sonu
ünlü bir harfle bitiyor ve benden nefret ediyorlar, babamdan ve babamın
babasından da, ellerinden gelse kanımı içerler ama yaşlanmışlar artık,
güneşin altında ölüyorlar, oysa ben genç ve umut doluyum, yaşadığımız
zamanı ve ülkemi seviyorum ve sana Yağlı dediğimde yüreğim değildi
konuşan, eski bir yara titreşti sadece. Yaptığımdan çok utanıyorum.
YEDİNCİ BÖLÜM
Alta Loma Oteli’ni düşünüyorum, orda yaşayanları. İlk günümü
anımsıyorum. İki bavulla karanlık lobiye girişimi. Bavullardan biri Minik
Köpek Güldü’yü içeren derginin nüshaları ile doluydu. Çok uzun zaman
önceydi ama çok iyi anımsıyorum. Otobüsle gelmiştim, toza bulanmış,
Wyoming, Utah ve Nevada’nın tozu saçımda ve gözlerimde.
“Ucuz bir oda istiyorum,” demiştim.
Ev sahibesinin saçları beyazdı. Boynunu korse gibi saran yüksek bir
yakalık takmıştı. Yetmiş yaşlarında, parmak uçlarında durup gözlüğünün
üstünden bakarak boyunu daha da uzatan uzun boylu bir kadındı.
“İşin var mı?” diye sordu.
“Yazarım,” dedim. “Bakın, size kanıtlayabilirim.”
Bavulumu açıp içinden bir dergi aldım. “Bu öyküyü ben yazdım,” dedim
ona. Azimliydim o günlerde, gururlu. “Size bir nüsha verebilirim,” dedim.
“İmzalayacağım sizin için.”
Masanın üstündeki dolma kalemi aldım, kurumuştu, mürekkebe batırdım
ve yazacak bir şeyler düşünürken dilimi ağzımda yuvarladım. “Adınız ne?”
diye sordum. İstemeye istemeye söyledi. “Bayan
Hargraves,” dedi. “Neden sordun?” Ama onu onurlandırmak üzereydim,
soru yanıtlamaya zamanım yoktu. Öykünün üst kısmına, “Harikulade mavi
gözlere, cömert bir tebessüme ve kelimelerle anlatılamaz bir çekiciliğe sahip
kadına, yazar Arturo Bandini’den,” diye yazdım.
İnsanda yüzünü ağrıttığı izlenimi uyandıran bir gülümseme belirdi
yüzünde, ağzının kenarları ve kurumuş yanakları kırışmış, yüzünde derin
çizgiler belirmişti. “Köpek hikayelerinden nefret ederim,” dedi dergiyi
gözlerden uzak bir yere koyarak. Bu kez daha da yükselerek gözlüklerin
üstünden bana baktı ve, “Meksikalı mısın delikanlı?” diye sordu.
Parmağımı kendime doğrultup güldüm.
“Ben, Meksikalı?” Başımı salladım. “Ben bir Amerikalı’yım, Bayan
Hargraves. Bu da bir köpek hikayesi değil. Bir adam hakkında, oldukça
iyidir. Tek bir köpek bile yok öyküde.”
“Bu otele Meksikalı kabul etmiyoruz,” dedi.
“Meksikalı değilim ben. Öykünün başlığını şu ünlü fabldan aldım.
Bilirsiniz: ‘Ve minik köpek böyle bir iyiliğin karşısında güldü.”
“Yahudi de kabul etmiyoruz.”
Kaydımı yaptım. Harikulade bir imzam vardı o günlerde, girintili çıkıntılı,
doğu üslubunda, büyük Hackmuth’un imzasından bile daha karmaşık.
İmzanın altına, “Boulder, Colorado,” yazdım.
Yazdıklarımı inceledi, kelimesi kelimesine.
Soğuk bir sesle, “Adın ne, delikanlı?” diye sordu.
Hayal kırıklığına uğramıştım, Minik Köpek Güldü öykümü ve derginin
sayfasında iri harflerle yazılı adımı unutmuştu bile. Adımı söyledim. Özenle
imzamın üstüne adımı yazdı. Sonra imzanın altındaki yazıyı okudu.
“Bay Bandini,” dedi soğuk bir bakışla, “Boulder, Colorado’da değildir
“Colorado’dadır!” dedim. “Oradan geliyorum. İki gün önce ordaydım.”
Sert ve kararlıydı. “Boulder, Nebraska’dadır. Otuz yıl önce buraya gelirken
kocamla oradan geçtik. Değiştirin lütfen.”
“Ama Colorado’dadır! Annem orda, babam orda. Orda okula gittim ben!”
Masanın altına uzanıp dergiyi çıkardı, elime tutuşturdu. “Bu otel size göre
bir yer değil. Bay Bandini. Dürüst insanlar kalır burada.”
Dergiyi iade ettim. Çok yorgundum, otobüs yolculuğu perişan etmişti beni.
“Pekala,” dedim. “Nebraska’dadır.” Ve Nebraska yazdım, Colorado’yu
karaladım ve Nebraska yazdım. Tatmin olmuştu, onu mutlu etmiştim,
gülümseyip elindeki dergiyi inceledi. “Yazarsın demek!” dedi. “Ne kadar
güzel!” Sonra dergiyi yok etti tekrar. “California’ya hoş geldin,” dedi.
“Bayılacaksın buraya!”
Ah, o Bayan Hargraves! Öyle yalnızdı ki, ve yitik ve hâlâ gururlu. Bir
akşamüstü beni en üst kattaki dairesine götürmüştü. Tozlu bir mezara
girmekten farksızdı. Kocası hayatta değildi, ama otuz yıl önce Bridgeport,
Connecticut’ta bir nalbur dükkanı işletmişti. Duvarda fotoğrafı asılıydı.
Olağanüstü bir adamdı, ne sigara ne de içki kullanmış, kalp krizinden
ölmüştü: zayıf ve sert bir yüz bakıyordu çerçevenin içinden, sigara ve içkiyi
hâlâ onaylamıyordu besbelli. İşte içinde öldüğü yatak, maundan yapılma dört
direkli yüksek bir karyola; elbiseleri dolapta, ayakkabıları yerde, burunları
yıllarla yukarı doğru kalkmış. Şu rafın üstündeki, traş olurken kullandığı tas,
hep kendi traş olurdu, ve adı Bert’di. Ah o Bert! Neden berbere gidip traş
olmuyorsun Bert dediğinde gülerdi, çünkü sıradan berberlerden çok daha iyi
bir berber olduğunu biliyordu.
Her sabah beşte kalkardı Bert. On beş çocuklu bir aileden geliyordu. Alet
kullanmakta ustaydı. Oteldeki tamirat işlerini o yapmıştı yıllarca. Binanın dış
cephesini boyamak üç haftasını almıştı. Sıradan boyacılardan daha iyi bir
boyacı olduğunu söylerdi. İki saat Bert’i anlattı bana, ve Tanrım! Ne çok
sevmişti o adamı, öldükten sonra bile, ama ölmemişti ki; o dairede onunla
birlikte yaşıyor, onu izliyor, onu koruyordu, hele ona bir şey yapmaya
kalkışayım görürdüm günümü. Korkutmuştu beni Bert, bir an önce kendimi
dışarı atmak istiyordum. Çay içtik. Bayattı çay. Şeker de bayattı, top top
olmuştu. Çay fincanları tozluydu, çay bayattı ve küçük kurabiyelerde ölüm
tadı vardı. Gitmek üzere ayağa kalktığımda Bert beni kapıya kadar izledi. İki
gece peşimi bırakmadı Bert, tehdit etti, sigara konusunda yüzüme güldü hatta.
Memphis’li genci anımsıyorum. Ne ben ona adını sormuştum, ne de o
bana. “Merhaba-” derdik birbirimize. Uzun kalmamıştı otelde, birkaç hafta
sadece. Otelin ön terasında oturduğunda elleri sivilceli yüzünde olurdu hep.
Her gece geç saate kadar terasta otururdu, on iki, bir, iki, ve eve döndüğümde
onu salıncaklı iskemlede sivilcelerini yolarken bulurdum. “Merhaba,”
derdim, “Merhaba,” diyerek karşılık verirdi.
Los Angeles’ın sürekli uçuşan tozu kudurtuyordu onu. Benden bile daha
çok gezerdi, gününü parklarda sapıkça dolaşarak geçirirdi. Öyle çirkindi ki
aradığı aşkı hiçbir zaman bulamadı, yıldızlı sıcak geceler ve sarı ay onu iyice
çıldırtır, gün ağarana dek ön terasta oturup salınırdı. Bir gece açıldı ama bana,
gerçek insanların, gerçek dostlukların olduğu Memphis’den uzun uzun
sözedip beni hasta etti. Bir gün bu illet kenti terkedip dostluğa değer verilen
bir kasabaya gidecekti, gitti de. Forth Worth, Teksas’tan “Memphisli çocuk”
imzalı bir kart yolladı bana.
Ayın Kitabı Kulübü’ne üye olan Heilman vardı. Kütük gibi kolları ve
bacakları olan dev gibi bir adamdı. Bankada veznedardı. Moline, Illinois de
bir karısı, Chicago Üniversitesi’nde okuyan bir oğlu vardı. Nefret ederdi
güneybatıdan, yüzünde görebilirdiniz nefretini, orda kalmaya mecburdu ama,
sıhhati bozuktu. Batı’ya ait herşeyden nefret ederdi. Batı karması ile Doğu
karmasının yaptığı futbol maçlarında Doğu kaybedince hasta olurdu.
Troyah’lardan söz ederseniz yere tükürürdü. Güneşten nefret eder,
kurbağalara küfreder, yağmura lanet okur, ortabatının karlı iklimini düşlerdi.
Ayda bir kez posta kutusunda koca bir paket olurdu. Lobide oturup kitap
okurdu sürekli. Kitaplarını bana ödünç vermezdi ama.
“Prensip meselesi,” derdi Heilman.
Ayın Kitabı Kulübü Bülteni’ni verirdi ama, yeni çıkan kitaplar hakkında bir
bültendi. Posta kutuma koyardı her ay.
Sürekli Filipinler hakkında sorular soran St.Louisli, kızıl saçlı kız vardı bir
de. Filipinli’ler nerede yaşarlardı? Kaç kişiydiler? Hiç Filipinli tanıyor
muydum? Kızıl saçlı kuru bir kızdı, kahverengi çilleri vardı boynunun
altında. Bakır rengi saçları ürkütücü, gözleri ise yüzüne göre fazla gri idi.
Çamaşırhanede çalışıyordu ama o kadar az para ödüyorlardı ki işten
ayrılmıştı. O da gündüzleri sıcak sokaklarda dolanır dururdu. Bir keresinde
bana yirmi beş sent, bir keresinde de puf ödünç vermişti. Sürekli
Filipinli’lerden söz ederdi, onlara acıyor, önyargılar karşısında çok cesur
buluyordu. Bir gün ortalıktan kaybolmuş, ertesi gün yine ortaya çıkmıştı,
sokakta yürürken görmüştüm, bakır rengi saçları güneş ışınlarını yansıtıyordu
ve kısa boylu bir Filipinli’nin koluna girmişti. Filipin’li onunla birlikte
olmaktan son derece gururluydu. Omuzları vatkalı, dar belli takım elbisesi
son modaydı ama yüksek deri ökçelerine rağmen kızdan yirmi santim daha
kısaydı.
Hepsinin içinde sadece bir kişi okumuştu Minik Köpek Güldü’yü. Otele ilk
yerleştiğimde çok sayıda dergiyi imzalayıp bekleme salonuna götürmüştüm.
Beş ya da altı dergiydi sanıyorum. Dikkat çekecek şekilde yerleştirmiştim
onları. Kütüphane masasının üstüne, divana, hatta oturmak için kaldırmak
zorunda kalacağın deri koltuklara. Bir kişi hariç kimse alıp okumadı dergiyi.
Bir hafta kadar kalmışlardı bekleme odasında, ellenmeden. Odanın tozunu
alan Japon çocuk bile ellememişti onları. Öğleden sonra orda briç oynanır,
yaşlı müşteriler sohbet edip yorgunluk atarlardı. Bir keresinde içeri girip bir
iskemleye ilişmiş ve izlemiştim. Ümit kırıcıydı. Şişman bir kadın dergiyi
kaldırma zahmetine bile katlanmadan üstüne oturmuştu. Sonunda bir gün
Japon çocuk dergileri düzgün bir şekilde üst üste koyup kütüphane masasının
üstüne bırakmıştı. Toz tutmuşlardı orda. Arada sırada, iki üç günde bir
mendilimle tozlarını alıp onları yine odaya dağıtıyordum. Ama her seferinde
ellenmemiş olarak masanın üstüne dönüyorlardı. Öyküyü benim yazdığımı
biliyor, bu yüzden bile bile okumuyorlardı belki de. Belki de umurlarında
değildi. Sürekli kitap okuyan Heilman’ın bile. Ev sahibesinin bile. Başımı
sallıyordum: geri zekalıydılar, alayı. Ait oldukları batıya dairdi öykü,
Colorado’da bir kar fırtınasını anlatıyordu ve onlar köklerinden koparılmış
ruhları ve güneş yanığı yüzleri ile karşımdaydılar, kavurucu çöl ikliminde
ölüyorlardı ve ellerinin altında geldikleri serin kasabalara dair bir öykü
duruyordu. Hep böyle oldu zaten, diye geçirmiştim içimden -Poe, Whitman,
Heine, Dreiser ve şimdi de Bandini; böyle düşününce fazla üzülmüyor,
kendimi daha az yalnız hissediyordum.
Öykümü okuyan kişinin adı Judy’ydi, soyadı da Palmer. O akşamüstü
kapımı çalmıştı ve kapıyı açınca onu karşımda görmüştüm.
Dergiyi tutuyordu elinde. Daha on dördündeydi, gür ve kahverengi saçları
vardı, saçının önüne fiyonk şeklinde bir kırmızı kurdele bağlamıştı.
“Bay Bandini siz misiniz?”
Gözlerine bakar bakmaz anlamıştım Minik Köpek Güldü’yü okuduğunu.
Hemen anlamıştım. “Öykümü okudun, değil mi?” diye sordum. “Beğendin
mi?”
Dergiyi göğsüne bastırıp gülümsedi. “Bence olağanüstü,” dedi.
“Harikulade! Bayan Hargraves yazarının siz olduğunu söyledi. Bana bir
nüsha hediye edebilirmişsiniz.”
Yüreğimin titrediğini hissettim.
“İçeri gir,” dedim. “Hoş geldin! Olur lütfen! Adın ne? Elbette bir nüsha
alabilirsin. Ama lütfen içeri gir!”
İçeri koşup ona en iyi iskemlemi getirdim. Son derece zarif bir şekilde
oturmuştu, üstündeki çocuk elbisesi dizlerini bile örtmüyordu. “Bir bardak su
ister misin?” diye sordum. “Sıcak bir gün. Susamışsındır belki.”
Susamamıştı ama. Tedirgindi sadece. Onu korkuttuğumun farkındaydım.
Elimden geldiğince nazik olmaya çalışıyor, gitmesini hiç istemiyordum. O
günlerde hâlâ biraz param vardı. “Dondurma sever misin?” dedim. “Gidip
sana dondurma alayım mı?”
“Kalamam,” dedi. “Annem kızar.”
“Burada mı kalıyorsun?” dedim. “Annen de okudu mu öyküyü? Adın ne?”
Gururla gülümsedim. “Sen benim adımı biliyorsun elbette,” dedim. “Arturo
Bandini’yim ben.”
“Biliyorum!” derken gözleri hayranlıkla büyümüş, içimden ayaklarına
kapanıp ağlamak gelmişti. Her an göz yaşlarına boğulabilirdim.
“Dondurma istemediğinden emin misin?”
Ne kadar terbiyeli bir oturuşu vardı, pembe çenesini yukarı kaldırmıştı,
dergiyi elinde tutuyordu. “Hayır, teşekkür ederim Bay Bandini.”
“Bir kolaya ne dersin?”
“Hayır, teşekkür ederim,” dedi gülümseyerek.
“Meyve suyu?”
“Almayım izninizle. Teşekkür ederim.”
“Adın ne?” diye sordum. “Benimki-” tam zamanında sustum allahtan.
“Judy,” dedi.
“Judy!” dedim tekrar tekrar. “Judy, Judy! Harikulade. Bir yıldız adı gibi.
Ömrümde duyduğum en güzel ad.”
“Teşekkür ederim.”
İçi dergi dolu çekmeceyi açtım. Stokum sağlamdı hâlâ, on beş kadar.
“Temiz bir nüsha vereceğim sana,” dedim. “Ve imzalayacağım senin için.
Güzel bir şey yazmalıyım, çok özel bir şey.”
Sevinmişti, yüzü aydınlanmıştı. Şaka etmiyordu bu küçük kız, gerçekten
heyecanlanmıştı ve onun heyecanı yüzüme çarpan serin su gibiydi. “İki nüsha
vereceğim sana,” dedim. “Ve ikisini de imzalayacağım!”
“Ne kadar iyi bir adamsınız,” dedi. Ben mürekkep şişesinin kapağını
açarken beni inceliyordu. “Öykünüzden anlamıştım iyi biri olduğunuzu.”
“Adam değilim ben,” dedim. “Senden çok da yaşlı sayılmam Judy.” Beni
fazla yaşlı görmesini istemiyordum. Aradaki farkı mümkün olduğunca
kapatmaya çalıştım. “On sekiz yaşındayım.”
“Öyle mi?”
“İki ay sonra on dokuz olacağım.”
İki dergiye de özel bir şeyler yazdım. Ne yazdığımı hatırlamıyorum ama
güzel yazmıştım, yürekten, müteşekkirdim çünkü. Ama daha fazlasını
istiyordum, o küçük ve nefes nefeseymiş izlenimini uyandıran sesini duymak,
onu elimden geldiğince odamda tutmak istiyordum.
“Öykümü yüksek sesle okursan beni çok mutlu edersin,” dedim. “Bu güne
kadar kimse yapmadı bunu, dinlemek ilginç olabilir.”
“Çok isterim!” dedi ve istekli bir şekilde arkasına yaslandı. Kendimi
yatağa bırakıp başımı yastığa gömdüm ve küçük kız ilk yüz sözcükte beni
gözyaşlarına boğan yumuşak sesi ile öykümü okumaya başladı. Çok
geçmeden o da ağlamaya başlamıştı, okuyuşu hıçkırıklar ve iç çekişlerle
kesiliyordu. Zaman zaman itiraz ediyor, “Devam edemeyeceğim,” diyordu.
Ben de dönüp yalvarıyordum. “Okumalısın. Lütfen devam et!”
Heyecanımız doruğa çıkmıştı ki uzun boylu, asık suratlı bir kadın kapıyı
çalmadan odaya daldı. Hemen anlamıştım Judy’nin annesi olduğunu. Öfkeli
gözlerle önce beni, sonra Judy’yi süzdü. Tek kelime etmeden Judy’yi elinden
tuttuğu gibi götürdü. Küçük kız dergiyi göğsüne bastırmış, odadan çıkarken
dönüp bana göz kırpmıştı. Geldiği gibi gitmişti ve onu bir daha görmedim.
İşin esrarını ev sahibem bile çözememişti, çünkü o gün gelmişler, geceyi
geçirmeden gitmişlerdi.
SEKİZİNCİ BÖLÜM
Hackmuth’dan bir mektup duruyordu posta kutumda. Hackmuth’dan
olduğunu biliyordum. Bir kilometre öteden tanırdım Hackmuth’un
mektubunu. Hissederdim Hackmuth’un mektubunu, sırtımdan aşağı inen bir
buz parçası gibiydi hissi. Bayan Hargraves mektubu uzattı. Elinden kaptım.
“İyi haber mi?” diye sordu ona olan borcumu düşünerek. “Belli olmaz,”
dedim. “Ama büyük bir adamdan geliyor. Boş sayfa postalasa bile iyi
haberdir benim için.”
Bayan Hargraves’in sorduğu anlamda iyi haber olmadığını biliyordum.
Zaten, öykü filan göndermemiştim ki Hackmuth’a. Birkaç gün önce
postaladığım uzun mektuba cevap veriyordu sadece. Hiç geciktirmezdi
cevabını. Posta kutusuna mektubunu atıp otele döndüğünde cevabını otelin
posta kutusunda bulabilirdin. Çok kısa yazardı ama. Kırk sayfalık mektuba
yanıt olarak tek bir paragraf. Bir yandan daha iyiydi böyle olması çünkü
ezberlemesi kolay oluyordu. Kendine özgü bir tarzı vardı Hackmuth’un;
virgül ve noktalı virgülleri bile sayfada bir aşağı bir yukarı dans ederlerdi.
Zarfın üstündeki pulu özenle çıkartıp altında bir şey olup olmadığına
bakardım.
Yatağa oturup zarfı açtım. Kısa bir paragraftan ibaretti yine, elli kelimeyi
geçmezdi. Şöyle yazmıştı:
Sevgili Bay Bandini,
İzin verirseniz mektubunuzun baş ve son kısmını atıp dergimde öykü olarak
basmak istiyorum. Mükemmel bir iş çıkartmışsınız. “Çoktan Yitik Tepeler”
uygun bir başlık olur kanısındayım. Çek ilişikte.
Samimiyetle J.C. Hackmuth
Mektup parmaklarımın arasından kayıp zigzag çizerek yere düştü. Kalkıp
aynanın karşısına geçtim. Ağzım bir karış açıktı. Hackmuth’un karşı duvarda
asılı fotoğrafına gidip bana bakan kararlı yüzünü okşadım. Mektubu yerden
alıp tekrar okudum. Pencereyi açtım, dışarı çıktım ve tepenin parlak çimlerine
uzandım. Parmaklarımı çimlere geçirdim. Yuvarlandım, dişlerimi toprağa
geçirip çimleri söktüm. Sonra ağlamaya başladım. Tanrım, Hackmuth! Bu
kadar muhteşem olmayı nasıl başarıyorsun? Pencereden odama girip zarfın
içine baktım, çek içindeydi. Yüz yetmiş beş dolarlık bir çek. Zengindim bir
kez daha. Yüz yetmiş beş dolar! Arturo Bandini, Minik Köpek Güldü ve
Çoktan Yitik Tepeler’in yazarı.
Bir kez daha aynanın karşısına geçip yumruğumu sıktım. Beyler,
karşınızdayım işte! Bu büyük yazara dikkatli bakın! Gözlerine bakın! Büyük
bir yazarın gözleri bunlar. Çenemi fark ettiniz mi? Büyük bir yazarın çenesi.
Şu ellere bakın. Minik Köpek Güldü ve Çoktan Yitik Tepeler bu ellerle
yazıldı. İşaret parmağımı hırsla doğrulttum. Sana gelince, Camilla Lopez, bu
akşam seni görmek istiyorum, seninle konuşmak istiyorum. Ve seni
uyarıyorum, Camilla Lopez, karşında duranın yazar Arturo Bandini’den
başkası olmadığını sakın unutma.
Çeki Bayan Hargraves bozdu. Ona olan borcumu vermekle kalmadım, iki
haftalık kiramı da peşin ödedim. Aldığı paraya karşılık makbuz kesti. Elimle
ittim makbuzu. “Lütfen, Bayan Hargraves,” dedim. “Zahmet etmeyin. Size
güvenim tam.” Israr etti. Makbuzu cebime koydum. Sonra fazladan bir beş
dolar koydum masanın üstüne. “Sizin için Bayan Hargraves. Bana bu kadar
anlayışlı davrandığınız için.” Reddetti. Eliyle itti. “Saçmalamayın!” dedi.
Geri almadım ama. Dışarı çıktım, koşarak peşimden geldi.
“Bay Bandini, bu parayı geri almanızda ısrar ediyorum.”
Peh, beş dolarcık, lafı bile olmazdı. Başımı salladım. “Bayan Hargraves
parayı geri almayı kesinlikle reddediyorum.” Kızgın güneşin altında durmuş
tartışıyorduk. Direniyordu. Yalvardı parayı geri almam için. Gülümsedim.
“Hayır Bayan Hargraves, kusura bakmayın. Fikir değiştirdiğim
görülmemiştir.”
Öfkeden sararmış bir halde gitti, parayı ölü bir fare taşır gibi iki parmağı
ile tutarak. Beş dolar! J.C.Hackmuth’un öykülerini bastığı Arturo Bandini
için lafını etmeye bile değmezdi.
Kent merkezine yürüdüm. Sıcak ve kalabalık sokaklardan geçip kendimi
May Mağazası’nın alt katma attım. Ömrümde sahip olduğum en iyi takım
elbiseyi satın aldım. Çizgili kahverengi, iki pantolonlu. Daima iyi giyimli
olacaktım böylece. Kahverengi beyaz bir çift ayakkabı, bir sürü gömlek,
çorap ve bir şapka satın aldım. İlk şapkam, koyu kahverengi, beyaz ipek
astarlı. Pantolonların düzeltilmesi gerekiyordu. Ellerini çabuk tutmalarım
söyledim. Uzun sürmedi. Perdeli bir bölmeye girip soyundum ve yenilerimi
giydim, en son da şapkayı. Tezgahtar eskilerimi bir kutuya koydu.
İstemiyordum onları. Kurtuluş Ordusu’na vermelerini söyledim, verin birine
ve aldıklarımı otele yollayın. Çıkarken bir güneş gözlüğü satın aldım.
Akşamüstünü alış veriş yaparak geçirdim, vakit öldürüyordum. Sigara,
şekerleme ve kuru meyve satın aldım. İki tabaka pahalı kağıt, lastik, ataş,
küçük bir dosya dolabı ve kağıt delmek için bir alet satın aldım. Ayrıca ucuz
bir saat, bir abajur, tarak, diş fırçaları, diş macunu, saç losyonu, traş kremi,
vücut losyonu ve bir ilk yardım çantası. Kravat satan bir dükkana girip
kravatlar, yeni bir kemer, saat zinciri, mendiller, bornoz ve terlik satın aldım.
Hava kararmıştı, elimdekileri taşıyamaz haldeydim. Bir taksi durdurup eve
döndüm.
Çok yorgundum. Yeni takım elbisemin içinden akan terler bacaklarımdan
bileklerime doğru iniyordu. Hoş bir duyguydu aynı zamanda. Banyo yaptım,
vücuduma losyon sürdüm, yeni diş fırçam ve diş macunumla dişlerimi
fırçaladım. Sonra yeni traş kremimle traş olup saçıma yeni saç losyonumu
boca ettim. Bir süre sonra yeni bornozum ve yeni terliklerimle oturdum, yeni
kağıtlarımı ve diğer aldıklarımı yerlerine yerleştirdim, taze ve kaliteli
sigaralardan içip şekerleme atıştırdım.
May mağazasından biri aldıklarımı bir kutunun içinde bana teslim etti.
Kutuyu açtığımda eski elbiselerimin de içinde olduğunu gördüm. Çöp
kutusuna fırlattım eskileri. Giyinme zamanıydı bir kez daha. Yeni çamaşır,
yeni gömlek ve pantolonlardan birini giydim. Sonra kravat bağlayıp yeni
ayakkabılarımı giydim. Aynanın karşısına geçtim, şapkayı gözüme düşürüp
kendime baktım. Yabancı biri vardı sanki karşımda. Yeni kravatımı
beğenmedim, ceketimi çıkartıp başka bir kravat bağladım. Yine memnun
kalmadım. Herşey beni rahatsız etmeye başladı birden. Gömleğin kolalı
yakası beni boğuyordu. Pantolon, giyim mağazası bodrumu gibi kokuyordu
ve ağ kısmı çok dardı. Şakaklarımdan ter boşandı, şapka sıkıyordu. Birden
kaşınmaya başladım, hareket ettiğimde herşey kese kağıdı gibi hışırdadı.
Burnuma losyonların kokusu geldi ve yüzümü buruşturdum. Tanrım, şu
bizim Bandini’ye, Minik Köpek Güldü’nün yazarına ne haller olmuş böyle?
Şu aciz görünümlü soytarı Çoktan Yitik Tepeler’in yaratıcısı olabilir mi?
Herşeyi çıkardım, saçımı yıkadım ve eski elbiselerimi giydim. Bana
kavuşmaktan mutluydular; serin serin okşadılar beni ve zavallı ayaklarımı
eski ayakkabılarıma soktuğumda bahar çimine basar gibiydim,
yumuşacıktılar.
DOKUZUNCU BÖLÜM
Columbia Birahanesi'ne, taksi ile gittim. Taksinin şoförü açık kapının tam
önünde durdu. Arabadan inip bir yirmilik uzattım. Üstünü veremiyordu. İyi
olmuştu çünkü ceplerimden bozuk para çıkarırken Camilla kapıda duruyordu.
Columbia Birahanesi’nin önünde nadiren taksi dururdu. Camilla’yı
kayıtsızca selamlayıp içeri girdim ve yine aynı masaya oturdum.
Konuştuğunda Hackmuth’un mektubunu okuyordum.
“Bana kızgın mısın?”
“Hayır, değilim.” dedim.
Ellerini arkasında kavuşturup ayaklarına baktı. “Farklı görünmüyor
muyum?”
Yeni ayakkabılar vardı ayağında, beyaz, topuklu.
“Çok güzel,” deyip Hackmuth’un mektubuna döndüm. Beni izliyordu,
yüzü asılmıştı. Başımı kaldırıp göz kırptım. “Kusura bakma,” dedim. “İş.”
“Sipariş verecek misin?”
“Puro,” dedim. “Kaliteli olsun. Havana filan.”
Kutuyu getirdi. Bir tane aldım.
“Çok pahalı bunlar,” dedi. “Bir çeyrek.”
Gülümseyip bir dolar verdim.
“Üstü kalsın.”
Kabul etmedi.
“Senden almam,” dedi. “Yoksulsun.”
“Eskidendi o,” dedim. Puroyu yaktım, arkama yaslanıp tavana duman
üfledim. “Fena değil,” dedim.
Arka taraftaki kadın müzisyenler Dalgaların Üstünde’yi katletmekle
meşguldular. Yüzümü buruşturup paranın üstünü Camilla’ya doğru ittim.
“Söyle onlara Straus çalsınlar,” dedim. “Viyana valslerinden.”
Sadece bir çeyrek aldı ama hepsini almasında ısrar ettim. Müzisyenler
donup kalmışlardı. Camilla beni işaret etti. El sallayıp sevinçle gülümsediler.
Viyana Ormanlarından Masallar’ı çalmaya başladılar. Yeni ayakkabıları
Camilla’nın ayaklarını vuruyorlardı. Eskisi gibi uçmuyordu. Çekinerek
basıyor, dişlerini sıkıyordu.
“Bir bira ister misin?” diye sordu.
“Skoç viski istiyorum,” dedim. “St.James.”
Gidip barmenle konuştu, sonra döndü. “St.James yok. Ballantine’s var
ama. Pahalı. Kırk sent.”
Kendime ve iki barmene birer tane söyledim. “Paranı bu şekilde çarçur
etmemelisin,” dedi. Barmenlerin kadeh kaldırmalarına karşılık verip
viskimden bir yudum aldım.
“İdare eder,” dedim.
Ellerini cebine sokmuş beni izliyordu.
“Yeni ayakkabılarım hoşuna gider sanmıştım,” dedi.
Hackmuth’un mektubuna dönmüştüm.
“Fena değiller,” dedim.
Topallayarak yan masaya doğru yürüdü ve boş bira bardaklarını toplamaya
başladı. Kalbi kırılmıştı, üzgün görünüyordu. Viskimi yudumlayıp
Hackmuth’un mektubunu tekrar tekrar okudum. Bir süre sonra masama geldi.
“Değiştin sen,” dedi. “Farklısın. Eski halini daha çok seviyordum,”
Gülümseyip elini okşadım. Sıcak, pürüzsüz ve esmerdi eli, parmakları
uzun. “Meksikalı küçük prenses,” dedim. “Öyle tatlı, öyle masumsun ki.”
Elini hızla çekti, rengi solmuştu.
“Meksikalı değilim ben!” dedi. “Amerikalı’yım.”
Başımı salladım.
“Hayır,” dedim. “Benim gözümde hep tatlı, küçük bir yerli olacaksın.
Meksika’dan bir çiçekçi kız.”
“Seni pis, İtalyan orospu çocuğu!”
Köreltmişti beni, gülümsemeyi sürdürdüm ama. Hiddetle uzaklaştı,
ayakkabıları canını yakıyor, öfkeli bacaklarının hızını kesiyordu. Sözleri beni
hasta etmişti, yüzümdeki gülümseme raptiye ile tutturulmuştu sanki.
Müzisyenlerin yanındaki masayı siliyordu, öfkeyle, yüzü kara bir alev. Bana
baktığında gözlerinden nefret fışkırıyordu. Hackmuth’un mektubu beni
ilgilendirmiyordu artık. Cebime koyup başım önümde oturdum. Tamdık bir
duyguydu içimde uyanan, tahlil ettiğimde o masada ilk oturduğumda aynı
duyguya kapıldığımı hatırladım. Camilla bölmenin arkasına geçip kayboldu.
Döndüğünde eski zerafetine kavuşmuştu, ayakları çabuk ve kararlıydı yine.
Beyaz ayakkabılarını çıkartmış, eski çarıklarını giymişti.
“Özür dilerim,” dedi.
“Hayır,” dedim “Suç bende, Camilla.”
“Çıkıverdi ağzımdan.”
“Suç sende değil. Bende.”
Ayaklarına baktım.
“Beyaz ayakkabıların çok güzel. Bacakların harikulade, çok
yakışmışlardı.”
Parmaklarını saçıma daldırdı ve memnuniyetinin sıcaklığı parmaklarından
içime aktı. Boğazım yandı, derin bir mutluluk yayıldı tenime. Camilla
bölmenin arkasına geçti, döndüğünde ayağında beyaz ayakkabıları vardı.
Yürürken çenesindeki küçük kaslar kasılıyor ama o cesaretle gülümsüyordu.
O çalışırken ben onu izledim ve suyun üstüne çıkan yağ gibi hafif hissettim
kendimi. Bir süre sonra yanıma gelip arabam olup olmadığını sordu.
Olmadığını söyledim. Onun vardı, yandaki oto parkta duruyordu. Tarif etti ve
arabasında buluşup kumsala gitmek üzere sözleştik. Gitmek için kalktığımda
solgun yüzlü barmen pis pis baktı bana. Görmezden gelip dışarı çıktım.
1929 model bir Ford’du arabası. Koltuk döşemelerinden at kılları
fışkırmıştı. Çamurlukları vuruk, üstü açıktı. Arabaya oturup düğmeleri
kurcaladım. Ruhsatı inceledim. Camilla Lopez yazmıyordu ruhsatta, Camilla
Lombard yazıyordu.
Oto parka girdiğinde yanında biri vardı, karanlıkta kim olduğunu
seçemedim. Ay ışığı yoktu, her yeri ince bir sis tabakası kaplamıştı. Sonra
yakma geldiler ve yanındakinin uzun boylu barmen olduğunu fark ettim.
Bana barmeni tanıştırdı, adı Sammy idi, sessiz ve kayıtsız bir tipti. Onu eve
bıraktık. Spring sokağından birinci caddeye inip tren yolunu geçtik ve her
yeri tangırdayan Ford’un gürültüsünü yankılayan bir gecekondu mahallesine
vardık. Sammy kurumuş bir biber ağacının yapraklarını döktüğü bir yerde
indi. Ön kapıya doğru yürürken ayaklarını hışırdayan yaprakların içinde
sürüdüğünü duyabiliyordunuz.
“Kim bu?” diye sordum.
Sadece arkadaşıydı ve onun hakkında konuşmak istemiyordu. Ama onun
için endişe duyuyordu; hasta bir dost için duyulan endişe okunuyordu
yüzünde. Bu canımı sıktı, kıskandım, küçük sorular sormaya başladım.
Verdiği kaçamak cevaplar daha da sıktı canımı. Tren raylarını geçip kent
merkezine girdik tekrar. Görünürde araba yoksa kırmızı ışıkta geçiyor, biri
önünü kesince avucunu klaksona dayalı tutuyordu. Binaların oluşturduğu
kanyonda imdat çağrısından farksızdı klaksonun sesi. Gerekli gereksiz
klakson çalıp duruyordu. Bir kez uyardım ama umursamadı.
“Bu arabayı ben sürüyorum,” dedi.
Asgari hız sınırının altmış olduğu Wilshire’a vardık. Ford’un o kadar hız
yapması olanaksızdı ama orta şeritte kaldı, kocaman hızlı arabalar bizi
sollayıp duruyordu. Bu onu delirtiyor, yumruğunu sallayıp küfür ediyordu.
Bir kilometre kadar yol almıştık ki ayaklarından şikayet etli, direksiyonu
tutmamı istedi. Ben direksiyonu tutarken o eğilip ayakkabılarını çıkardı.
Sonra direksiyonu benden alıp sol ayağını Ford’un yanından dışarı çıkardı.
Eteği balon gibi şişip yüzüne çarptı. Eteğini altına sıkıştırdı ama esmer
bacakları pembe küloduna kadar açılmıştı. Dikkat çekiyordu. Yanımızdan
geçen arabalar yavaşlıyor, kafalar pencerelerden dışarı çıkıyordu. Buna daha
da içerlemişti. Bakanlara bağırıp çağırmaya başladı. Yanında oturmuş,
rüzgarda çok çabuk yanan sigaramın keyfini çıkarmaya çalışıyordum.
Western ile Wilshire kavşağındaki trafik ışıklarına gelmiştik. İşlek bir
kavşaktı. Sinemalardan, gece kulüplerinden ve restoranlardan akın akın insan
çıkıyordu sokağa. Kırmızı ışıkta geçemedi çünkü önümüzde yeşil ışığın
yanmasını bekleyen arabalar vardı. Arkasına yaslandı, sabırsız, asabi,
bacaklarını sallayarak. Yüzler bize doğru dönmeye, klaksonlar ötmeye
başlamıştı. Klaksonu özellikle sinir bir araba vardı, sürekli bize klakson
çalıyordu. Camilla arkasına döndü ve alev saçan gözlerle arabadakilere
yumruğunu salladı. Artık herkesin gözü üzerimizdeydi, herkes gülüyordu.
İğneledim onu.
“Hiç olmazsa trafik ışıklarında çek bacağını içeri.”
“Off. Kes sesini!”
Hackmuth’un mektubuna sığınmaktan başka çarem yoktu, mektubu
çıkardım. Cadde iyi aydınlatılmıştı, sözcükleri seçebiliyordum ama Ford katır
gibi tepiyordu. Camilla arabası ile gurur duyuyordu.
“Harika bir motoru var,” dedi.
“Sesi iyi,” dedim tutunarak.
“Kendine bir araba almalısın,” dedi.
Ruhsatında neden Camilla Lombard yazdığını, evli olup olmadığını
sordum.
“Hayır,” dedi.
“Neden Lombard öyleyse?”
“Hoşuma gittiği için,” dedi. “Bazen profesyonel olarak kullanırım.”
Ne demek istediğini anlamadım.
“Adını seviyor musun?” diye sordu. “Adının Johnson ya da Williams ya da
başka bir şey olmasını istemez miydin?”
İstemediğimi, adımdan memnun olduğumu söyledim.
“Değilsin,” dedi. “Biliyorum.”
“Ama memnunum!” dedim.
“Değilsin.”
Yol kenarındaki yeşil palmiyeler mavimsi karanlıkta göze çarpıyor,
kaldırımın kenarındaki beyaz çizgi önümüzde alev almış bir fitil gibi
gidiyordu. Gökyüzünde çok az bulut olmasına rağmen tek yıldız bile yoktu.
Yolun iki yanında da yüksek çalılar, asmalar, palmiye ve selvi ağaçları vardı.
Hiç konuşmadan Palisades’e vardık. Denizin üstündeki yüksek
kayalıkların arasından sahile doğru yol alıyorduk. Yan tarafımızdan soğuk bir
rüzgâr esiyor, külüstür savruluyordu. Önümüzdeki sis tabakası yere doğru
sürünüyordu, karın üstü sürünen bir hayalet ordusundan farksızdı. Altımızda
dalgalar kıyıyı beyaz yumruklarla dövüyor, geri çekiliyor ve tekrar
saldırıyorlardı. Çekilen her dalga ile kıyıda giderek genişleyen bir gülümseme
beliriyordu. Sarmal yoldan aşağı ikinci viteste indik. Sisten diller kaldırımı
yalıyor, kaldırım terliyordu. Öyle temizdi ki hava. Şükran duygusu ile derin
nefesler çekiyorduk içimize.
Arabayı uçsuz bucaksız bir kumsala çekti. Oturup denizi seyrettik.
Kayalıkların altında hava sıcaktı. Elime dokundu. “Bana yüzmeyi öğretsene,”
dedi.
“Burada olmaz,” dedim.
Dalgalar yüksek, gelgit güçlüydü, dalgalar çabuk geliyordu. Yüz metre
kadar açıkta kırılıyor, kıyıya kadar geliyorlardı. Beyaz köpükler saçarak
sahilde patlayışlarını izliyorduk.
“Yüzme durgun suda öğrenilir,” dedim.
Güldü ve soyunmaya başladı. Teni esmerdi, güneş yanığı değildi ama,
doğal esmer. Ben bir hayalet kadar beyazdım. Karnım hafif yağ bağlamıştı.
Gizlemek için karnımı içeri çektim. Beyazlığıma ve bacaklarıma baktı,
gülümsedi. Suya doğru yürüdüğünde şükrettim.
Kum yumuşak ve sıcaktı. Denize karşı oturup yüzmekten söz ettik. Temel
hareketleri gösterdim. Karın üstü yatıp kulaç atmaya, ayaklarını çırpmaya
başladı. Yüzüne kum bulaşmıştı, doğruldu.
“Yüzme öğrenmek hoşuma gitmedi,” dedi.
El ele tutuşup suya girdik, kuma bulanmıştık. Su önce soğuk, sonra tam
olması gerektiği gibiydi. İlk kez giriyordum okyanusa. Dalgaları göğüsleyip
omuzlarım suyun altında kalana dek ilerledim, sonra yüzmeye çalıştım.
Dalgalar beni kaldırıyordu. Dalgaların altına dalmaya başladım. Zarar
vermeden üstümden kayıp gidiyorlardı. Öğreniyordum. Yüksek bir dalga
geldiğinde kendimi tepesine bırakıyordum, beni sahile doğru götürüyordu.
Camilla’yı gözden kaçırmıyordum. Dizlerine kadar suya girmişti, dalga
geldiğinde sahile doğru koşuyor, sonra geri geliyordu. Sevinç çığlıkları
atıyordu. Büyük bir dalgaya yakalandı, bağırdı ve kayboldu. Bir süre sonra
tekrar belirdi, gülüp bağırdı. Risk almamasını haykırdım ama sendeleyerek
öne doğru ilerledi ve gelen dalganın altında kaldı. Dalganın içinde bir hevenk
muz gibi yuvarlanmıştı. Kıyıya doğru yürüdü, vücudu pırıl pırıl, elleri
saçlarındaydı. Yorulana dek yüzdüm, sonra denizden çıktım. Tuzlu su
gözlerimi yakmıştı. Sırt üstü uzandım kumlara, nefes nefese. Birkaç dakika
sonra gücümü toparlamıştım. Doğruldum, canım sigara içmek istiyordu.
Camilla görünürde yoktu. Arabada olabileceğini düşünerek arabaya gittim.
Arabada değildi. Kıyıya koşup köpüklerin arasında onu aradım. Adını
çağırdım.
Sonra çığlığını duydum. Uzaktan geliyordu, dalgaların gerisinden, denizin
çırpıntılı olduğu sisli bölgeden. Uzaklık yüz metre kadardı. Bir kez daha
duydum çığlığını. “İmdat!” Suya girdim, ilk dalgayı omuzlayıp yürümeye
başladım. Dalgaların gürültüsünden sesini duyamaz olmuştum. “Geliyorum,”
diye bağırdım, tekrar tekrar, gücümü saklamak için durmak zorunda kalana
dek. Büyük dalgalar sorun değildi, altlarına dalıyordum fakat küçük dalgalar
kafamı karıştırıyor, yüzümü tokatlayıp ağzıma sıçrıyorlardı. Suyun çırpıntılı
olduğu yere varmıştım nihayet. Küçük dalgalar ağzıma giriyorlardı.
Camilla’nın çığlıkları kesilmişti. Çığlığını duymayı ümit ederek ellerimle
suyu karıştırdım. Duymadım. Bağırdım. Sesim boğuktu, suyun altında
bağırıyormuşum gibi.
Gücümün tükendiğini hissettim. Küçük dalgalar üstümden sıçrıyorlardı. Su
yutuyor, batıyor, denizle boğuşuyor ve boğuşmamam gerektiğini biliyordum.
Su sakindi orda oysa. Sahilde kükreyen dalgaları duyabiliyordum. Bağırdım,
bekledim, yine bağırdım. Kollarımın ve küçük dalgaların sesinden başka ses
gelmedi kulağıma. Sonra sağ bacağıma bir şey oldu, ayak parmaklarıma.
Ayak parmaklarıma kramp girmişti. Bacağımı sallayınca sancı yukarı
tırmandı. Yaşamak isliyordum. Tanrım, şimdi alma beni! Kıyıya doğru
yüzmeye başladım.
Sonra dalgaların arasında buldum kendimi. Çok geçti ama.
Yüzemiyordum, kollarımda derman kalmamıştı ve sağ bacağımda
dayanılmaz bir sancı vardı. Nefes almaktı önemli olan. Suyun altındaki akıntı
beni sürüklüyor, zaman zaman yuvarlıyordu. Camilla ve Arturo Bandini’nin
sonu böyle olacaktı demek -ama o anda bile herşeyi yazıyordum, daktiloya
takılmış bir sayfada görüyordum herşeyi, sonumun geldiğinden tamamen
emindim. Suyun derinliği göğsüme geliyordu, çaresizdim ama zihnim
berraktı, herşeyi kafamda kurguluyor, aşırı sıfatlardan kaçınmaya özen
gösteriyordum. Bir sonraki dalga beni altına aldı ve su derinliğinin yarım
metre olduğu yere attı. Ellerimin ve ayaklarımın üstünde sürünerek sudan
çıktım. Bir yandan da bu olanlardan hiç olmazsa bir şiir çıkarmayı
umuyordum. Camilla’yı düşündüm ve ağlamaya başladım. Gözyaşlarımın
deniz suyundan daha tuzlu olduğunu fark ettim. Bir şeyler yapmalıydım,
yardım çağırmalıydım. Ayağa kalkıp sendeleyerek arabaya doğru yürüdüm.
Çok üşüyordum. Dişlerim takırdıyordu.
Dönüp denize baktım. Yirmi metre ilerde Camilla göğsüne gelen suyun
içinde kıyıya doğru yürüyordu. Gülüyordu, katıla katıla, yaptığı şakanın çok
komik olduğunu düşünüyor olmalıydı. Ama bir sonraki dalganın önüne bir
yunus zerafeti ve ustalığı ile atladığını görünce ben hiç de komik
bulmamıştım. Ona doğru yürüdüm, attığım her adımla güçlendiğimi
hissediyordum. Yanına vardığımda tuttuğum gibi havaya kaldırdım, bağırıp
çağırmasına, saçımı çekmesine aldırış etmeden kaldırabildiğimce havaya
kaldırıp sığ suya çaldım. Nefesi kesilmişti. Saçından kavrayıp yüzünü
çamurlu kuma sürttüm. Onu orda, ellerinin ve ayaklarının üstünde
sürünürken, ağlayıp inlerken bıraktım ve arabaya gittim. Bagajda battaniye
olduğundan söz etmişti. Battaniyeyi alıp sarındım, sıcak kuma yattım. Bir
süre sonra yanıma geldiğinde battaniyeye sarınmış oturuyordum. Üstünden
sular damlıyor, önümde durmuş çıplaklığından gurur duyarak vücudunu
sergiliyordu.
“Hâlâ hoşlanıyor musun benden?”
Arada sırada ona bakıyor, başımı sallayıp gülümsüyordum. Battaniyeye
basıp biraz kaymamı söyledi. Ona yer açtım, battaniyenin altına girdi. Teni
kaygan ve soğuktu. Ona sarılmamı istedi, sarıldım. Sonra öptü beni,
dudakları ıslak ve serindi. Uzun süre yattık orda ve ben endişeli, korkak ve
tutkusuzdum. Farklılığımızı simgeleyen gri bir çiçek açmıştı aramızda sanki.
Tam olarak bilmiyordum ne olduğunu. Beklediğini hissediyordum. Ellerimi
karnında, bacaklarında gezdirdim. Onu arzuluyordum aslında ve aptal gibi
sertleşmeyi bekledim, o beklerken kendimi zorlayarak, kumda yuvarlanıp
saçımı yolarak, yoktu ama, zerresi bile, sadece Hackmuth’un mektubuna
sığınma isteği ve yazılmayı bekleyen düşünceler vardı ama şehvet yoktu,
korku sadece, ve utanç. Kendimi suçlayıp sövdüm ve suda olmayı istedim.
Çekildiğimi hissetmişti. Sırıtıp doğruldu ve battaniye ile saçını kurulamaya
başladı.
“Benden hoşlandığını sanmıştım,” dedi.
Cevap veremedim. Omuz silkip ayağa kalktım. Giyindik ve Los Angeles
yoluna koyulduk. Konuşmuyorduk. Bir sigara yakıp tuhaf bir şekilde bana
baktı, dudaklarını büzerek. Sigaranın dumanını yüzüme üfledi. Sigarayı
ağzından çekip fırlattım. Yenisini yakıp derin bir nefes çekti, beni
küçümseyen bir eda ile. Nefret ettim o anda ondan.
Batıda tepeler aydınlanmaya başlamıştı, altın ışık hüzmeleri gökyüzünü el
feneri gibi tarıyordu. Hackmuth’un mektubunu çıkartıp bir kez daha okudum.
Hackmuth şu anda New York’daki bürosuna giriyordu belki. O büronun bir
yerinde benim Çoktan Yitik Tepeler öyküm duruyordu. Aşk herşey demek
değildi. Kadınlar her şey demek değildi. Bir yazar enerjisini korumak
zorundaydı.
Kente vardık. Nerede oturduğumu söyledim.
“Bunker Hill mi?” dedi gülerek. “Tam sana göre.”
“Mükemmel,” dedim. “Kaldığım otele Meksikalı kabul etmiyorlar.”
Sözlerim ikimizi de hasta etmişti. Otelin önüne çekip kontağı kapattı.
Söylenecek başka bir şey kaldı mı, diye düşündüm. Kalmamıştı. Arabadan
indim, selam verip otele doğru yürüdüm. Bakışlarını sırtımda hissettim, bıçak
gibi. Kapıya geldiğimde seslendi. Arabaya döndüm.
“İyi geceler öpücüğü yok mu?”
Öptüm.
“Böyle değil.”
Kollarını boynuma doladı. Yüzümü kendine doğru çekip dişlerini alt
dudağıma geçirdi. Canım yanmıştı, bir süre boğuştuktan sonra kurtuldum
ondan. Kolunu koltuğun arkalığına atarak otele gidişimi izledi,
gülümseyerek. Mendilimi çıkartıp dudağıma götürdüm. Kan lekesi vardı
mendilimde. Gri holü geçip odamın kapısını açtım. Kapıyı kapattığımda o bir
türlü gelmek bilmeyen arzu beni sardı. Beynim zonkluyor, parmaklarım
karıncalanıyordu. Kendimi yatağa atıp yastığı ellerimle parçaladım.
ONUNCU BÖLÜM
Gün boyunca aklımdan çıkmadı. Esmer çıplaklığını ve öpüşünü
unutamıyordum, denizden gelen soğuk ağzını. Sonra o beyaz ve bakir halim
geliyordu gözümün önüne, kamımı içeri çekişim, yağlarımı örtmek için
ellerim belimde kumda duruşum. Odada bir aşağı bir yukarı gidip
geliyordum. Hava kararmaya başladığında bitkin düşmüş, aynadaki
görüntüme katlanamaz olmuştum. Daktilonun başına geçip herşeyi yazmaya
başladım, olması gerektiği gibi, tuşlara öyle bir hiddetle vuruyordum ki
daktilo zaman zaman benden uzaklaşıp masanın öbür ucuna gidiyordu. Kağıt
üstünde üzerine bir panter gibi atlayıp onu yerden yere vurmuş, karşı
koyulmaz gücümle sindirmiştim. Sonunda yaşlı gözlerle peşimden sürünüp
merhamet dilemişti. Güzel. Mükemmel. Ama okuyunca bayağı ve sıkıcı
buldum. Sayfaları yırtıp attım.
Hellfrick kapımı çaldı. Solgundu, titriyordu, terden sırılsıklamdı. İçkiyi
bırakmıştı; damla içmeyecekti artık. Yatağımın kenarına oturup kemikli
parmaklarını esnetti. Özlemle etten konuşmaya başladı. Kansas City’nin kanlı
biftekleri, o cânım kuzu pirzolaları. Sığırların kuru ot ve güneş ışığı ile
beslendikleri bu güneş ülkesinde bulamazdın öyle et, burada etler kurtluydu
ve kanlı görünsünler diye etleri boyuyorlardı. Ve elli sent borç verebilir
miydim? Parayı verdim, Olive sokağındaki kasabın yolunu tuttu. Çok
geçmeden dönmüştü ve otelin alt katını keskin bir ciğer yahni kokusu sardı.
Odasına girdim. Masadaki tabağın başına oturmuştu, ağzı dolu, ince çenesi iş
başındaydı. Çatalını salladı bana doğru. “Bunu unutmayacağım, evlat.
Karşılığını fazlası ile alacaksın.”
Karnımı acıktırmıştı. Angel’s Flight’daki restorana gidip aynısından
söyledim. Mümkün olduğunca yavaş yedim. Ama kahve faslını ne kadar
uzatsam da sonunda Flight’ın basamaklarından inip Columbia Birahanesi’ne
gideceğimi biliyordum. Dudağımın şişini ellemek öfkemi kabartmaya,
ardından da onu arzulamama yetiyordu.
Birahaneye vardığımda içeri girmeye korktum. Karşı kaldırımda durup onu
seyrettim. Beyaz ayakkabılarını giymemişti ve her zamanki gibiydi, tepsisi
elinde meşgul ve mutlu.
Bir fikir geldi aklıma. Çabuk adımlarla iki blok ötedeki telgraf bürosuna
yürüdüm. Boş telgraf kağıdının başına oturdum, yüreğim ağzımdaydı.
Sözcükler kağıdın üstünde kıvranıyorlardı. Camilla seni seviyorum seninle
evlenmek istiyorum Arturo Bandini. Ücretini ödediğimde telgraf memuru
adrese baktı ve on dakika sonra yerine ulaşacağını söyledi. Telaşla Spring
sokağına döndüm, karanlık kapı eşiğindeki yerimi aldım ve haberci çocuğu
beklemeye koyuldum.
Çocuğu görür görmez telgraf çekmekle budalalık ettiğimi anladım.
Koşarak sokağa fırlayıp önünü kestim. Telgrafı benim çektiğimi ve fikir
değiştirdiğimi söyledim. “Bir hata,” dedim. Beni dinlemeyi reddetti. Uzun
boylu, sivilceli yüzlü bir oğlandı. On dolar teklif ettim. Başını sallayıp kesin
bir şekilde gülümsedi. Yirmi dolar, otuz.
“On milyona bile olmaz,” dedi.
Gölgelerin arkasına sığınıp zarfı Camilla’ya verişini izledim. Camilla
donup kalmış, yüzünde şüphe ifadesi ile parmağını kendine doğrultmuştu.
İmzaladıktan sonra bile elinde zarf çocuğun arkasından bakakalmıştı. Zarfı
yırttığında gözlerimi kapattım. Gözlerimi açtığımda telgrafı okuyor ve
gülüyordu. Sonra bara gidip telgrafı önceki gece eve bıraktığımız solgun
yüzlü barmene verdi. Barmen telgrafı ifade vermeden okudu, sonra öbür
barmene verdi. O da pek etkilenmiş görünmüyordu. Müteşekkirdim ikisine
de. Camilla telgrafı ikinci kez okuduğunda da müteşekkirdim, ama
masalardan birinde oturan bir grup adamın yanına gidip okuttuğunda ağzım
hafifçe aralandı ve midem bulandı. Adamların kahkahaları bana kadar
geliyordu. Ürperdim ve uzaklaştım.
Altıncı caddede köşeyi dönüp Main sokağına girdim. Kılıksız, aç ve
terkedilmiş insanlardan oluşan kalabalığın arasında aylakça dolaştım. İkinci
caddede ücret karşılığı kızlarla dans edilen bir dans salonunun önünde
durdum. Duvardaki ilanlar kırk harikulade kızdan ve Lonny Kiluala ve
Melodik Havaililer’in rüya gibi müziğinden söz ediyorlardı. Ayak seslerini
yankılayan merdivenden bir kat aşağı indim, gişeye gidip bir bilet aldım. Kırk
kadın içerde duvarın önüne sıralanmışlardı, üstlerinde dar gece elbiseleri,
çoğu sarışın. Kimse dans etmiyordu, tek allahın kulu. Sahnedeki beş kişilik
orkestra ateşli çalıyordu. Ben ve birkaç kişi daha kızların karşısında, alçak bir
hasır parmaklığın arkasında duruyorduk. Kızlar davetkar bakıyorlardı. Grubu
taradım, elbisesi hoşuma giden bir sarışında karar kıldım ve gidip birkaç dans
bileti satın aldım. Sonra elimle işaret ettim. Eski sevgilimmiş gibi kendini
kollarıma bıraktı, iki parça boyunca dans ettik.
Benimle teskin edici bir şekilde konuşuyor, canım diyordu. Ama benim
aklım iki sokak ötedeki kızdaydı, onunla kumların üstünde yatışımız ve
gülünç konuma düşüşüm aklımdan çıkmıyordu. Nafileydi. Biletlerimi
usandırıcı sarışının eline tutuşturup salondan çıktım. Bir şeyi beklediğimi
hissediyordum, sokak saatlerine bakıp durduğumu fark edince anladım neyi
beklediğimi. Saatin on bir olmasını bekliyordum, Columbia Birahanesi'nin
kapanış saatini.
On bire çeyrek kala ordaydım. Otoparka girip arabasına doğru yürüdüm.
Döşemesi patlak koltuğa oturup bekledim. Otoparkın bir köşesinde park
görevlisinin hesaplarını tuttuğu bir kulübe vardı. Kulübenin üstünde kırmızı
neon ışıklı bir saat duruyordu. Gözümü saatten ayırmadım, yelkovanın on
bire doğru ilerleyişini izledim. Sonra içimi korku sardı. Koltukta kıvranırken
elime yumuşak bir şey geldi. Beleşiydi, püsküllü Skoç beresi, tepesinde
minik siyah bir düğmesi vardı. Parmaklarımı üstünde gezdirip kokladım. O
kokuyordu. Buydu istediğim. Bereyi cebime sokup otoparktan çıktım. Sonra
Angel Flight’ın basamaklarını tırmanıp otele döndüm. Odama girer girmez
bereyi cebimden çıkartıp yatağın üstüne fırlattım. Soyundum, ışığı
söndürdüm ve beresini göğsüme bastırdım.
Ertesi gün, şiir! Şiir yaz ona, tatlı kadanslarla yüreğini aç; nasıl
yazılacağını bilmiyordum ama. Canım cicimden öteye gitmiyordu şiir bende,
berbat kafiyeler, ahmaklık derecesinde bir duygusallık. Tanrım, yazar
müsveddesinden başka bir şey değildim; küçük bir dörtlük bile
yazamıyordum, hiçbir işe yaramıyordum şu hayatta. Pencerenin önünde
durup ellerimi göğe açtım; beş para etmezdim, ucuz bir taklit; ne yazar ne da
aşık; ne balık ne de kuş.
Peki derdim neydi öyleyse?
Kahvaltı edip Bunker Hill’in sonundaki küçük Katolik kilisesine gittim.
Rahibin evi kilisenin arkasındaydı. Zili çaldım, hemşire önlüğü giymiş bir
kadın açtı kapıyı. Elleri una ve hamura bulanmıştı. “Rahibi görmek
istiyorum,” dedim.
Çenesi köşeliydi, gri gözleri düşmanca bakıyordu. “Peder Abbot meşgul,”
dedi. “Ne istiyorsun?”
“Onu görmem gerek,” dedim.
“Meşgul olduğunu söyledim.”
Rahip geldi kapıya. Puro içiyordu. Tıknaz, güçlü, elli yaşlarında bir
adamdı. “Ne var?” diye sordu.
Onunla yalnız görüşmek istediğimi söyledim. Beni rahatsız eden bazı
şeyler vardı. Kadın kibirle burnunu çekti ve holde kayboldu. Rahip kapıyı
açıp beni çalışma odasına aldı. Kitap ve dergi dolu küçük bir odaydı.
Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Bir köşede Hackmuth’un dergileri istiflenmişti.
Hemen gidip Minik Köpek Güldü’yü içeren sayıyı buldum. Rahip oturmuştu.
“Fevkalade bir dergi,” dedim. “Daha iyisi yok.”
“Bayağı,” dedi. “Tek kelime ile bayağı.”
“Katılmıyorum,” dedim, “öykülerim bu dergide sık sık basılır.” “Senin
mi?” diye sordu rahip. “Ne tür yazıyorsun?”
Minik Köpek Güldü’yü masanın üstüne açtım. Şöyle bir göz atıp eliyle itti.
“Okudum bu öyküyü,” dedi. “Palavradan ibaret. Ayrıca Kutsal Ayin üstüne
yazdıkların adice söylenmiş iğrenç bir yalan. Kendinden utanmalısın.”
Arkasına yaslanırken benden hoşlanmadığını açıkça belli etmişti.
Öfkeli gözlerini alnıma dikmiş purosunu ağzının bir yanından öbür yanına
çeviriyordu.
“Pekala,” dedi. “Benimle hangi konuda görüşmek istiyorsun?” Hâlâ
ayaktaydım. Odadaki hiçbir eşyayı kullanmamı istemediğini açıkça belli
etmişti. “Bir kızla ilgili,” dedim.
“Ne yaptın kıza?”
“Hiç,” dedim. Konuşma isteği kalmamıştı içimde. Yüreğimi söküp almıştı.
Palavra! Bütün o nüanslar, muhteşem diyaloglar, o parlak şiirsellik -palavra
deyip atmıştı her şeyi. Kulaklarımı tıkayıp sözün olmadığı yerlere gitmeyi
yeğlerdim. Palavra!
“Fikir değiştirdim,” dedim. “Artık konuşmak istemiyorum.” Ayağa kalkıp
kapıya doğru gitti.
“Öyleyse,” dedi. “İyi günler.”
Dışarı çıktım, güneş gözlerimi kamaştırdı. Amerikan Edebiyatının en iyi
öyküsüydü ve bu insan, bu rahip, palavra olarak nitelendirmişti. Kutsal
Ayin’le ilgili bölüm tam da doğru olmayabilirdi; ama Tanrım, ne psikolojik
değerler! Ne şiirsellik! Ne mükemmelliyet!
Odama döner dönmez daktilonun başına oturup intikamımı planladım. Bir
makale, Kilise’nin aptallığı üstüne yakıcı bir saldırı. Başlığı tuşladım. Katolik
Kilisesi’nin İflası. Öfkeyle örseledim sözcükleri. Sayfa sayfa üstüne, altı
sayfa birikene dek. Ara verip yazdıklarımı okudum. Berbattı, gülünç.
Sayfaları yırtıp kendimi yatağa attım. Camilla’ya şiir yazmamıştım hâlâ.
Orda uzanırken esin geldi birden. Şiiri hafızadan yazdım.
Çok şeyi unuttum, Camilin! Rüzgar aldı götürdü,
Fırlatılmış güller, gürültü ile üşüşen güller, dans ediyorum, solgun, yitik
zambaklarını aklımdan silmek için. Ama perişandım, ve eski bir tutku ile
esrik, evet, sürekli, çünkü uzundu dans; sadıktım sana, Camilla, kendi
tarzımda.
Arturo Bandini.
Telgrafla yolladım, gururla izledim telgraf memurunun şiirimi okuyuşunu,
Camilla’ya şiirim, Arturo’dan Camilla'ya bir damla ölümsüzlük. Memura
telgraf ücretini ödeyip karanlık kapı eşiğime döndüm, haberci çocuğu
beklemeye başladım. Aynı oğlan bu kez bisikletle geldi. Telgrafı Camilla’ya
verişini izledim, Camilla’nın telgrafı okuyuşunu, omuz silkip telgrafı parça
parça edişini, parçaların uçuşarak yerdeki talaşa karışışını izledim. Ernest
Dowson’un şiiri bile onu etkilememişti, Dowson bile. Canın cehenneme
öyleyse Camilla! Seni unutabilirim. Param var. Sokaklar senin bana
veremeyeceğin şeylerle dolu. Main sokağı ile Beşinci caddeye öyleyse, uzun
loş barlara, King Edward’ın mahzenine, ve orda gülümsemesi hastalıklı
sarışın bir kız, adı Jean, ince, veremli gibi, ama katı da, parama aç, ağzı
dudaklarımda, elleri pantolonumda, o hastalıklı güzel gözler atmaca gibi
bakıyor her dolara.
“Demek adın Jean,” dedim. “Ne kadar güzel bir ad. Çok güzel.” Dans
edelim, Jean. Dönelim, bilmiyorsun elbette ama bir kaçıkla dans etmektesin
mavi tuvaletli afet, toplum dışı bir serseri ile, ne balık, ne de kuş. Ve içtik ve
dans ettik ve tekrar içtik. İyi çocuk şu Bandini, patronu çağırdı Jean. “Bu Bay
Bandini. Bu da Bay Schwartz.” Güzel, el sıkışalım. “Çok hoş bir mekanın var
Schwartz, kızlar da öyle.”
Bir içki, ikinci içki, üçüncü içki. Ne içiyorsun sen Jean? Tadına baktım,
kahverengimsi bir sıvı, viski olmalı, nasıl da buruşturmuştu yüzünü içerken.
Viski değildi ama, çaydı, bardağı kırk sent Jean, seni küçük yalancı seni,
büyük bir yazarı kazıklamaya çalışıyorsun demek. Beni kazıklama Jean. Bana
yapma bunu, insanla hayvan arasında fark gözetmeyen Bandini’ye yapma. Al
öyleyse, beş dolar, sakla, ama içme Jean, öylece otur ve gözlerimin yüzünü
taramasına izin ver çünkü saçın siyah değil sarı, ona benzemiyorsun, hastasın
ve Teksas’da bakmak zorunda olduğun bir annen var ve fazla para
kazanmıyorsun, içki başına yirmi sent sadece. Arturo’dan topu topu on dolar
kazandın bu gece, zavallı küçük kız, bir bebeğin tatlı bakışlarına ve bir
hırsızın ruhuna sahip zavallı küçük kız. Denizcilerine git tatlım. Onların on
doları olmayabilir ama bende olmayan bir şeye sahipler, bende olmayan,
Bandini’de, o ki ne kuş ne de balık, iyi geceler Jean, iyi geceler.
Ve ordan bir başka bara, bir başka kıza. Ah, ne kadar tatlıydı, ta
Minesota’dan gelmişti, üstelik seçkin bir aileden. Hiç şüphem yok güzelim.
Şu seçkin aileni anlat yorgun kulaklarıma. Bir sürü araziniz vardı, derken
ekonomik buhran geldi çattı. Ne kadar acı, ne kadar trajik. Şimdi beşinci
caddedeki bu batakhanede çalışıyorsun ve adın Evelyn, zavallı Evelyn, ailen
de burada öyle mi, ve çok şeker bir kız-kardeşin var demek? Buradaki
sürtüklere hiç benzemiyor, iyi bir kız ve onunla tanışmak isteyip
istemediğimi soruyorsun. Neden olmasın? Getirdi kız kardeşini. Kolundan
tuttuğu gibi iğrenç denizcilerin yanından çekti, masama getirdi. Merhaba
Vivian, bu Arturo, merhaba Arturo, bu Vivian. İyi de ağzına ne oldu Vivian,
kim çizdi ağzını bıçakla? Ve gözlerin neden kan çanağı ve o tatlı nefesin
neden lağım çukuru gibi kokuyor. Zavallı kızlar, o görkemli Minesota’dan
buraya düşmüşsünüz. Yo, hayır, İsveçli değiller. Birkaç kuşak Amerikalı’lar.
Şüpheniz olmasın.
Sana bir şey söyleyim mi? -Evelyn konuşuyor- Zavallı Vivian altı aydır
burada çalışıyor ve bu orospu evlatlarının biri çıkıp da bir şişe şampanya
açmadı şu kıza, ve ben, Bandini, ne kadar cömert görünüyordum, ve Vivian’a
yazık değil miydi, onun şerefine bir şişe şampanya açtırmaz mıydım? Zavallı
Vivian’cık, Minesota’nın temiz tarlalarından buraya, İsveçli de değil, ve
birkaç erkeği hesaba katmazsak bakire. Böyle bir ilk olma teklifini kim geri
çevirebilir? Şampanya öyleyse, şişesi sadece sekiz dolar, hepimiz içelim,
şampanya burada ne kadar ucuz değil mi, Duluth’da on iki dolardı.
Ah, Evelyn ve Vivian, ikinizi de seviyorum, hüzün verici hayatlarınız için
seviyorum sizi, sabaha karşı eve dönüşünüzdeki anlamsız sefalet için
seviyorum. Siz de yalnızsınız, ama Arturo Bandini gibi değilsiniz, ne balık ne
de kuş. İşte şampanyanız, çünkü ikinizi de seviyorum, seni de Vivian, ağzın
tırnaklarla kazınmış gibi görünse, yaşlı çocuk gözlerin kanla yazılmış çılgın
sonelerde yüzse de.
ON BİRİNCİ BÖLÜM
Pahalıya patlamıştı ama. Sakin ol, Arturo; portakalları unuttun mu? Kalan
parayı saydım. Yirmi dolar ve birkaç sent. Korkuya kapıldım. Kafamı
patlattım, harcamalarımı topladım. Yirmi dolarım kalmıştı -Mümkün değildi!
Soyulmuştum, paranın bir kısmını bir yere gizlemiştim ve hatırlamıyordum,
bir yerde bir hata vardı. Odayı aradım, ceplerimi ve çekmeceleri karıştırdım,
hiçbir şey bulamadım ama, yirmi dolardı hepsi. Korkmuştum, endişeliydim
ve işe koyulmaya karar verdim, hemen bir öykü daha yazacaktım, çabucak
yazılacak bir şeyin iyi olacağı kesindi. Daktilonun başına oturdum ve o
korkunç boşluk çöktü üstüme, dövündüm, ağrıyan kıçımın altına bir minder
yerleştirip çaresizlik içinde inledim. Faydasızdı. Onu görmeliydim ve bunu
nasıl yapacağım umurumda bile değildi.
Otoparkta bekledim. Saat on birde köşeyi döndü, barmen Sammy vardı
yanında. İkisi de beni uzaktan fark ettiler, Camilla sesini alçalttı. Arabanın
yanına geldiklerinde Sammy, “Merhaba” dedi. Ama o, “Ne istiyorsun?” diye
sordu.
“Seni görmek istiyorum,” dedim.
“Bu gece meşgulüm.”
“Daha geç saatte görüşelim.”
“Olmaz. Meşgulüm.”
“O kadar da meşgul olamazsın. Bana biraz zaman ayırabilirsin.”
İnmem için arabanın kapısını açtı ama kıpırdamadım. “Lütfen in
arabadan,” dedi.
“Yorma kendini,” dedim.
Sammy gülümsedi. Camilla’nın yüzü alevlenmişti.
“İn arabadan, Allahın cezası!”
“Kalıyorum,” dedim.
“Hadi, Camilla,” dedi Sammy.
Arabadan indirmeye çalıştı beni, kazağımdan tutup çekti. “Neden böyle
davranıyorsun?” dedi. “Seni görmek istemediğimi neden anlamak
istemiyorsun?”
“Kalıyorum,” dedim.
“Salak!” dedi.
Sammy sokağa doğru yürümeye başlamıştı. Camilla ona yetişti ve
uzaklaştılar. Orda kalakalmıştım, dehşet içinde, yüzümde cılız bir gülümseme
ile yaptıklarımı düşünerek. Onlar gözden kaybolur kaybolmaz Flight’ın
basamaklarını çıkıp odama döndüm. Neden o şekilde davrandığımı
anlayamıyordum. Yatağıma oturup herşeyi unutmaya çalıştım.
Sonra kapı çalındı. Girin deme fırsatını bulamadan kapı açıldı. Kapıya
döndüğümde garip bir gülümseme ile bana bakan bir kadın duruyordu
karşımda. Boylu poslu değildi, güzel olduğu da söylenemezdi ama olgun ve
çekici bir hali, büyüleyici siyah gözleri vardı. Fazla viski içmiş bir kadının
gözleri, parlak ve küstah. Konuşmadan ve kıpırdamadan öylece duruyordu
kapıda. Zevkli giyinmişti; kürk yakalı siyah bir ceket, siyah ayakkabılar,
siyah etek, beyaz bir bluz ve küçük bir çanta.
“Merhaba,” dedim.
“Ne yapıyorsun?” diye sordu.
“Hiç. Oturuyorum.”
Korkmuştum. Kadının varlığı ve yakınlığı beni felç etmişti: onu birden
karşımda görmenin şokunu yaşıyor olmalıydım, ruh halimle de ilgili olabilir.
Kadının yakınlığı ve gözlerindeki delilik pırıltısı bende kalkıp kadım dövme
isteği uyandırmıştı, kendime hakim olmaya çalıştım. Bu duygu kısa sürdü ve
kayboldu. Küstah ve karanlık gözlerini benden ayırmadan içeri girdi. Başımı
çevirmek zorunda kaldım, başımı çevirmemin nedeni gözlerindeki küstahlık
değil, biraz önce içimden mermi gibi geçen o duyguydu. Parfüm kokusu
yayılmıştı odaya, kadınların lüks otel lobilerinde arkalarında bıraktıkları
parfüm. Çok kararsız ve endişeliydi.
Yanıma geldiğinde kalkmadım, hiç kımıldamadan oturdum, derin bir nefes
aldım ve başımı kaldırıp ona baktım. Burnunun ucu hafif tombuldu ama
çirkin olduğu söylenemezdi. Rujsuz dudakları iriydi, pembemsi; beni
mahveden gözleriydi ama: gözlerindeki parlak, hayvansı pervasızlık.
Masama gidip daktiloya takılmış kağıdı çekti. Olanları idrak etmekte
güçlük çekiyordum. Yine bir şey söylemedim, nefesindeki alkol kokusunu
almıştım ama, ardından da çürük kokusu. Tuhaf bir kokuydu, şekerimsi ve
bayıcı, yaşlılığın kokusu, bu kadının yaşlanma kokusu.
Sayfaya şöyle bir göz attı, okudukları canını sıkmıştı besbelli. Sayfayı
omuzunun üstünden fırlattı, sayfa zigzag çizerek yere düştü.
“Beş para etmez,” dedi. “Yazamıyorsun. Hiç yazamıyorsun.”
“Sağol,” dedim.
Ne istediğini sormaya teşebbüs ettim ama kendine soru sorulmasını
kabullenecek birine benzemiyordu. Yatağımdan fırlayıp odadaki tek
iskemleyi ikram etlim. İstemedi. Önce iskemleye sonra da bana baktı,
düşünceli, dudaklarında sadece iskemlede oturmanın onu hiç
ilgilendirmediğini ima eden bir gülümseme. Sonra duvara yapıştırdığım bazı
yazıları okuyarak bir süre odada gezindi. Mencken, Whitman ve
Emerson’dan alıntılar yapıştırmıştım duvara. Küçümseyerek okudu hepsini.
Püf, püf, püf! Parmaklarını sallayarak, dudaklarını büzerek. Yatağa oturdu.
Ceketinin üst kısmını dirseklerine kadar indirdi ve ellerini kalçalarına
koyarak katlanılmaz bir küçümseyişle bana baktı.
Ağır ve dramatik bir sesle ezberden şiir okumaya başladı.
Ne olabilirim bir peygamber ve yalancıdan başka,
Anası peri, babası keşiş?
Süt dişleri çarmıhta çıkmış,
Beşiği suyun altında,
İblisin Tanrı’dan olma kızından başka
Ne olabilirim ?
Millay idi. Hemen tanımıştım, kesintisiz okuyordu, Millay’in bildiğinden
çok Millay biliyordu, bitirdiğinde başını kaldırıp bana baktı ve “Bu edebiyat-’
dedi, “edebiyat hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Aptal!”
Karşılık vermeye yeltendim ama sözümü kesip Barrymore edası ile
konuşmayı sürdürdü, derinden ve trajik bir sesle; benim gibi yetenek yoksunu
bir gencin, üstelik Los Angeles gibi bir kentte kendini bir otel odasına kapatıp
dünyanın asla okumayacağı basit şeyler yazmasının ne denli saçma ve acınası
olduğunu fısıldadı.
Arkasına yaslandı, parmaklarını ensesinde kavuşturdu ve dramatik ses tonu
ile tavana bakarak konuştu: “Seveceksin beni bu gece aptal yazar bozuntusu;
evet -bu gece beni seveceksin.”
“Nedir bu?” dedim.
Gülümsedi.
“Ne önemi var? Sen bir hiçsin, bense bir zamanlar biri olmuş olabilirim ve
hepimize giden yol sevgidir.”
Yaydığı koku daha da güçlenmiş, odanın her yerine sinmişti. Oda onun
odası, bense bir yabancıydım sanki. Hava almak için dışarı çıkmanın iyi
olacağını düşündüm. Çıkıp biraz yürümeyi önerdim. Hemen doğruldu.
“Dinle! Param var, para! Gidip içelim!” “Elbette,” dedim. “İyi fikir.”
Kazağımı giydim. Döndüğümde yanımda duruyordu, parmak uçlarını
dudaklarımda gezdirdi. Parmaklarındaki o tuhaf, şekerimsi koku o denli
güçlüydü ki gidip kapıyı açtım ve çıkmasını bekledim.
Merdivenden çıkıp lobiden geçtik. Ev sahibesinin yatmış olduğuna
sevindim. Nedeni yoktu ama beni o kadınla görmesini istemiyordum. Parmak
uçlarında yürümesini söyledim, öyle yaptı; çok hoşuna gitmişti, küçük
heyecanların hazzı; zevkten dört köşe olmuş, parmakları ile kolumu daha sıkı
kavramıştı.
Bunker Hill sisliydi ama kent merkezi değildi. Kimsecikler yoktu
sokaklarda, topuklarının çıkardığı ses eski binaların arasında yankılanıyordu.
Kolumu çekti, diyeceğini duymak için eğildim.
“Harikulade seveceksin beni bu gece!” dedi. “Harikulade!”
“Şimdilik unutalım bunu. Yürüyelim.”
İçmek istiyordu. Kararlıydı. Çantasını açtı ve bir onluk çıkartıp yüzüme
doğru salladı. “Bak. Para! Çok param var.”
Köşedeki bara gittik. Solomon’un Barı, tilt oynamaya giderdim oraya.
Solomon’dan başka kimse yoktu içerde, elleri çenesinde kara kara
düşünüyordu. Ön pencereye bakan locaya gittik. Kenara çekilip geçmesini
bekledim ama önce benim geçmemde ısrar etli. Solomon siparişimizi almaya
geldi.
“Viski!” dedi. “Bol viski.”
Solomon kaşlarını çattı.
“Bana bir bira,” dedim.
Solomon ısrarla kadına bakıyordu, bir şey ararmış gibi, kaşlarını öyle
çatmıştı ki keli buruşmuştu. Aralarındaki kan benzerliğini ben de hissettim ve
birden kadının Yahudi olduğunu anladım. Solomon içkileri almaya gitti.
Kadın alev saçan gözleri ile öylece oturuyordu, ellerini masanın üstünde
kavuşturmuş, parmakları sürekli hareket halinde. Otururken bir yandan da
ondan kurtulmanın bir yolunu bulmaya çalışıyordum.
“Bir içki sana çok iyi gelecek,” dedim.
Gırtlağıma sarıldı birden, sıkmıyordu ama, kısa parmaklan ve uzun
tırnakları ile boynumu okşarken ağzımdan söz etmeye başladı, harikulade
ağzımdan; Tanrım, ne kadar güzel ağzın var.
“Öp beni,” dedi.
“Elbette,” dedim. “Önce içkilerimizi içelim.”
Dişlerini sıktı.
“Demek sen de biliyorsun!” dedi. “Onlardan farkın yok. Yaralarımdan
haberdarsın, beni bu yüzden öpmek istemiyorsun. Seni tiksindirdiğim için!”
Gerçekten kaçık bu, diye geçirdim içimden; buradan çıkmalıyım. Öptü
beni, ağzı ciğer tadındaydı. Arkasına yaslanıp rahat bir nefes aldı. Mendilimi
çıkartıp alnınım terini sildim. Solomon içkileri getirdi. Elimi cebime attım
ama o hemen on dolar verdi. Solomon para üstünü almaya giderken seslenip
bir dolar uzattım. İtiraz etti. Tepindi, masayı yumrukladı. Solomon çaresizlik
içinde ellerini havaya kaldırıp kadının parasını kabul etti. Solomon arkasını
döner dönmez, “Bu senin partin, benim gitmem gerek,” dedim. Beni kendine
çekip kollarını boynuma doladı ve her şey bana çok saçma gelene dek
boğuştuk. Arkama yaslanıp oradan kaçmanın başka yolunu düşünmeye
başladım.
Solomon para üstünü getirdi. İçinden beş sent alıp kadına bir el tilt
oynamak istediğimi söyledim. Tek kelime etmeden geçmeme izin verdi.
Makinenin başına gittim. O beni ödül kazanmış bir köpeği izler gibi izlerken,
Solomon’da onu bir suçluyu izler gibi izliyordu. Makineden avans aldım,
Solomon’u skora bakması için çağırdım.
“Kim bu kadın, Solomon?” diye fısıldadım.
Bilmiyordu. Gündüz bara gelip çok içmişti, bütün bildiği buydu. Arka
kapıdan kaçmak istediğimi söyledim. “Sağdaki kapı,” dedi.
Kadın viskisini bitirdi ve boş bardağı masaya indirdi. Yanına gidip
biramdan bir yudum aldıktan sonra beni bir dakikalığına mazur görmesini
söyledim. Parmağımla erkekler tuvaletini işaret ettim. Tuvalet kapısının
karşısındaki kapıdan çıkarken Solomon beni izliyordu. O kapıdan depoya
girmiştim, arka sokağa açılan kapı birkaç adım ötedeydi. Sis yüzüme çarpar
çarpmaz kendimi daha iyi hissettim. Mümkün olduğunca uzaklaşmak
istiyordum oradan. Aç olmamama rağmen Olive sokağındaki büfeye yürüyüp
vakit öldürmek için bir kahve söyledim. Kaçtığımı fark edince odama
geleceğini biliyordum. İçimde bir ses onun deli olduğunu söylüyordu, içki
deliliği de olabilirdi. Her ne idiyse onu bir daha görmek istemediğim kesindi.
Sabah iki sularında döndüm odama. Kişiliği ve o tuhaf yaşlılık korkusu
hakimdi odama hâlâ, bana ait değildi. O harikulade yalnızlık duygusu iki kez
bozulmuştu. Odanın sakladığı bütün sırlar açığa çıkmıştı sanki. İki pencereyi
de açıp sisin kasvet verici öbeklerle içeri yuvarlanışını izledim. Üşümeye
başlayınca pencereleri kapattım. Odam sisten ıslanmış, kağıtlarımı ve
kitaplarımı nem kaplamış, ama koku gitmemişti. Camilla’nın beresi
yastığımın altındaydı. Koku bereye de sinmişti, ağzıma bastırdığımda ağzım
kadının siyah saçlarındaydı sanki. Daktilonun başına geçip aklıma geleni
yazmaya başladım.
Kısa bir süre sonra holde ayak sesleri duydum. Oydu, emindim.
Hemen ışıkları söndürüp karanlıkta oturdum. Kapıyı vurdu, çıt
çıkarmadım. Tekrar vurdu, sigaramdan bir nefes aldım. Sonra kapıyı
yumruklamaya başladı, açmazsam tekmelemeye başlayacağını ve sabaha
kadar tekmeleyeceğini söyledi bağıra çağıra. Sonra da tekmelemeye başladı,
o raşitik otelde kopan gürültüyü anlatamam, fırlayıp kapıyı açtım.
“Canım!” dedi kollarını açarak.
“Tanrım!” dedim. “Fazla ileri gitmiyor musun? Usandığımın farkında değil
misin?”
“Neden terkettin beni?” diye sordu. “Neden yaptın bunu?” “Birine sözüm
vardı.”
“Sevgilim,” dedi. “Neden böyle yalan söylüyorsun bana?” “Tanrım!”
Odaya girip daktilomdaki kağıdı çekti yine. İpe sapa gelmez şeyler
yazmıştım. Birkaç düşünce, defalarca adım ve birkaç dize. Ama bir
gülümseme belirdi bu kez yüzünde.
“Harikulade!” dedi. “Bir dahisin! Sevgilim ne kadar yetenekli.” “Çok
meşgulüm,” dedim. “Gider misin lütfen?”
Beni duymamıştı sanki. Yatağa oturup ceketinin düğmelerini çözdü,
ayaklarını sarkıttı. “Seni seviyorum,” dedi. “Sevgilimsin ve bu gece beni
seveceksin.”
“Bu gece olmaz,” dedim. “Yorgunum. Başka zaman.”
O şekerimsi koku geldi burnuma.
“Şaka etmiyorum,” dedim. “Gitsen iyi olacak. Seni dışarı atmak zorunda
bırakma beni.”
“Öyle yalnızım ki,” dedi.
Samimiydi. Hasta bir yer vardı içinde, burkulmuş, o sözcüklerle dışa
vurmuştu, ona bu denli katı davrandığım için utanç duydum. “Pekala,”
dedim. “Bir süre burada oturup konuşalım.”
İskemleyi çektim, ters oturup çenemi arkalığa yasladım. O yatağa
yerleşirken onu izledim. Sandığım kadar sarhoş değildi. Yolunda gitmeyen
bir şey vardı bu kadının içinde ve alkolle ilgili değildi ve ben de ne olduğunu
öğrenmek istiyordum.
Anlattıkları çılgıncaydı. Adı Vera’ydı. Long Beach’de zengin bir Yahudi
ailesinin yanında bakıcılık yapıyordu. Yorulmuştu ama bakıcılıktan. Aslen
Pennsylvanialı’ydı, kocası onu aldattığı için Pennsylvania’yı terketmişti.
Long Beach’den o gün gelmişti. Olive sokağı ile ikinci caddenin köşesindeki
restoranda beni görmüştü. Otele kadar izlemişti, çünkü “gözlerimle ruhunu
delmiştim.” Onu orda gördüğümü hatırlamıyordum ama. Daha önce
görmediğimden emindim. Nerede oturduğumu öğrendikten sonra
Solomon’un barına gidip sarhoş olmuştu. Kendinde odama gelme cesaretini
bulmak için.
“Seni iğrendirdiğimi biliyorum,” dedi. “Yaralarımı ve elbisemin sakladığı
dehşeti bildiğini de. Ama iğrenç vücudumu unutmaya çalış, yüreğimde
iyiyim, çok iyiyim ve iğrenilmekten fazlasını hak ediyorum.”
Nutkum tutulmuştu.
“Vücudumu bağışla,” dedi. Kollarını bana uzattı, yaşlar akıyordu
gözlerinden. Çaresizdim; neden söz ettiğini bilmiyordum; ah, ağlama böyle
kadın, böyle ağlamamalısın, ve sıcak elini tutup saçmaladığını anlatmaya
çalıştım; bu saçma düşüncelerle kendine eziyet ediyordu, çocuk gibi
davranıyordu, bu şekilde onu teskin etmeyi sürdürdüm, ellerim ve sesimle
yalvararak.
“Çünkü sen çok güzel bir kadınsın, vücudun harikulade, saplantıdan başka
bir şey değil, çocukça bir fobi, kabakulaktan kalmış olabilir. Onun için
ağlamamalısın, üzülme, geçecek. Geçeceğinden eminim.”
İkna edici değildim, daha çok acı çekmesine neden oluyordum çünkü kendi
cehenneminde yanıyordu. Benden öyle uzaktı ki sesimin sedası mesafeyi
büyütüyordu. Sonra başka şeylerden söz etmeye çalıştım, kendi
saplantılarımla onu güldürmeye. Bak, Arturo Bandini’nin de kendine göre
saplantıları var! Ve yastığın altından Camilla’nın beresini çıkardım.
“Bak! Benim de saplantılarım var. Ne yaptığımı biliyor musun? Bu küçük
siyah bereyi yatağıma alıp göğsüme kıstırıyor, onunla konuşuyorum:
“Seni seviyorum, seviyorum, harikulade prenses!” Anlatmayı sürdürdüm,
ben de melek sayılmazdım; benim de ruhum buruk, düğümlenmiş; yalnız
olduğunu sanma; çünkü Arturo Bandini sana rahatlıkla eşlik edebilir; senin
Arturo Bandini’n var ve sana anlatacak çok şeyi var. Şunu dinle: bir gece ne
yaptım biliyor musun? Arturo’nun itiraf saati: bir gece yaptığım korkunç şeyi
duymak istiyor musun? Bir gece bu dünya için fazlası ile güzel bir kadın
geçti yanımdan, dayanılmazdı, kim olduğunu hiçbir zaman öğrenemedim,
tilki kürkü giymiş şapkalı bir kadın, ve Bandini onu izledi çünkü o düşlerden
bile güzeldi, Bernstein’ın Balık Restoranı’na girişini izledi, kendinde değildi,
arkasında kurbağaların ve balıkların yüzdüğü bir pencereden kadının tek
başına yiyişini izledi; ve kadın yemeği bitirdiğinde ne yaptım biliyor musun?
Sen ağlama çünkü beni bilmiyorsun henüz, felaketim ben, yüreğim çini
mürekkebi dolu; ben, Arturo Bandini, Bernstein’in Balık Restoranı’na girip
onun oturduğu iskemleye oturdum ve titredim zevkten, kullandığı peçeteyi
elledim, küllükte rujlu bir izmarit vardı ve ne yaptım biliyor musun? Sen ve
küçük sorunların. Yedim izmariti, çiğnedim ve yuttum, tütünü de kağıdı da,
ve tadı gayet güzeldi çünkü o harikuladeydi. Tabağın yanında çatalı
duruyordu, çatalı cebime soktum, arada sırada cebimden çıkarıp yalıyordum
çünkü o harikuladeydi. Düşük bütçe ile aşk, masrafsız bir sevgili, tam
Arturo’nun kara yüreğine göre, arkasında kurbağaların ve balıkların yüzdüğü
bir pencerenin gerisinden hatırlanmak üzere. Sen ağlama; Arturo’ya sakla
gözyaşlarını çünkü onun çok ciddi sorunları var ve daha anlatmaya
başlamadım bile. Ama esmer tenli bir prensesle kumsalda geçirilmiş bir
geceden söz edebilirim sana, tutku bahçemde kokmayan ölü çiçeklerden
farksız öpüşlerinden.”
Beni dinlemiyordu ama, yataktan kalkıp ayaklarıma kapandı, onu
tiksindirici bulmadığımı söylemem için yalvarmaya başladı.
“Söyle,” dedi. “Öbür kadınlar kadar güzel olduğumu söyle bana!”
“Elbette güzelsin! Gerçekten güzelsin!”
Kaldırmaya çalıştım ama deli gibi tutunmuştu bana, onu teskin etmeye
çalışmaktan başka bir şey gelmiyordu elimden, ama öyle beceriksiz, öyle
yetersizdim ki. Uzaktı benden, derinlerde bir yerdeydi, yine de deniyordu.
Sonra yaralarından söz etmeye başladı yine. Korkunçlu yaraları, hayalını
mahvetmişlerdi, aşkı başlayamadan öldürmüşlerdi, kocasını başka kadınların
kollarına itmişlerdi, ve bütün bunlar benim için inanılmaz ve anlaşılmazdı
çünkü kendi tarzında hayli çekici bir kadındı, sakat değildi, ona aşık olacak
sürü ile adam olmalıydı dünyada.
Sendeleyerek doğruldu ve saçları yüzüne düştü, gözyaşları ile ıslanmış
yanağına bir tutam saç yapışmıştı; gözleri şişmişti ve bir manyaktan farksızdı,
acı çekiyordu.
“Göstereceğim sana!” diye bağırdı. “Gözlerinle göreceksin. Yalancı!
Yalancı!”
İki eliyle eteğini çekti, etek ayaklarının dibine düştü. Bir adım atıp eteğin
içinden çıktı, beyaz slip külotu ile gerçekten harikulade görünüyordu.
Söyledim bunu ona, “Ama çok güzelsin! Güzel olduğunu söylemiştim sana!”
dedim.
Bluzunun kopçalarını kurcalarken bir yandan da hıçkırıyordu. Daha fazla
soyunmasına gerek kalmadığım söyledim; şüphe götürmez bir şekilde ikna
olmuştum ve kendine daha fazla eziyet etmesine hiç gerek yoktu.
“Hayır,” dedi. “Gözlerinle göreceksin.”
Bluzunun kopçalarını açamadı, yardım etmem için arkasını bana döndü.
Elimi salladım. “Allah aşkına, unut gitsin,” dedim. “İkna oldum, striptiz
yapmana gerek yok.” Ümitsizlik içinde hıçkırdı ve ince bluzu iki eliyle
tuttuğu gibi tek hareketle yırtıp çıkardı.
Kombinezonunu kaldırmaya başladığında arkamı dönüp pencereye doğru
yürüdüm, çünkü korkunç bir şey görmek üzere olduğumu anlamıştım. Bana
gülmeye başladı, diliyle endişeli yüzümü işaret edip, “İşte, işte! Daha
görmeden dehşete kapıldın! Biliyorsun!” dedi.
Katlanmaktan başka çarem yoklu. Döndüğümde ayakkabıları ve çorapları
dışında çıplaktı ve yaralarını gördüm. Kasıklarındaydı, doğuştan olmalıydı,
yanık gibi, dağlanmış bir bölge, acınası, kuru, buruşuk. Dişlerimi sıktım ve
“Ne -bu mu? Bu yüzden mi kendini yiyip bitiriyorsun? Hiç önemi yok,”
dedim. Sözcükleri yitiriyordum ama, bir çırpıda söylemeseydim
şekillenmeyeceklerdi. “Saçma,” dedim. “Söylemeseydin farkına bile
varmazdım. Çok güzelsin, harikuladesin!”
Merakla kendini inceledi, inanmayarak, sonra tekrar bana baktı, gözlerimi
yüzünden ayıramıyordum, midem bulanmıştı, ondan gelen o şekerimsi ağır
kokuyu soludum ve bir kez daha harikulade olduğunu söyledim, küçük bir
kız kadar güzeldi, bir bakire kadar. Tek kelime etmeden ve kızararak
kombinezonunu yerden alıp giydi. Kedi mırıltısı geliyordu gırtlağından.
Öyle utandı ki birden, öyle memnundu ki, sözcükleri çok daha rahat
söyleyebildiğimi farkedip güldüm ve tekrar tekrar çok güzel olduğunu,
aptalca davrandığını söyledim. Ama çabuk söyle Arturo, hızlı konuş çünkü
içimde bir şeyler taşmak üzere, dışarı çıkmam gerek, bir dakikalığına hole
çıkacağımı ve ben dışardayken giyinmesini söyledim. Örtündü, ben çıkarken
beni izleyen gözleri bir mutluluk denizinde yüzüyorlardı. Holün sonundaki
yangın merdivenine gittim ve boşandım, deli gibi ağlıyor, gözyaşlarımı
durduramıyordum çünkü Tanrı pis düzenbazın, aşağılık herifin tekiydi, bu
kadına yaptıklarından sonra başka ne olabilirdi ki! İn aşağı Tanrı, aşağı in ki
seni bir güzel benzeteyim, seni bağışlanamaz pis şakacı seni. Bu kadının ve
dünyanın halinin sebebi sensin, sen olmasaydın o gece kumsalda Camilla’ya
sahip olabilirdim, ama hayır! O pis şakalarından birini yapmadan edemedin:
bu kadına ne yaptığını görmüyor musun? Arturo Bandini’nin Camilla
Lopez’e duyduğu aşka ne yaptığını görmüyor musun? Birden benim trajedim
bana kadınınkinden daha büyük göründü ve onu unuttum.
Odaya döndüğümde giyinmiş, aynanın karşısında saçını tarıyordu. Yırtık
bluzunu ceketinin cebine sokmuştu. Çok yorgun ama aynı zamanda mutlu
görünüyordu, huzurlu. Long Beach trenine bineceği gara kadar ona eşlik
edeceğimi söyledim. İstemedi, gereği yoktu. Bir kağıt parçasına adresini
yazdı.
“Bir gün Long Beach’e geleceksin,” dedi. “Çok bekleyeceğimi biliyorum
ama geleceksin.”
Kapıda vedalaştık. Elini uzattı, sıcak ve canlıydı eli. “Hoşça kal,” dedi.
“Kendine dikkat et.”
“Güle güle, Vera.”
Eski yalnızlığıma dönemedim o gittikten sonra, onun tuhaf kokusundan
kaçış yoktu. Yatağa uzandım. Beresini başıma yastık ettiğim Camilla bile çok
uzaktaydı sanki, onu geri getirmeye çalıştım ama başaramadım. Arzu ve
hüzün dolmaya başladı içime; ona sahip olabilirdin aptal, her islediğini
yaptırabilirdin, ama Camilla’ya yapamadığın gibi ona da bir şey yapamadın.
Gece boyunca uykumu böldü. Uyanıp geride bıraktığı o tatlı ağırlığı
soludum, ellediği eşyaları elledim, okuduğu şiiri düşündüm. Derin uykuya ne
zaman geçtiğimi anımsamıyorum çünkü uyandığımda saat on olmuştu ve hâlâ
yorgundum. Havayı soluyup huzursuzlukla olup bitenleri düşündüm. Oysa
ona ne çok şey anlatabilirdim ve bana müşfik davranırdı. Bak Vera,
diyebilirdim, durum böyle böyle, şunlar şunlar oldu ve sen şöyle şöyle
yaparsan bir daha olmaz belki, çünkü benim hakkımda şöyle şöyle düşünen
biri var ve buna son vermek zorundayım; öleceğimi bilsem bile
vazgeçmeyeceğim çünkü bu şekilde devam edemem.
Bütün günü bunları düşünerek geçirdim; başka İtalyan’lar da geldi aklıma,
Casanova ve Cellini, sonra da Arturo Bandini, ve dövünmek geldi içimden.
Sonra, Long Beach nasıl bir yerdir acaba, diye geçirdim içimden. Merakımı
gidermek için gidip biraz gezinir, Vera’ya da uğrardım. Şu içinden
çıkamadığım büyük sorunumu görüşürdüm. O kadavramsı bölge geldi
gözümün önüne, yaraları. Sözcüklerle nasıl tanımlayabilir, kağıda nasıl
dökebilirdim? Sonra, Vera bütün kusurlarına rağmen bir mucize gerçekleştirir
belki, dedim kendime. Mucize gerçekleştikten sonra farklı bir Arturo Bandini
dünyanın ve Camilla Lopez’in karşısına dikilebilir, vücudunda dinamit,
gözlerinde volkanik bir kıvılcımla Camilla Lopez’e, “Bana bak, küstahlığına
yeterince tahammül ettim ama artık sabrım taştı, şimdi sorun çıkarmadan
soyun ve isteklerimi yerine getir,” diyebilirdi. Gözlerimi tavana dikip bu
hayalleri kurmak bana zevk veriyordu.
Bir akşamüstü Bayan Hargraves’e birkaç günlüğüne kent dışında
olacağımı söylüyorum, Long Beach, iş için, ve yola çıkıyorum. Vera’nın
adresi cebimde, büyük bir serüvene hazırla kendini Bandini, fetih zamanı
geldi. Köşede ağzı et için sulanan Hellfrick’le karşılaşıyorum. Biraz para
veriyorum, kasaba dalıyor. Sonra gara gidip Long Beach trenine biniyorum.
ON İKİNCİ BÖLÜM
Posta kutusunda Vera Rivken yazıyordu, böylece soyadını da öğrenmiştim.
Bina, Long Beach karayolunun yanında, lunaparkın karşısındaydı. Alt katta
bilardo salonu, üstte birkaç daire. Merdivenden çıkarken doğru yerde
olduğumdan emin oldum; merdivene kokusu sinmişti. Trabzan eğri
büğrüydü. Duvardaki gri boya şişmişti, parmağımla bastırdığımda çatlıyordu.
Kapıyı vurdum, açtı.
“Bu kadar çabuk mu?” dedi.
Onu kollarına al Bandini, seni öperken yüzünü ekşitme, gülümseyerek
ayrıl, bir şey söyle. “Harikulade görünüyorsun,” dedim. Devam etmek
mümkün olmadı, üstümdeydi, ıslak bir sarmaşık gibi, ağzımı arayan dili
ürkmüş bir yılanın başından farksız. Muhteşem İtalyan aşık Bandini, karşılık
ver! Ah Yahudi kızı, biraz daha müşfik olsan, bu kadar acele etmesen!
Ayrıldık nihayet, deniz ve manzaraya dair bir şeyler mırıldanarak pencereye
doğru yürüdüm. “Manzara güzel,” dedim. Ama yanıma gelip ceketimi
çıkardıktan sonra beni koltuğa oturtup ayakkabılarımı çıkardı. “Rahatına
bak,” dedi. Sonra kayboldu. Orda oturup dişlerimi gıcırdattım, milyonlarca
California odasından farksız odayı seyrettim, şurda bir parça lambri, orda bir
parça kilim, mobilyalar, tavanda örümcek ağları, köşelerde toz, onun odası,
herkesin odası, Los Angeles, Long Beach, San Diego, güneşin etkisini
azaltmak için birkaç kat sıva ve kireç sürülmüş duvarlar.
Mutfak yerine geçen küçük beyaz holdeydi, kap kacak ve bardak sesleri
geliyordu içerden. Orda oturup; nasıl oluyor da odamda tek başıma iken bana
bir türlü, birlikte iken başka türlü görünüyor, diye düşündüm. Tütsü yanıyor
mu diye bakındım, o şekerimsi kokunun kaynağım arıyordum, bir yerden
geliyor olmalıydı. Tütsü filan yoklu ama, kirli mavi mobilya, üstünde birkaç
kitap duran bir masa ve duvardan açılan yatağın başlığında bir ayna sadece.
Elinde bir bardak sütle çıktı mutfaktan. “İç,” dedi. “Bir bardak soğuk süt.”
Soğuk değildi ama, sıcaktı hatta, üstünde sarımtrak bir tabaka oluşmuştu.
Bir yudum aldım. Dudaklarının ve yediği ağır yemeklerin tadı geldi ağzıma,
çavdar ekmeği ile kamamber tadı. “Güzel,” dedim. “Nefis.”
Ayaklarımın dibine oturmuştu. Elleri dizlerimde aç gözlerle beni
seyrediyordu. Gözleri öyle iriydiler ki içlerinde yitebilirdim. Onu ilk
gördüğümde giyindiği gibi giyinmişti, aynı elbiseler. Ev öylesine haraptı ki
başka elbisesi olmadığını biliyordum. Makyaj yapmasına fırsat vermeden
gelmiştim, gözlerinin altında ve yanaklarında yaşlılığın izleri görülüyordu. O
gece bu izleri fark etmediğime şaştım ama sonra fark ettiğimi anımsadım,
yüzündeki makyaja rağmen fark etmiştim ama iki gün boyunca kurduğum
hayallerin sonucunda kendilerini gizlemişlerdi ve ordaydım ve gelmekle hata
etmiştim.
Konuştuk, o ve ben. İşimi sordu ama içten değildi, işim onu
ilgilendirmiyordu. Ben de verdiğim yanıtta içten değildim. İşim beni de
ilgilendirmiyordu. Bizi ilgilendiren tek şey vardı, ne olduğunu o da biliyordu,
gelerek belli etmiştim.
İyi de sözcükler nerdeydi, beraberimde getirdiğim şehvet nerdeydi? Bütün
o hayaller, arzum, cesaretim nerdeydi ve neden orda oturmuş hiç de gülünesi
olmayan şeylere kahkahalarla gülüyordum? Hadi Bandini -emeline kavuş,
kitaplarda anlatıldığı gibi sahip ol ona. Bir odada iki kişi; biri kadın; diğeri,
Arturo Bandini, ne balık ne de kuş.
Uzun bir sessizlik daha, kadının başı kucağımda, parmaklarım karanlık bir
ağın içinde beyaz tellerini ayırıyor. Uyan, Bandini! Camilla Lopez görmeli bu
halini, o iri siyah gözleri ile, gerçek aşkın, Maya prensesin. Tanrım, Arturo,
muhteşemsin! Minik Köpek Güldü’yü yazmış olabilirsin ama Casanova’nın
anılarını yazamayacağın kesin. Orda oturmuş ne yapıyorsun? Bir başyapıt
hayali mi kuruyorsun? Bandini, ahmak!
Başını kaldırıp bana baktı ve kapalı gözlerle oturduğumu gördü.
Düşüncelerimden habersizdi. Belki de değildi. Belki de bu yüzden,
“Yorgunsun. Uyu biraz,” demişti. Bu yüzden yatağı açıp uzanmamda ısrar
etmiş, yanıma uzanıp başım göğsüme koymuştu. Yüzümü incelerken, “Başka
birini mi seviyorsun?” diye sorması bu yüzdendi belki.
“Evet,” dedim. “Los Angeles’da yaşayan bir kıza aşığım.”
Yüzümü okşadı.
“Biliyorum,” dedi. “Anlıyorum.”
“Hayır, anlamıyorsun.”
O anda ne için geldiğimi söylemek geldi içimden, dilimin uçundaydı,
söylenmeyi bekliyordu, yapamayacağımı biliyordum ama. Orda uzanmış
tavanın boşluğunu izlerken ona söyleme fikri ile oynuyordum. “Sana
söylemek istediğim bir şey var. Belki sen bana yardım edebilirsin,” dedim.
Devamını getiremedim ama. Hayır, söyleyemezdim; bir şekilde söylemek
istediğim şeyi keşfetmesini umuyordum, ama beni rahatsız eden şeyin ne
olduğunu sorup durduğunda ümidimi yitirdim, başımı sallayıp suratımı
buruşturdum ve “kapatalım bu konuyu,” dedim. “Sana söyleyebileceğim bir
şey değil.”
“Aşık olduğun kızdan bahset bana,” dedi.
Yapamazdım, bir kadınla birlikte olup başka bir kadına duyduğum
hayranlıktan söz edemezdim. Belki de bu yüzden “Güzel mi?” diye sordu.
Güzel olduğunu söyledim. Belki de bu yüzden, “Seni seviyor mu?” diye
sordu. Beni sevmediğini söyledim. Yüreğim ağzıma geldi birden çünkü
giderek sormasını istediğim şeye yaklaşıyordu, o alnımı okşarken soruyu
bekledim.
“Peki neden sevmiyor seni?”
Sormuştu işte. Cevabını verebilirdim ve herşey açığa çıkmış olurdu, ama
“Sevmiyor işte, hepsi bu,” demekle yetindim.
“Başkasını sevdiği için mi?”
“Bilmiyorum. Belki.”
Ona belki, buna belki, sorular, sorular, karanlıkla el yordamı ile Arturo
Bandini’nin şehvetini arayan yaralı ve bilge kadın, bir sıcak soğuk oyunu,
Bandini sırrını ele vermeye istekli. “Adı ne?” “Camilla,” dedim.
Doğrulup ağzıma dokundu.
“Öyle yalnızım ki,” dedi. “O olduğumu hayal et.”
“Evet,” dedim. “Sen o’sun. Adın Camilla.”
Kollarımı açtım ve kendini göğsüme bıraktı.
“Adım Camilla,” dedi.
“Çok güzelsin,” dedim. “Bir Maya prensesisin.”
“Prenses Camilla’yım.”
“Bu topraklar ve deniz sana ait. California sana ait. California yok, Los
Angeles yok, tozlu sokaklar yok, ucuz oteller yok, havalı bulvarlar yok.
Çöllerden, dağlardan ve denizden ibaret güzel toprakların var sadece. Sen bir
prensessin ve buranın hakimisin.”
“Prenses Camilla’yım ben,” diye hıçkırdı. “Amerikalı’lar yok. California
yok. Sadece çöller, dağlar ve deniz var ve ben hepsinin hakimiyim.”
“Derken ben çıkageliyorum.”
“Derken sen çıkageliyorsun.”
“Ben benim. Arturo Bandini’yim. Dünyanın en büyük yazarı.” “Evet,”
dedi gözyaşlarına boğularak. “Elbette! Arturo Bandini, dünyanın en büyük
yazarı.” Yüzünü omuzuma gömdü, sıcak gözyaşları boynuma aktılar. Onu
kendime çektim. “Öp beni, Arturo.”
Öpmedim ama. Bitirmemiştim henüz. Ya istediğim gibi olurdu, ya da
olmazdı. “Ben bir fatihim,” dedim. “Cortez gibi, ama İtalyan’ım.”
Sertleşmeye başlamıştım. Sahici ve doyurucuydu, mutluluk doldu içime,
pencerenin ötesindeki mavi gök bir kubbe, dünya ise avucumun içinde
tuttuğum minik bir şeydi. Titredim zevkten.
“Camilla, öyle çok seviyorum ki seni!”
Ne yaraları kalmıştı, ne de kurumuş yerleri. Camilla’ydı o, kusursuz ve
harikulade. Bana aitti, dünya da öyle. Döktüğü yaşlar beni mutlu ediyor,
heyecanlandırıyorlardı. Ve ona sahip oldum. Sonra uyudum, yorgun ve
huzurlu. Uykuya dalarken hıçkırdığını anımsıyorum ama umursamadım.
Camilla değildi artık. Vera Rivken’di ve ben onun dairesindeydim, uykumu
alır almaz kalkıp gidecektim.
Uyandığımda gitmişti. Oda yokluğunda daha etkileyiciydi. Açık bir
pencere, hafif hafif uçuşan perdeler, tokmağında elbise askısı asılı açık dolap
kapısı, koltuğun kolunda bıraktığım yarım bardak süt. Arturo Bandini’yi
itham eden küçük şeyler, ama uykudan sonra gözlerime bir serinlik gelmişti
ve hiç dönmemek üzere gitmek için sabırsızlanıyordum. Karşıdaki
lunaparktan atlı karıncanın müziği geliyordu odaya. Pencerede durdum.
Aşağıdan iki kadın geçti, yukardan başlarını seyrettim.
Çıkmadan önce kapıda durup odaya son bir defa baktım. Hafızana iyi
yerleştir çünkü burda oldu, bu odada tarih yazıldı. Güldüm. Arturo Bandini,
tatlı dilli, görmüş geçirmiş; kadın konusunda dinleyeceksin onu. Ama odanın
görüntüsü öylesine yoksuldu ki, sıcaklık ve mutluluk dilenir gibiydi. Vera
Rivken’in odası. Vera Rivken Arturo Bandini’ye iyi davranmıştı ve yoksuldu.
Cebimden bir tomar para çıkarıp içinden iki dolar çektim, masanın üstüne
bıraktım. Sonra merdivenden inip dışarı çıktım. Ciğerlerime hava doldu, hiç
hissetmediğim kadar güçlü hissediyordum kendimi.
Zihnimin arkasında karanlık bir nokta vardı ama. Yürüyordum. Dönme
dolabın, çadır bezinden yapılmış standların önünden geçtim ve kendini daha
güçlü bir şekilde hissettirmeye başladı; adı konamayan bulanık bir şey
sızıyordu beynime. Bir hamburger büfesinin önünde durup kahve söyledim.
Sinsice sokuluyordu; huzursuzluk, yalnızlık duygusu. Derdim neydi?
Nabzımı saydım. Normaldi. Kahveyi üfleyip bir yudum aldım: iyi kahve.
Aradım, zihnimin parmakları ile beni rahatsız eden düşünceye uzanıp tam da
dokunamadığımı hissettim. Birden şimşek gibi çaktı beynimde, ölüm gibi,
yıkım gibi. Taburemden kalkıp oradan hızla uzaklaştım. Kaldırımda hırslı bir
şekilde yürüyordum, bana son derece garip görünen insanların yanından
geçerek, hayaletlerin; dünya bir hayal gibiydi, şeffaf bir düzlemdi ve
üstündeki herkes çok kısa bir süre için ordaydılar; hepimiz, Bandini,
Hackmuth, Camilla, Vera, hepimiz kısa bir süre için vardık, sonra başka bir
yere gidecektik; hayatta değildik aslında, hayatta olmaya çok yaklaşıyor ama
olamıyorduk. Öleceğiz. Herkes faniydi. Sen bile
Arturo, sen bile fânisin.
İçimden akan şeyin ne olduğunu biliyordum artık. Büyük, beyaz bir haç
beynime doğrultulmuştu ve bana aptal bir adam olduğumu söylüyordu, çünkü
ölecektim ve elimden bir şey gelmezdi. Mea Culpa, mea culpa, mea maxima
culpa. Büyük günah, Arturo. Zina. Karşımdaydı nihayet ve çetin cevizdi ve
bana işlediğim günahtan arınılamayacağını söylüyordu. Ben bir Katoliktim.
Vera Rivken’e karşı telafisi olmayan bir günah işlemiştim.
Standların bittiği yerde kumsal başlıyordu. İlerde kum tepeleri vardı. Kum
tepelerinin kaldırımı gizlediği bir yere yürüdüm. Bunu düşünmek gerekti. Diz
çökmedim; oturup dalgaların kıyıyı kemirişini izledim. Başın belada, Arturo.
Nietzsche’yi okudun, Voltaire’i okudun, üstesinden gelebilirsin. Mantık
yürütmenin yaran yoktu ama. Mantık yürüterek kendimi kurtarabilirdim ama
kanımda değildi. Bana hayat veren kanımdı ve damarlarımda akan kan bana
yanlış yaptığımı söylüyordu. Orda oturup kanıma teslim oldum, beni
başlangıcımın derin denizine yüzdürmesine izin verdim. Vera Rivken, Arturo
Bandini: yanlış bir şey vardı burada. Olmaması gereken bir şey. Hatalıydım.
Ölümcül bir günah işlemiştim. Matematiksel, felsefi ve psikolojik olarak
çözebiliyordum. Bir düzine değişik kanıt bulabilirdim ama hatalıydım,
işlediğim suçun sıcak ve düz ritmini inkar edemezdim.
Vicdan azabı içinde bağışlanmayı dilemeyi düşündüm. İyi de, kimden?
Hangi Tanrı’dan, hangi İsa’dan? Onlar bir zamanlar inandığım mitlerken, mit
olduklarını hissettiğim inançlara dönüşmüşlerdi. Bu deniz, bu da Arturo,
deniz gerçek ve Arturo denizin gerçek olduğuna inanıyor. Sonra başımı başka
tarafa çeviriyorum ve her yer kara. Yürüyor, yürüyorum ve her yer uçsuz
bucaksız kara. Bir yıl, beş yıl, on yıl geçiyor ve denizi hiç görmüyorum.
Denize ne oldu, diye soruyorum kendime. Geride kaldı, diye yanıtlıyorum,
hafızamda saklı. Deniz bir mit. Hiç yoktu. Ama deniz var! Deniz kıyısında
doğdum diyorum sana! Yüzdüm ben o denizin sularında! Doyurdu beni,
huzur verdi, büyüleyici uzaklıkları ile düşlerimi besledi! Hayır, Arturo, deniz
hiç olmadı. Düş görüyorsun, olmasını diliyorsun ve toprakta yürüyorsun.
Denizi göremeyeceksin artık. Bir zamanlar var olduğunu sandığın bir mit
deniz. Ama, diyorum gülümseyerek, tuzu ağzımda. Binlerce karayolu olsa da
kafam karışmaz çünkü yüreğimdeki kan o harikulade kaynağına geri
dönecektir.
Peki, ne yapmalıyım? Ağzımı gökyüzüne doğru kaldırıp korkak dilimle bir
şeyler mi gevelesem? Göğsümü açıp yumruklayarak İsa’nın dikkatini mi
çekmeye çalışsam? Ama örtünüp yola devam etmek daha iyi ve mantıklı
olmaz mıydı? Şaşkınlıklar olacaktı şüphesiz, açlık çekecektim; kurumuş
dudaklarımı tatlandırmak için yanaklarımdan süzülüp minik kuşlar gibi beni
teselli etmeye çalışan gözyaşlarımdan başka hiçbir şeyimin olmadığı bir
yalnızlığa bürünecektim. Ve sonunda tescili bulacaktım, ölmüş bir kıza
duyulan aşka benzer bir güzellik olacaktı. Biraz da kahkaha, zaptedilmiş
kahkahalar, ve geceleyin sessiz bir bekleyiş, geceye duyulan yumuşak korku,
ölümün meydan okuyan öpüşüne duyulan korkuya benzer bir korku. Ve gece
çökecekti ve gençliğimin tez canlılığı ile terkettiğim kaptanlarım denizimin
kıyılarından alınmış yağlar süreceklerdi hislerime. Ama bağışlanacaktım, bu
ve başka şeyler için, Vera Rivken için, Voltaire’in aralıksız çırpan kanatları
için, durup o büyüleyici kuşu dinlediğim için. Deniz kıyısındaki yurduma
döndüğümde herşey için bağışlanacaktım.
Kalkıp derin kumda yürümeye başladım. Denizin arkasında küstah bir
kırmızı top gibi batan güneşle akşamüstü olgunlaşmıştı. İnsanın nefesini
kesen bir şey vardı gökyüzünde, tuhaf bir gerilim. Güneyde martılar kıyıyı
tarıyorlardı. Taş bir banka yaslanıp tek ayak üstünde ayakkabıma giren kumu
boşaltmaya başladım.
Bir gümbürtü hissettim birden, ardından da bir sarsıntı.
Taş bank benden uzaklaşıp kuma yuvarlandı. Standlara baktım. Sallanıp
devriliyorlardı. Long Beach ufuk çizgisine baktığımda yüksek binaların
sallandığını gördüm. Altımdaki kum yarıldı; sendeledim, dengemi tekrar
buldum. Aynı şey bir kez daha oldu.
Deprem.
Çığlıklar yükseliyordu. Ortalık toza bulanmıştı. Yer kükrüyor, binalar
çöküyordu. Kendi etrafımda dönüp duruyordum. Sebebi bendim. Benim
yüzümden olmuştu. Ağzım açık kalakalmış, etrafıma bakınıyordum. Denize
doğru birkaç adım koştum. Sonra geri koştum.
Sebebi sensin, Arturo. Tanrı’nın gazabı bu. Sebebi sensin. Sarsıntılar
sürüyordu. Deniz ve toprak kusuyorlardı. Tozdu her yer. Kulağıma enkaz
gürültüsü geldi. Çığlıklar duydum, ardından da bir siren. İnsanlar binalardan
çıkmış koşuyorlardı. Devasa toz bulutları oluşmuştu.
Senin eserin Arturo, sen yaptın. O odada, o yatakta.
Elektrik direkleri devriliyor, binalar kraker gibi çatlıyorlardı. Çığlıklar,
bağıran adamlar, çığlık atan kadınlar. Yüzlerce insan binalardan çıkmış can
havliyle koşuyorlardı. Bir kadın kaldırımda yatmış kaldırımı yumrukluyordu.
Küçük bir oğlan çocuğu gördüm, ağlıyordu. Her yere cam saçılmıştı. İtfaiye
çanları. Sirenler. Delilik.
Büyük sarsıntı dinmişti. Yeraltından kükreme sesleri geliyordu. Bacalar
devriliyor, tuğlalar düşüyordu. Gri bir toz tabakası kaplamıştı heryeri. Herkes
binalardan uzaklaşmak için boş bir arsaya doğru koşuyordu.
Hızla arsaya gittim. Beyaz yüzlerin arasında ağlayan yaşlı bir kadının
yüzünü gördüm. İki kişi ceset taşıyordu. Karın üstü sürünen bir köpek
gördüm, arka bacakları tutmuyordu. Arsanın bir köşesindeki barakanın
yanında üstlerindeki çarşaf kanlanmış birkaç ceset vardı. Bir ambülans.
Kolkola girmiş kıkırdayan iki liseli kız. Sokağa baktım. Binaların ön
cepheleri yıkılmıştı. Duvarlardan yataklar sarkıyordu. Banyolar açıktaydı.
Yarım metre yüksekliğinde enkaz oluşmuştu sokakta. Erkekler emirler
yağdırıyorlardı. Her sarsıntı ile enkaz artıyordu. Adamlar kenara çekilip
bekliyor, sonra tekrar enkaza dalıyorlardı.
Dayanılır gibi değildi. Barakaya yürüdüm, altımdaki toprak titriyordu.
Barakanın kapısını açtım, bayılacak gibi oldum. Sıra sıra dizilmiş cesetlerin
üstlerinde kanlı çarşaflar vardı. Kan ve ölüm. Dışarı çıkıp oturdum.
Sarsıntılar sürüyordu.
Vera Rivken neredeydi? Kalkıp yürüdüm. Sokağı kordon altına almışlardı.
Süngü takmış bahriyeliler devriye geziyorlardı. Sokağın öbür tarafında
Vera’nın oturduğu binayı gördüm. Duvardan yatak sarkıyordu, çarmıha
gerilmişti sanki. Döşeme çökmüş, tek duvar ayakta kalmıştı. Arsaya döndüm.
Arsanın ortasında ateş yakmışlardı. İnsan yüzleri alevlerin ışığında
kızarmışlardı. Yüzleri inceledim ama tanıdık birine rastlamadım. Vera
Rivken yoktu aralarında. Birkaç yaşlı adam aralarında konuşuyorlardı. Uzun
boylu ve sakallı olan dünyanın sonunun geldiğini söyledi; bir hafta önce
kehanette bulunmuştu. Saçlarına toprak bulaşmış bir kadın girdi aralarına.
“Charlie öldü,” dedi kadın. Sonra ağlamaya başladı. “Zavallı Charlie öldü.
Buraya hiç gelmemeliydik! Gitmeyelim demiştim ona!” Yaşlı adamlardan
biri kadını omuzlarından tutup kendine doğru çevirdi. “Neler söylüyorsun
sen!” dedi. Kadın adamın kollarında bayıldı.
Gidip kaldırıma oturdum. Tövbe et, çok geç olmadan tövbe et. Bir dua
söyledim ama tozdu ağzımda. Duaların yararı yoktu. Ama hayatımda bazı
değişiklikler olacaktı. Ahlaklı ve huzurlu yaşayacaktım bundan böyle. Bir
dönüm noktasıydı bu benim için. Deprem bana bir uyarıydı, Arturo
Bandini’ye bir uyarı.
İnsanlar ateşin çevresinde kümelenmiş ilahi söylüyorlardı. Gözlerini göğe
kaldır çünkü İsa geliyor. Herkes söylüyordu. Desenli kazak giymiş bir çocuk
bana içinde ilahilerin bulunduğu bir kitap uzattı. Yanlarına gittim. Çemberin
ortasındaki şişman kadın onları yönetirken kollarını şevkle sallıyor, ilahi
dumanlarla birlikte göğe yükseliyordu. Sarsıntılar sürüyordu. Uzaklaştım.
Tanrım, şu protestanlar!.. Benim kilisemde ucuz ilahiler söylenmezdi. Handel
ve Palestrina’nın ilahileri söylenirdi benim kilisemde.
Hava kararmıştı. Gökyüzünde birkaç yıldız belirmişti. Sarsıntılar dinmek
bilmiyor, birkaç saniyede bir tekrarlıyorlardı. Deniz tarafından rüzgar esmeye
başladı ve hava serinledi. İnsanlar kümelenmişlerdi. Siren sesleri
duyuluyordu. Gökyüzünden uçak sesleri geliyor, sokaklar bahriyeli
kaynıyordu. Sedye taşıyan insanlar enkaza dalıyorlardı. Barakaya iki
ambülans yanaştı. Kalkıp uzaklaştım. Kızıl Haç devreye girmişti. Arsanın bir
köşesine karargah kurmuşlardı. Büyük teneke kutularda kahve dağıtıyorlardı.
Sıraya girdim. Önümdeki adam konuşmaya başladı.
“Los Angeles’ın durumu daha vahimmiş,” dedi. “Binlerce ölü varmış.”
Binlerce. Camilla da ölmüş olabilirdi. Columbia Birahanesi ilk yıkılacak
binalardan biriydi. Bina eski, duvarları çatlaktı. Camilla kesin ölmüştü. Saat
dörtten on bire kadar çalışıyordu. Depreme çalışırken yakalanmıştı. Camilla
ölmüştü, bense hayattaydım. İyi. Cesedini gözümün önüne getirmeye
çalıştım. Şu şekilde yatıyor olmalıydı, gözleri şöyle kapalı; elleri
kenetlenmiş; Camilla ölmüştü, bense hayattaydım. Birbirimizi
anlayamamıştık ama kendi tarzında iyi davranmıştı bana. Uzun süre
unutmayacaktım onu. Dünyada onu unutmayacak tek kişi ben olacaktım
muhtemelen. Ona dair çok hoş şeyler geliyordu aklıma; çarıkları, halkından
duyduğu utanç, saçma sapan Ford’u.
Çeşit çeşit rivayet dolaşıyordu arsada. Denizden büyük bir dalga geliyordu.
Denizden büyük bir dalga gelmiyordu. California’nın tamamı depremden
etkilenmişti. Deprem sadece Long Beach’i vurmuştu. Los Angeles harap
olmuştu. Deprem Los Angeles’da hissedilmemişti bile. San Francisco
depreminden sonra yaşanan en büyük felaketti. Bu deprem San Francisco
depreminden çok daha büyüktü. Ama her şeye rağmen herkes sakindi. Herkes
korkmuştu ama panik yoktu. Arada sırada gülümseyen bir çehreye
rastlayabiliyordunuz; cesur insanlar. Evlerinden uzaktılar ama cesaretleri
yanlarındaydı. Metanetliydiler. Korkusuzdular.
Bahriyeliler arsanın ortasına bir radyo istasyonu kurmuş büyük
hoparlörlerden yayın yapıyorlardı. Sürekli okunan bültenler felaketin
boyutlarını çiziyor, derinden gelen bir ses emirler yağdırıyordu. Yasa buydu
ve herkes uymak zorundaydı. İkinci bir uyarıya kadar kimse Long Beach’e
girmeyecek, ya da terketmeyecekti. Kentte sıkıyönetim ilan edilmişti. Büyük
bir dalga gelmiyordu. Tehlike sona ermişti. Sarsıntılar sürecekti, yer kabuğu
yerleşiyordu, korkmak için sebep yoktu.
Kızıl Haç battaniye, yiyecek ve kahve dağıtıyordu. Gece boyunca radyo
yayınını dinledik. Los Angeles’ın depremden çok az etkilendiği haberi geldi.
Ölülerin uzun bir listesi okundu. Camilla Lopez yoktu aralarında. Tek bir
Camilla yoktu, Lopez bile.
ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Ertesi gün Los Angeles’a döndüm. Kent bıraktığım gibiydi ama ben
korkuyordum. Tehlike sokaklarda pusuya yatmıştı. Yüksek binaların
oluşturduğu vadiler yer sarsıldığında seni öldürebilecek tuzaklardı.
Kaldırımlar yarılabilirdi. Tramvaylar devrilebilirdi. Arturo Bandini’ye bir hal
olmuştu. Sadece tek katlı evlerin bulunduğu sokaklardan geçiyordu. Kaldırım
kenarlarından yürüyor, neon tabelalardan uzak duruyordu. Korku girmişti
içime, kök salmıştı. Atamıyordum. Dar ve uzun ara sokaklarda yürüyen
insanlar görüyor, cesaretlerine hayran oluyordum. Hill sokağını geçip
Pershing Meydanına girdim. Yüksek bina yoktu meydanda. Yer sarsılsa
enkaz altında kalmazdınız.
Oturdum meydanda, sigara içtim ve ellerimin terlediğini fark ettim.
Columbia Birahanesi beş blok ötedeydi. Oraya gitmeyeceğimi biliyordum.
İçimde bir şey değişmişti. Bir korkaktım. Yüksek sesle söyledim bunu
kendime: sen bir korkaksın. Umursamadım. Hayatta olmayı ölü bir çılgın
olmaya yeğlerdim. Beton binalara girip çıkan yüzlerce insan -biri onları
uyarmalı. Tekrarlanacaktı; tekrarlanması kaçınılmazdı, bir deprem daha
olacak ve kenti dümdüz edecekti. Her an olabilirdi. Çok insan öldürecekti,
ama beni hayır. Bu caddelerden uzak duracaktım çünkü, enkazdan uzak
duracaktım.
Otelime gitmek için Bunker Hill’i tırmanmaya başladım. Her binayı göz
önünde bulunduruyordum. Ahşap binalar depreme dayanıklıydılar. Sallanıp
titrer ama yıkılmazlardı. Tuğladan yapılma binalara dikkat. Yer yer depremin
izlerine rastlanıyordu; yıkılmış bir duvar, düşmüş bir baca. Los Angeles hapı
yutmuştu. Lanetlenmiş bir kentti. Bu deprem kente fazla zarar vermemişti
ama ikinci bir depremle yerle bir olacaktı. Bana bir şey olmayacaktı, tuğla bir
binanın içine girmeyecektim. Ben bir korkaktım ama bu benim bileceğim işti.
Elbette korkağım, kendimle konuşuyorum, elbette korkağım, ama sen cesur
ol, seni ahmak, sen cesur ol ve o koca binaların önünden geç. Öldürecekler
seni. Bugün, yarın, haftaya, önümüzdeki yıl, er ya da geç seni öldürecekler
ama beni asla.
Depremi yaşamış şu adama kulak verin şimdi. Alta Loma Otelinin terasına
oturup anlattım onlara. Gözlerimle gördüm. Taşınan cesetleri gördüm. Akan
kanı ve yaralıları gördüm. Deprem olduğunda altı katlı bir binanın altıncı
katında derin uykudaydım. Asansöre koşmuştum. Çalışmıyordu. Bürolardan
birinden koşarak bir kadın çıkmış, çelik kirişlerden biri kadının kafasına
düşmüştü. Enkazın arasından güçlükle ilerleyip kadına ulaşmıştım. Kadını
omuzlayıp altı kat aşağı taşımıştım. Sabaha dek kurtarma ekipleri ile birlikte
enkaz çalışması yapmıştım, dizlerime kadar kan ve sefalet içinde. Kolu
enkazdan bir heykel parçası gibi uzanan bir kadım çıkarmıştım enkazın
içinden. Duman tüten bir kapının eşiğinden içeri dalıp küvette baygın yatan
bir kızı kurtarmıştım. Yaralıların yaralarını sarmış, kurtarma ekiplerine
öncülük edip yaralı ve ölülere ulaşmalarını sağlamıştım. Elbette korkmuştum,
ama yapılması gerekiyordu. Afetin ortasındaydık, söz değil eylem zamanıydı.
Yerin koca bir ağız gibi açıldığını ve asfalt sokağın üstüne kapandığını
görmüştüm. Yaşlı bir adamın bacağı asfalta sıkışmıştı. Koşarak yanına
gitmiş, metin olmasını söyledikten sonra itfaiyeci baltası ile asfaltı kazmaya
başlamıştım. Geç kalmıştım ama. Asfalt tamamen kapanınca adamın bacağı
kopmuştu. Adamı sırtlayıp götürmüştüm. Dizi hâlâ asfaltta duruyordur,
yerden çıkan kanlı bir anı. Herşeyi gözlerimle görmüştüm ve korkunçtu.
Belki inandılar, belki dc inanmadılar. Benim için fark etmiyordu.
Odama gidip duvarda çatlak olup olmadığına baktım. Hellfrick’in odasını
denetledim. Hellfrick ocağın üstüne eğilmiş tavada hamburger pişiriyordu.
Her şeyi gözlerimle gördüm, Hellfrick. Deprem olduğunda şeytan arabasının
en yüksek noklasındaydık. Arabamız raylara takılıp kalmıştı. Aşağı inmekten
başka çaremiz yoklu. Ben ve yanımdaki kız. Yerden otuz metre
yüksekteydik. Kızı sırtıma aldım, yaprak gibi sallanıyorduk. Başardım ama.
Enkaza ayaklarından gömülmüş bir kız gördüm. Arabasının içinde ezilmiş bir
kadın gördüm, kolunu sola dönüş işareti vermek için dışarı çıkarmıştı. Poker
masasında ölmüş üç adam gördüm. Hellfrick ıslık çaldı: ne diyorsun? Ne
diyorsun? Yazık, yazık. Ve ona on beş sent borç verebilir miydim? Verdim
ve duvarlarında çatlak olup olmadığına baktım. Hole, garaja ve
çamaşırhaneye baktım. Orda burda sarsıntının izlerine rastlanıyordu ama
endişe verici bir durum yoktu. Yine de Los Angeles’ı dümdüz etmesi
kaçınılmaz depremin habercisiydiler. Odamda uyumadım o gece.
Gümbürtüler sürerken odamda yatmam söz konusu değildi. Ben yatmam,
Hellfrick. Battaniyelerime sarınıp tepenin çimlerine yatarken Hellfrick
penceresinden beni izliyordu. Aklını kaçırmışsın sen, dedi Hellfrick. Ama
sonra ona borç para verdiğimi hatırladı, aklımı kaçırmamıştım belki. Haklı da
olabilirsin, dedi Hellfrick. Işığını söndürdü ve zayıf bedenini yalağa
yerleştirdiğini duydum.
Dünya tozdan geliyordu ve sonunda yine toz olacaktı. Sabah ayinine
gitmeye başladım. Günah çıkardım. Ahşap bir kilise seçmiştim kendime,
alçak ve sağlam bir bina, Meksika mahallesine yakın. Orda dua ediyordum.
Yeni Bandini. Ah, hayat! Buruk ve tatlı trajedi, mahvıma neden olan göz
kamaştırıcı orospu! Birkaç günlüğüne sigarayı bıraktım. Yeni bir dua tespihi
aldım. Sadaka kutusuna para attım. Acıyordum dünyaya.
Colorado’daki sevgili annem. Canım annem, ne kadar da Bakire Meryem’e
benzer. Sadece on dolarım kalmıştı ama beşini anneme yolladım. Eve
yolladığım ilk para. Benim için dua et sevgili anneciğim. Dualarını üstümden
eksik etme. Karanlık günler bunlar anneciğim. Çirkin bir dünyada yaşıyoruz.
Ama ben değiştim, yeni bir hayata başladım. Seni Tanrı’ya överek saatler
geçiriyorum. Bu zor günlerde yanımda ol, canım anneciğim. Ama acele edip
bu mektubu bitirmek zorundaydım çünkü her akşamüstü kiliseye gidip
kurtarıcımızın önünde diz çöküyor, dua ediyorum. Allahaısmarladık, beni
dualarından eksik etme.
Anneme yazdığım mektubu postalamak üzere otelden çıkıyorum, mektubu
posta kutusuna atıyorum ve tuğla binaların olmadığı Olive sokağını katedip
boş arsadan geçiyorum, binaların olmadığı bir başka sokaktan mecburen
gökdelenlerin bulunduğu caddeye giriyorum. Gökdelenlerin karşı
kaldırımından yürüyorum, hızlı, bazen koşarak. Ve caddenin sonunda dua
ettiğim küçük kiliseme kavuşuyorum.
Bir saat sonra ruh dinginliği ile kiliseden çıkıyor, aynı güzergahtan otele
dönüyorum. Gökdelenlerin önünden koşar adım, boş sokak, arsa ve ahşap
evler boyunca Olive sokağı. Ruhunu yitirmiş biri dünyaya sahip olsa ne
fayda? Ve o küçük şiir: dünyanın bütün hazlarını al, sonsuzlukla çarp,
cennette bir an hepsine bedeldir. Ne kadar doğru? Ne kadar doğru? Bana
doğru yolu gösterdiğin için sana minnettarım kutsal ışık.
Biri pencerenin camını tıklatıyor. Biri asma kaplı evin pencere camını
tıklatıyor. Dönüp pencereyi buldum, bir baş gördüm: beyaz dişler, siyah
saçlar, o bakış, uzun parmaklar. Ne bu içimde kopan fırtına?
Düşüncelerimdeki kopukluğu, hislerimi gerçek kılan bu kan selini nasıl
engelleyebilirim? Ama ben bunu istiyorum! Ölürüm onsuz! Sana geliyorum
penceredeki kadın; beni büyülüyor, zevk ve mutluluktan uçuruyorsun.
Geliyorum işte, çarpık basamaklardan çıkıyorum.
Pişmanlığın yararı var mı ve iyilikten sana ne, depremde ölsen ne olur,
kimin umurunda? Kent merkezine indim. İşte gökdelenler, gelsin deprem,
gömsün beni ve günahlarımı, kim takar? Ne kendime ne de Tanrı’ya faydam
var, ha depremde ölmüşüm ha başka türlü. Nedeni, zamanı, şekli önemli
değildi.
Ve birden bir düş gibi geldi. Çaresizliğimin içinden - bir fikir, ilk sağlam
fikir, hayatımda ilk kez, kanlı canlı, temiz, güçlü, satır satır, sayfa sayfa. Vera
Rivken’e dair bir öykü.
Başladım ve aktı. Düşünerek yazmıyordum ama, tasarlanmamıştı. Kan gibi
fışkırıyordu. Yakalamıştım nihayet. Beni rahat bırakın, uçuyorum zevkten,
çok seviyorum seni Tanrım ve seni Camilla ve seni ve seni. Ne güzel bir
duygu, ne kadar tatlı, sıcak, yumuşak, leziz, sanrılı. Nehir boyunca ve deniz
aşırı, bu sensin bu da ben, büyük dolgun sözcükler, küçük zarif sözcükler,
hey hey hey.
Nefes nefese, delice, biteviye, müthiş bir öykü, saatlerce örseledim tuşları.
Beni kaplayana, iliklerimden akıp gücümü kesene dek, köreltene dek.
Camilla! O Camilla benim olacaktı! Kalkıp otelden çıktım, Bunker Hill’i inip
Columbia Birahanesi’ne girdim.
“Döndün demek!”
Gözlerime perde inmiş, üzerime örümcek ağı serpilmişti sanki. “Neden
dönmeyim?”
Arturo Bandini, Minik Köpek Güldü'nün yazarı, Ernest Dowson’dan bir
miktar intihal ve izdivaç teklif eden bir telgraf. Gözlerinde alay mı var yoksa?
Boşver, önlüğünün altındaki esmer teni hatırla. Bira içip onu seyrettim.
Piyanonun yanındaki adamlarla gülüştüğünde pis pis baktım. Adamlardan
biri elini kalçasına koyduğunda pis pis sırıttım. Meksikalı! Çöp! Elimle işaret
ettim. Canı istediğinde geldi, on beş dakika sonra. İyi davran ona Arturo.
Numara yap.
“Bir şey mi istiyorsun?”
“Nasılsın Camilla?”
“İyiyim herhalde.”
“İşten sonra seninle görüşmek istiyorum.”
“Sözüm var.”
Nezaketle: “İptal edebilir misin, Camilla?”
“Maalesef.”
“Lütfen Camilla. Sadece bu gece. Çok önemli.”
“Yapamam Arturo. Gerçekten.”
“Görüşeceksin benimle,” dedim.
Uzaklaştı. İskemlemi geriye ittim. Parmağımı ona doğrultup bağırdım:
“Görüşeceksin benimle! Seni küstah, birahane yosması!” Elbette görüşecekti
benimle. Çünkü onu bekleyecektim. Çünkü dışarı çıkıp otoparka girdim ve
arabasında oturup bekledim. Çünkü Arturo Bandini ile görüşmeyi reddetmek
haddini aşardı. Çünkü ondan nefret ediyordum.
Sonra otoparka girdi, barmen Sammy ile. Arabadan indiğimi görünce
duraksadı. Elini Sammy’nin koluna koydu, onu engellemeye çalışır gibi.
Fısıldaştılar. Dövüşecektik demek. Güzel. Gel öyleyse korkuluk kılıklı
barmen, bir hareket yap da seni ortadan ikiye kırıvereyim. Yumruklarımı
sıkıp bekledim. Yanıma geldiler. Sammy tek kelime etmedi. Yanımdan geçip
arabaya bindi. Şoför kapısının yanında durdum. Camilla önüne bakarak
kapıyı açtı. Başımı salladım. “Benimle geliyorsun Meksikalı!”
Bileğinden kavradım.
“Bırak beni!” dedi. “Çek pis ellerini üstümden!”
“Benimle geliyorsun!”
Sammy bize doğru eğildi.
“Belki canı istemiyor, arkadaş.”
Camilla’yı sağ elimle tutuyordum. Sol yumruğumu kaldırıp Sammy’nin
yüzüne dayadım. “Bak,” dedim. “Senden hoşlanmıyorum. Çeneni kapat.”
“Aklını başına topla,” dedi. “Bir kadın için değer mi?”
“Benimle gelecek.”
“Seninle gelmeyeceğim!”
Geçmeye çalıştı. Kollarından tutup dans partnerimi fırlatır gibi fırlattım.
Döne döne gitti otoparkta, düşmedi ama. Çığlık atıp üstüme geldi.
Dirseklerinden tutup havaya kaldırdım. Tekmelemeye başladı, bacaklarımı
tekmeliyordu. Bir süre sonra yoruldu, bıraktım. Elbisesini düzeltti, öfkeden
dişleri takırdıyordu.
“Benimle geliyorsun,” dedim.
Sammy arabadan indi.
“Olacak şey değil,” dedi. Camilla’nın koluna girip onu sokağa doğru
götürdü. “Gidelim buradan.”
Gidişlerini izledim. Haklıydı. Bandini, geri zekalı, köpek, pislik, ahmak.
Elimde değildi ama. Arabanın ruhsatını alıp adresine baktım. Yirmi dördüncü
sokakla Almada kavşağına yakındı. Hill sokağına yürüyüp Almada
tramvayına bindim. İlgimi çekiyordu bu. Kişiliğimin yeni bir yüzünü
keşfediyordum. Hayvansı, karanlık, Arturo Bandini’nin henüz inilmemiş
derinliği. Ama birkaç blok sonra heyecanımı yitirdim. Yük vagonlarına yakın
bir yerde tramvaydan indim. Bunker Hill dört kilometre uzaklıktaydı ama
yürüdüm. Otele döndüğümde Camilla Lopez’i bir daha görmemeye karar
verdim. Pişman olacaksın Camilla, küçük ahmak, çünkü ünleneceğim.
Deli gibi çalışıyordum. Sonbahar gelmişti ama fark edilmiyordu. Güneşli
masmavi günler. Arada sırada sis basıyordu. Meyve ile besleniyordum yine.
Japon bana kredi açmıştı, istediğim meyveden alıyordum. Muz, portakal,
armut, erik. Arada sırada kereviz. Bir teneke dolusu tütünüm ve yeni bir
pipom vardı. Kahvem yoktu ama umursamıyordum. Sonra yeni öyküm geldi
bayilere. Çoktan Yitik Tepeler! Ama Minik Köpek Güldü kadar
heyecanlandırmamıştı beni. Hackmuth’un yolladığı nüshaya şöyle bir baktım.
Yine de mutlu olmuştum. Bir gün o kadar çok öyküm yayınlanmış olacaktı ki
hangisinin nerede yayınlandığını bilemeyecektim. “Selam, Bandini! The
Atlantic Monthly’nin son sayısında çıkan öykün harika.” Bandini şaşkın.
“Atlantic'in son sayısında öyküm mü çıkmış? Hay allah.”
Hellfrick, borçlarını asla ödemeyen etobur. İyi günlerimde ona sürekli borç
vermiştim, ama şimdi zor durumdaydım ve trampa etmeye bakıyordu. Eski
bir yağmurluk, bir çift terlik, bir kutu sabun -borcuna karşı bunları
öneriyordu. Reddettim. “Tanrım. Bana para gerek Hellfrick, kullanılmış eşya
değil.” Et düşkünlüğü delilik derecesine varmıştı. Sabahtan akşama kadar
ucuz biftek pişiriyor, duman kapımın altından sızıyordu. Delice et yeme
isteği uyandırıyordu bende. Hellfrick’e gidip, “Hellfrick, bu bifteği benimle
paylaşmaya ne dersin?” diye sordum. Biftek o kadar büyüktü ki tavanın
kenarlarından taşıyordu. Yüzsüzce yalan söyledi Hellfrick. “İki gündür
ağzıma lokma girmedi,” dedi. Ağır hakaretler ettim, hiç saygım kalmamıştı
adama. Acınası koca gözlerini bana dikip o şiş ve kırmızı suratını sallıyordu.
Ama tabağındaki kırıntıları bile ikram etmedi, bir kez bile. Her gün
çalışıyordum. Domuz pirzolası, ızgara biftek, tava biftek, ciğer yahni ve
benzeri et çeşitlerinin çıldırtıcı kokuları ile kıvranarak yazıyordum.
Sonra birden ete duyduğu çılgınca arzu bitti, cin deliliği başladı. İki gün iki
gece boyunca içti. Odada sendeleyerek dolandığını, kendi kendine konuşup
şişeleri tekmelediğini duyabiliyordum. Sonra ortadan kayboldu. Ertesi gün
döndüğünde emeklilik maaşını tüketmiş, hatırlayamadığı bir yerden bir araba
satın almıştı. Otelin arkasına gidip arabasına baktık. Devasa bir Packard, en
az yirmi yaşında. Cenaze arabasından farksızdı. Lastikler kabak, ucuz siyah
boya güneşten kabarmış. Main sokağında biri kaskallamıştı ona arabayı. Beş
parası yoktu ve elinde bir Packard vardı.
“Satın almak ister misin?” diye sordu.
“Aklım başımda henüz.”
Canı sıkkın, akşamdan kalmaydı. Başı çatlıyordu.
O gece odama geldi. Yatağıma oturdu, uzun kolları yere sarkıyordu. Orta-
batıyı özlemişti. Tavşan avından, balık tutmaktan, çocukluğundan söz etti, o
eşsiz günlerden. Sonra ete sardırdı yine. “Şöyle iri, kalın bir bifteğe ne
dersin?” diye sordu. Elinin iki parmağım bitişik açtı. “Bu kalınlıkta. Izgara.
Üstüne bol tereyağ. Hafif yanık. Yer miydin?”
“Bayılırım.”
Ayağa kalktı.
“Gel öyleyse. Gidip alalım.”
“Paran var mı?”
“Para gerekmiyor. Açım.”
Kazağımı kapıp peşinden otelin arkasına gittim. Arabasına bindi. Tereddüt
ettim. “Nereye gidiyoruz, Hellfrick?”
“Gel,” dedi. “Herşeyi bana bırak.”
Yanma oturdum.
“Başımız belaya girmeyecek, değil mi?”
“Bela mı?” diye sırıttı. “Sana bedava biftek bulabileceğimiz bir yer var
diyorum.”
Ayışığında Wilshire üstünden Highland’e, ordan da Cahuenga’ya sürdü.
Birden bir toprak yola saptı. Yüksek okaliptüs ağaçlarının, seyrek çiftlik
evlerinin ve tarlaların olduğu bir yol. Bir kilometre kadar gittikten sonra yol
sona erdi. Farların ışığında tel örgüler ve direkler görünüyordu. Hellfrick
arabayı güçlükle döndürüp kenara çekti. Ön kapıdan çıktı, arka kapıyı açtı,
arka koltuğun altındaki aletleri kurcalamaya başladı.
Arkaya doğru eğilip ne yaptığına baktım.
“Ne yapıyorsun, Hellfrick?”
Doğruldu. Elinde bir kriko vardı.
“Sen burada bekle.”
Tel örgüdeki bir delikten geçip tarlayı katetti. Yüz metre ilerde hayal
meyal bir ahır seçiliyordu ayışığında. O anda anladım nasıl bir halt yemek
üzere olduğunu. Arabadan fırlayıp seslendim. Öfkeli bir şekilde sesimi
kesmemi söyledi. Parmak uçlarına basarak ahırın kapısına doğru gitti.
Küfredip gergin bir şekilde bekledim. Küt diye tok bir ses geldi kulağıma,
sonra da yerde sürünen toynak sesi. Ahırın kapısından Hellfrick çıktı.
Omuzunda onu çökerten koyu bir kütle taşıyordu. Peşinden durmadan
böğüren bir inek geliyordu. Hellfrick koşmaya çalıştı ama omuzundaki koyu
kütle yüzünden koşar adım gidebiliyordu ancak. İnek peşini bırakmıyor,
burnunu sırtına dayıyordu. Hellfrick arkasına dönüp deli gibi birkaç tekme
savurdu. İnek durdu, ahıra doğru baktı ve bir kez daha böğürdü.
“Hellfrick, hayvan herif. Kahrolası pislik!”
“Bana yardım et,” dedi.
Tel örgüyü yükü ile geçebileceği şekilde kaldırdım. Bir buzağı vardı
sırtında, kulaklarının arkasındaki yarıktan kan fışkırıyordu. Gözleri açıktı. Ay
ışığı yansıyordu gözlerinde. Hunharca işlenmiş bir cinayetle karşı
karşıyaydım. Dehşete kapılmıştım. Hellfrick ölü buzağıyı arka koltuğa
fırlattığında midem kalktı. Önce bedeninin, sonra da başının çıkardığı sesi
duydum. Kusmak üzereydim. Bir cinayet işlenmişti.
Yol boyunca Hellfrick pek coşkuluydu, ama direksiyon kana bulanmıştı.
Birkaç kez buzağının kıpırdadığını duyar gibi olmuştum. Başımı ellerimin
arasına alıp annesinin yürek paralayıcı böğürtüsünü, buzağının tatlı yüzünü
unutmaya çalıştım. Çok hızlı sürüyordu Hellfrick. Beverly’de yavaş giden
siyah bir arabayı hızla solladı. Bir ekip otosuydu. Dişlerimi sıkıp başımıza
gelecekleri bekledim ama bizi izlemedi, rahatlayamayacak kadar hastaydım.
Kesin olan tek şey vardı: Hellfrick bir katildi ve onunla işim bitmişti. Bunker
Hill’de sokağımıza saptı ve otelin bitişik duvarındaki park yerine park etti.
Arabadan indi.
“Şimdi sana kasaplık dersi vereceğim.”
“Sen öyle san,” dedim.
Buzağının başını gazete kağıdına sarıp omuzladı, koşar adımlarla holü
geçip odasına girdi. Pis döşemesine gazete kağıtları serdim, buzağıyı yere
indirdi. Kanlı pantolonuna, kanlı gömleğine, kanlı kollarına bakıp gülümsedi.
Zavallı buzağıya baktım. Derisi siyah beyaz benekli, bilekleri son derece
zarifti. Hafif aralanmış ağzından pembe dili çıkmıştı. Gözlerimi kapatıp
Hellfrick’in odasından çıktım ve odama girip kendimi yere attım. Yerde yatıp
titredim, ayışığında bir başına yavrusu için böğüren zavallı ineği düşündüm.
Cinayet! Hellfrick’le yollarımız ayrılmıştı. Borcunu ödemese de olurdu.
Elleri kanlıydı - istemiyordum.
O geceden sonra çok soğuk davrandım Hellfrick’e, odasına hiç girmedim.
Birkaç kez kapımı vurdu ama içeri girmemesi için kapıyı kilitli tutuyordum.
Holde karşılaştığımızda homurdanmakla yetiniyordum. Bana üç dolar borcu
vardı, hiçbir zaman alamadım.
ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Hackmuth’dan iyi haber. Bir başka dergi Çoktan Yitik Tepeler’in
kısaltılmış halini basmak istiyordu. Yüz dolar. Zengindim bir kez daha.
Hataları telafi etme, geçmişi silme zamanı. Anneme beş dolar yolladım.
Ondan bir teşekkür mektubu geldiğinde oturup ağladım. Cevap mektubunu
yazarken yaşlar akıyordu gözlerimden. Beş dolar daha yolladım.
Memnundum kendimden. Bazı iyi vasıflarım vardı. Biyografimin yazarını
artık iyice yaşlanmış tekerlekli iskemledeki annemle konuşurken tahayyül
edebiliyordum: iyi evlattır benim Arturo’m”, iyi baktı bana.
Arturo Bandini, romancı. Geçimini yazarlıktan sağlıyor, öykü yazarak
başlamış. Şu aralar yeni bir kitap yazıyor. Müthiş bir kitap. İlk izlenimler
olağanüstü. Joyce’dan beri görülmemiş bir anlatım. Hergün Hackmuth’un
fotoğrafının karşısına geçip yüksek sesle yazdıklarımı okuyordum. Bir ithaf
yazısı yazabilmek için saatler harcıyordum: J.C.Hackmuth’a, beni keşfettiği
için. J.C.Hackmuth’a, hayranlıkla. Bir dahiye, Hackmuth’un New York’taki
kulübünde Hackmuth’un başına üşüşen eleştirmenleri görebiliyordum. Batı
yakasından yazan şu Bandini adlı çocuk kesinlikle büyük keşiflerinizden biri.
Bir gülümseme beliriyor Hackmuth’un yüzünde, gözleri parlıyor.
Altı hafta, hergün birkaç tatlı saat, üç ya da dört, bazen beş tadına
doyulmaz saat, sayfaların kümelendiği ve bütün diğer arzuların uykuda
olduğu günler. Dünyada gezinen bir hayalet gibi hissediyordum kendimi
bazen, insanlarla konuşup sokaklarda aralarına karıştığımda şefkat dalgaları
akıyordu içimden. Büyük Tanrı, Sevgili Tanrı cömert davranmıştı bana, tatlı
bir dil vermişti, bu yalnız ve yaşlı insanlar beni dinlediklerinde mutlu
olacaklardı. Böyle geçiyordu günler. Rüya gibi, aydınlık günler. Bazen öyle
bir mutluluk dalgası kaplıyordu ki içimi ışıklarımı söndürüp ağlıyordum ve
içimi tuhaf bir ölüm arzusu kaplıyordu.
Böyle yazıyordu romanını Bandini.
Bir gece kapım çalındı, kapıyı açtım ve karşımdaydı.
“Camilla!”
İçeri girip yatağıma oturdu, kolunun altında bir şey vardı, bir tomar kağıt.
Odamı inceledi: demek burada oturuyordum. Oturduğum yeri hep merak
etmişti. Ayağa kalkıp odada dolaşmaya başladı, pencereden dışarı baktı.
Uzun boyluydu Camilla, sıcak siyah saçları vardı ve ben öylece durup onu
seyrettim. İyi de, neden gelmişti? Sorumu hissetmiş olmalıydı, yatağıma
oturup gülümsedi.
“Arturo,” dedi, “neden sürekli kavga ediyoruz?”
Bilmiyordum. Mizaçlarımızın farklı olduğuna dair bir şeyler geveledim
ama başını sallayıp bacak bacak üstüne attı, nefis bacakları aklıma takılıp
kaldı, bacaklarını ellerime almak için müthiş bir istek duydum birden. Her
hareketi, boynunun hafifçe dönüşü, önlüğünün altında kabaran iri göğüsleri,
yatağın üstündeki zarif elleri, bütün bunlar fena halde rahatsız ediyordu beni.
Tatlı ve acı veren bir ağırlık beni uyuşukluğa itiyordu. Ve sesinin tınısı;
zaptedilmiş, müstehzi, kanıma ve kemiklerime işleyen sesi. Son haftalarda ne
kadar huzurlu olduğum geldi aklıma, kendimi aldatmış, kendimi hipnotize
etmiştim sanki, çünkü yaşamak buydu, Camilla’nın siyah gözlerine bakmak,
beni küçümseyişine ümitle ve şeytanca bir zevkle karşılık vermek.
Ziyaretinin altında yatan bir neden vardı. Ne olduğunu öğrendim.
“Sammy’yi hatırlıyor musun?”
“Elbette.”
“Ondan hoşlanmıyorsun.”
“Kötü biri değil bence.”
“İyidir, Arturo. Onu daha iyi tanıma fırsatı bulsan seversin.”
“Mümkün.”
“O senden hoşlanıyor.”
Otoparktaki olaylı geceden sonra bunun doğru olamayacağını düşündüm.
Camilla’nın Sammy ile ilişkisinde bazı şeyler geldi aklıma, iş sırasında ona
küçük gülümseyişleri, onu eve bıraktığımız gece duyduğu endişe.
“Seviyorsun onu, değil mi?”
“Tam da değil.”
Gözlerini yüzümden ayırıp odada gezdirdi.
“Bal gibi seviyorsun.”
O anda nefret ettim ondan çünkü bana çok acı çektirmişti. Dowson’dan
arakladığım sonemi yırtmıştı, telgrafımı birahanede herkese göstermişti. O
gece kumsalda beni aptal yerine koymuştu. Erkekliğimden şüphe ediyordu,
gözlerindeki küçümseme bu şüpheden kaynaklanıyordu. Yüzünü ve
dudaklarını seyrederken ona vurmanın ne büyük bir zevk olacağını
düşündüm, yumruğumu var gücümle burnuna ve dudaklarına indirmenin.
Sammy’den söz etmeye başladı tekrar. Sammy’nin hayatta hiç şansı
olmamıştı. Bir yerlere gelebilirdi ama sağlığı izin vermemişti.
“Nesi var?”
“Verem,” dedi.
“Yazık.”
“Fazla yaşamayacak.”
Umurumda değildi.
“Er ya da geç hepimiz öleceğiz.”
Onu dışarı atmayı düşündüm, buraya o heriften konuşmak için geldiysen
defolup gidebilirsin çünkü ilgilenmiyorum, demeyi. Böyle bir şey söylemek
yüreğime su serpebilırdi. Kendi tarzında harikuladeydi ve ben onu kovduğum
için gitmek zorunda kalacaktı.
“Sammy burda değil artık. Gitti.”
Sammy’nin nereye gittiğini merak ettiğimi sanıyorsa fena halde
yanılıyordu. Ayaklarımı masaya uzatıp bir sigara yaktım.
“Öbür sevgililerin nasıllar?” diye sordum. Ağzımdan çıkıvermişti.
Gülümseyerek yumuşatmaya çalıştım. Dudaklarının uçları ile tepki verdi,
zorlanarak.
“Sevgilim yok benim.”
“Elbette,” dedim biraz kinaye katarak. “Elbette, anlıyorum. Densizliğimi
bağışla.”
Sustu bir süre. Islık çalar gibi yaptım. Sonra konuşlu: “Neden bu kadar
kötüsün?” dedi.
“Kötü mü?” dedim. “Yavrucuğum, ben insanla hayvan arasında fark
gözetmem. Kötülüğün zerresini bulamazsın içimde. Kaldı ki hem kötü hem
de büyük yazar olunamaz.”
Küçümseyerek baktı bana. “Sen büyük yazar mısın?”
“Bak bu seni aşar.”
Alt dudağını ısırdı, iki keskin beyaz dişinin arasına alıp ısırdı ve kapana
yakalanmış bir hayvan gibi kapıya doğru baktı. Sonra yine gülümsedi. “Ben
de seni bunun için görmeye gelmiştim,” dedi.
Kucağındaki zarfları karıştırdı. Kucağında, teninde gezinen parmaklan beni
heyecanlandırmıştı. İki zarf vardı kucağında. Birini açtı. İçinden bir metin
çıkardı. Aldım elinden. Samuel Higgins tarafından yazılmıştı. Başlığı
“Coldwater Gatling” idi ve şöyle başlıyordu: “Coldwater Gatling bela
aramıyordu ama Arizonalı at hırsızlarının ne yapacağı önceden kestirilemez.
O yavrulardan birini gördüğünüzde en iyisi silahınızı kuşanıp siper almaktır.
Coldwater bela aramıyordu ama bela onu buluyordu. Arizona’da Teksas
rangerlerinden hiç haz etmezler, bu yüzden Coldwater “önce ateş et, kimi
öldürdüğüne sonra bakarsın” ilkesi ile hareket ederdi. Erkeklerin erkek
olduğu, kadınların Coldwater gibi erkeklere yemek pişirmekten kaçınmadığı
Teksas’ta böyle yaparlar.”
İlk paragraf buydu.
“Berbat,” dedim.
“Ona yardım et, lütfen.”
Bir yıl ömrü kaldığını söyledi. Los Angeles’i terkedip Santa Ana çölüne
gitmişti. Orda bir barakada yaşıyor, deli gibi yazıyordu. Hayatı boyunca
yazar olmayı düşlemişti. Çok az vakti kalmıştı ve bu dileğini gerçekleştirmek
istiyordu.
“Benim bu işten ne çıkarım olacak?” diye sordum.
“Ama o ölüyor.”
“Kim ölmüyor ki?”
İkinci zarfı açtım. İlkinden farklı değildi, başımı salladım. “İğrenç.”
“Biliyorum,” dedi. “Ama bir şey yapamaz mısın? Sana paranın yarısını
verir.”
“Paraya ihtiyacım yok. Yeterince kazanıyorum.”
Ayağa kalkıp önümde durdu, kollarını boynuma doladı. Yüzünü yüzüme
yaklaştırdı, tatlı nefesi burun deliklerimden girdi. Gözleri öyle iriydiler ki
gözlerinde yüzümü gördüm ve arzudan başım döndü. “Benim için yapar
mısın?”
“Senin için mi?” dedim. “Evet, senin için yaparım.”
Öptü beni. Yardakçı Bandini. Sıcak, şehvetli öpüşler, verilecek hizmet
karşılığı. Yavaşça ittim. “Beni öpmene gerek yok. Elimden geleni
yapacağım.” Ama benim de kendime göre bazı fikirlerim vardı. O aynanın
karşısında dudaklarını boyarken zarfın üstündeki adrese baktım. “Bu
metinlerle ilgili bir mektup yazacağım ona.” Küçümseyici bir gülümseme
belirdi dudaklarında. “Buna hiç gerek yok,” dedi. “Ben gelip alır, kendim
postalarım.”
Böyle demişti. Ama beni kandıramazsın Camilla, çünkü kumsalda
geçirdiğimiz o gecenin anısı o hınzır suratında yazılı ve senden nefret
ediyorum!
“Pekala,” dedim. “Böylesi daha iyi olur herhalde. Yarın gece gel.”
Sırıtıyordu. Yüzüyle, ağzıyla değil, içinden.
“Saat kaçla geleyim!”
“İşin kaçta bitiyor?”
Dönüp çantasını kapattı ve bana baktı. “İşimin kaçta bittiğini biliyorsun,”
dedi.
Ödeşeceğiz, Camilla. Seninle görülecek hesabım var.
“O saatte gel öyleyse,” dedim.
Kapıya yürüdü, elini kapının tokmağına koydu.
“İyi geceler, Arturo.”
“Seninle lobiye kadar geleyim.”
“Saçmalama.”
Kapı kapandı. Odanın ortasında durup ayak seslerini dinledim.
Yüzümün beyazlığını hissedebiliyordum, utancımı. Çıldırmış bir şekilde
parmaklarımı saçıma götürüp inledim. Nefret ediyordum ondan.
Yumruklarımı birbirine vurdum, kollarımı gövdeme dolayıp odanın içinde
dolaşmaya başladım. Onun korkunç anısı ile boğuşuyor, bilincimden atmaya
çalışıyordum.
Ama her işi yapmanın yolu yordamı vardı, çölde inzivaya çekilmiş o hasta
adam da payına düşeni alacaktı. Senin de hesabını göreceğim, Sammy. Seni
parça parça edeceğim, uzun zaman önce ölmüş ve gömülmüş olmadığına
pişman olacaksın. Kalem kılıçtan keskindir Sammy evladım, ama Arturo
Bandini’nin kılıcı daha da keskindir. Sıran geldi, Sammy.
Oturup öykülerini okudum. Her cümle ve paragraf üstüne notlar aldım.
Berbat yazıyordu. İlk deneme; sakar, bulanık, tutarsız ve saçma sapan.
Saatlerce okudum ve sigara içip şeytani bir zevkle ellerimi ovuşturarak
Sammy’nin çabasına güldüm. Canına okuyacaktım! Ayağa fırladım ve gölge
boksu yaparak odada dans etmeye başladım: al Sammy evladım, şunu da al,
bu sol kroşeye ne dersin, ya bu sağ aparküte, sağ, sol, sağ!
Etrafımda döndüm ve Camilla’nın yatağımda bıraktığı izi gördüm,
kalçalarının ve bacaklarının şekli mavi ipek yatak örtüsüne çıkmıştı.
Sammy’yi unuttum ve arzudan delirmiş halde dizlerimin üstüne çöküp
Camilla’nın yatakta bıraktığı izi öpmeye başladım.
“Camilla, seni seviyorum!”
Ve o duyguyu yıpratıp hiçliğe dönüştürdükten sonra kendimden iğrenerek
ayağa kalktım. Korkunç ve karanlık Arturo, aşağılık kara köpek.
Oturup bütün gaddarlığımla Sammy’ye eleştiri mektubumu yazmaya
başladım.
Sevgili Sammy
Küçük orospu bu gece buradaydı; biliyorsun Sammy, şu harikulade
vücutlu, beyinsiz Meksikalı. Kendisi bana senin yazdığını iddia ettiği bazı
metinler getirdi. Ayrıca azrailin yakında seni alacağını da ilave etti. Olağan
koşullarda bunu trajik bir durum olarak nitelerdim. Ancak metinlerinin
içeriğini okuduktan sonra kendimde bütün dünya adına konuşma hakkını
buluyor ve aramızdan ayrılacak olmanın herkes için hayırlı olacağını
söylüyorum. Yazamıyorsun, Sammy. Ölümünden sonra derin bir nefes alacak
olan dünyayı terketmeden önce aptal ruhunu toparlamanı şiddetle öğütlerim.
Bütün samimiyetimle aramızdan ayrılacak olmandan derin bir üzüntü
duyduğumu söylemek isterdim. Ayrıca bu dünyada geçirdiğin günlerin bir
anısı olarak gelecek nesillere benim bırakacağım gibi bir şeyler bırakmanı
da isterdim. Ancak bunun olanaksızlığı bariz olduğundan son günlerini nefret
duygusundan arınmış olarak geçirmeni öğütlerim. Kaderin kötüymüş,
Sammy. Bütün dünya gibi yakında göçecek olmaktan ve bırakacağın
mürekkep lekesine geniş bir perspektiften bakılmayacağını bilmekten
mutluluk duymalısın. Yazdığın edebi gübre yığınını yakmanı ve bundan böyle
mürekkepten ve kalemden uzak durmanı öğütlerken bütün aklı başında ve
medeni insanlar adına konuştuğumu bilmeni isterim. Şayet daktilon varsa
ondan da uzak dur. Fakat herşeye rağmen yazma isteğini kovalamakta
kararlıysan bana metinlerini yollamaya lütfen devam et. Seni en azından
eğlendirici buluyorum. Bilerek değil elbette.
Ve bitmişti, mahvediciydi. Metinleri katlayıp mektubumla birlikte zarfa
koydum, zarfı yapıştırdım, adresi yazdım, pulladım ve arka cebime soktum.
Sonra lobiye çıktım ve köşedeki posta kutusuna yürüdüm. Saat sabahın üçünü
biraz geçiyordu, eşsiz bir sabahtı. Göğün mavisi ile yıldızların beyazlığı
çölün renkleriydiler. Öyle bir sessizlik hakimdi ki bir an için durup tadına
varmadan edemedim. Kirli palmiyelerin tek yaprağı bile kıpırdamıyor, tek ses
duyulmuyordu.
O anda içimde iyilik adına ne varsa yüreğimde titredi; varoluşumun
belirsiz ve derin anlamında umduğum herşey. Burda doğanın büyük kente
kayıtsız suskunluğu vardı; bu sokakların arkasında kentin ölmesini, kenti bir
kez daha ebedi tozla kaplamayı bekleyen çöl vardı. İnsanın varoluşunun
anlamına ve dokunaklı kaderine dair ürkütücü bir algılama duygusuna
kapıldım. Çöl hep ordaydı, insanın ölümünü, medeniyetlerin parlayıp
sönmesini sabırla bekleyen beyaz bir hayvandan farksızdı. İnsanoğlu cesur
göründü gözüme birden, insan olmaktan gurur duydum. Dünyanın bütün
kötülükleri kötülük gibi değil de, kaçınılmaz, iyi ve çöle galip gelmek için
verilen müthiş savaşın parçalarıymış gibi geldi bana.
Güneye, büyük yıldızların bulunduğu yöne baktım. Orda Santa Ana
çölünün bulunduğunu, o çölde büyük yıldızların altında bir kulübede benim
gibi bir insanın yattığını ve çölün onu muhtemelen benden önce yutacağını
biliyordum ve elimde onun bir çabasını, içine sürüklendiği amansız sessizliğe
karşı verdiği savaşın bir ifadesini tutuyordum. Katil ya da barmen ya da
yazar, ne olduğunun önemi yoklu; kaderi hepimizin ortak kaderi, onun sonu
benim sonumdu; ve bu gece, pencereleri kararmış bu kentte onun ve benim
gibi milyonlarca insan vardı; ölmekte olan çimen yaprakları kadar ayırt
edilemez milyonlarca insan. Yaşamak yeterince zor, ölmekse büyük işti. Ve
Sammy yakında ölecekti.
Posta kutusuna başımı yaslayıp Sammy için kederlendim, ve kendini için,
ve bütün yaşayanlar ve ölmüşler için. Bağışla beni, Sammy. Benim gibi bir
aptalı bağışla! Odama dönüp çabası için yazabileceğim en olumlu eleştiriyi
yazmak üç saatimi aldı. Şu yanlış, bu yanlış, diye yazmadım. Kanımca şöyle
olsa daha iyi olur, böyle olsa daha iyi olur, diye yazdım. Saat altıya doğru
uyuya kaldım. Müteşekkir ve mutlu uyudum ama. Muhteşemdim gerçekten!
Yumuşak, nazik, insanla hayvan arasında fark gözetmeyen büyük bir
adamdım.
ON BEŞİNCİ BÖLÜM
Bir hafta boyunca görmedim Camilla’yı. O arada Sammy’den bir mektup
aldım, düzeltmeler için teşekkür ediyordu. Sammy, Camilla’nın gerçek aşkı.
Bana bazı öğütler dc vermişti: küçük Meksikalı ile aram nasıldı? Fena kız
değildi aslında, özellikle ışıkları söndürdüğünde, ama senin sorunun Bandini
ona nasıl davranman gerektiğini bilmemen. Fazlası ile yumuşak
davranıyorsun. Meksikalı kızları bilmezsin. Kendilerine insan gibi
davranılmalarından hazetmezler. Onlara fazla kibar davranırsan seni
çiğnerler.
Romanım üstüne çalışıyor, arada sırada Sammy’nin mektubunu tekrar
okuyordum. Camilla’nın geldiği gece mektubu tekrar okuyordum.
Geceyarısına doğruydu ve kapıyı vurmadan içeri dalmıştı.
“Merhaba,” dedi.
“Merhaba, aptal,” dedim.
“Çalışıyor musun?” diye sordu.
“Belli olmuyor mu?” dedim.
“Kafan mı bozuk?” diye sordu.
“Hayır,” dedim. “Sadece iğreniyorum.”
“Benden mi?”
“Elbette,” dedim. “Şu haline bak.”
Ceketinin altında önlüğü vardı. Buruşuk ve lekeliydi. Çoraplarının biri
sarkmış, dizinde toplanmıştı. Yüzü yorgun görünüyordu, dudak boyası yer
yer silinmişti. Ceketi tozlu ve kirliydi. Ayağında da ucuz topuklu ayakkabılar
vardı.
“Amerikalı olmak için kendini mahvediyorsun,” dedim. “Neden
yapıyorsun bunu? Aynaya bir bak.”
Aynanın karşısına geçip ciddiyetle kendine baktı. “Yorgunum,” dedi. “Bu
gece çok yoğunduk.”
“Sorun şu ayakkabılarda,” dedim. “Ayakların neye alışıksa onları
giymelisin -çarık. Ya yüzüne sürdüğün boyalara ne demeli. Berbat
görünüyorsun - ucuz bir Amerikan takliti. Pasaklı. Ben bir Meksikalı
olsaydım beynini dağıtırdım. Halkının yüz karasısın.”
“Sen kim oluyorsun da benimle bu şekilde konuşuyorsun?” dedi. “En az
senin kadar Amerikalı’yım ben. Asıl sana Amerikalı denemez. Şu tenine bak.
İtalyan’lar gibi esmersin. Esmer bir İtalyansın. Gözlerin de siyah.”
“Kahverengi,” dedim.
“Hiç de değil. Siyah. Saçların da siyah.”
“Kahverengi,” dedim.
Ceketini çıkartıp kendini yatağa bıraktı, dudaklarına bir sigara yerleştirdi.
El yordamıyla kibrit arıyordu. Masamda bir kutu kibrit duruyordu. Kibrit
kutusunu ona uzatmamı bekledi.
“Sakat değilsin,” dedim. “Kendin al.”
Sigarasını yakıp konuşmadan tüttürdü, bakışları tavanda, sigara dumanını
sinirli bir şekilde burun deliklerinden salarak. Dışarda sis vardı. Uzakta bir
siren sesi duyuldu.
“Sammy’yi mi düşünüyorsun?” diye sordum.
“Belki”
“Onu burada düşünmek zorunda değilsin. Gidebilirsin.”
Sigarasını söndürdü. İzmariti iyice bastırıp ezdi. Sözlerinin de etkisi aynı
oldu. “Tanrım, nefret dolusun,” dedi. “Gerçekten çok mutsuz olmalısın.”
“Delisin sen.”
Bir bacağını öbürünün üstüne atarak uzanmıştı. Beyaz önlüğünün bittiği
yerde çoraplarının lastiği ve birkaç santim esmer ten görünüyordu. Saçları
yastığa devrilmiş bir mürekkep şişesi gibi yayılmıştı. Yan yatmış, yastıktan
beni izliyordu. Gülümsedi. Elini kaldırıp parmağını salladı.
“Buraya gel, Arturo,” dedi. Sıcaktı sesi.
Elimi salladım.
“Teşekkür ederim. Rahatım burada.”
Beş dakika kadar ben pencereden dışarı bakarken beni izledi. Ona
dokunabilir, onu kollarıma alabilirdim; evet, Arturo, tek yapman gereken
iskemleden kalkıp yanına uzanmak. Ama kumsaldaki gece vardı, yerdeki
yırtık sone vardı, bir aşk telgrafı vardı ve odayı dolduran kabuslardan
farksızdılar.
“Korkuyor musun?” dedi.
“Senden mi?” diye güldüm.
“Korkuyorsun,” dedi.
“Hayır, korkmuyorum.”
Kollarını açtı, bütün benliği ile bana açılmış gibiydi. Ama bu o gece ne
kadar yumuşak ve dolgun olduğunu düşünüp kendi içime daha da
kapanmama neden oldu.
“Bak,” dedim. “Meşgulüm. Bak.” Daktilonun yanındaki kağıt yığınını
gösterdim.
“Bal gibi korkuyorsun.”
“Neden?”
“Benden.”
“Saçma.”
Sessizlik.
“Bir tuhaflık var sende,” dedi.
“Ne gibi?”
“İbnesin.”
Kalkıp başına dikildim.
“Yalan bu!” dedim.
Yanına uzandım. Küçümseyici tavrıyla beni zorluyordu, beni öpüş şekli,
dudaklarının soğukluğu, gözlerindeki alaycı ifade bir süre sonra kendimi
tahtadanmışım gibi hissetmeme neden oldu. Korku ve şiddetten başka duygu
kalmamıştı içimde ona karşı. Güzelliği benim için çok fazlaydı, benden çok
daha güzeldi, kökleri benim köklerimden çok daha derindeydi. Beni kendime
yabancılaştırıyordu. Sakin geceler ve yüksek okaliptüs ağaçlarıydı o, çöl
yıldızlarıydı, kara parçasıydı, göktü, dışardaki sisti, oysa ben sadece yazar
olma amacı ile bulunuyordum orda, para kazanmak ve ünlenmek gibi saçma
bir nedenle. Benden o kadar daha üstün, o kadar daha dürüsttü ki kendimden
iğrendim, ateşli gözlerine bakamaz oldum. Boynuma doladığı esmer
kollarının, saçımda gezdirdiği uzun parmaklarının bende uyandırdığı
heyecanı bastırmaya çalıştım. Öpmedim onu. O beni öptü, Çoktan Yitik
Tepeler'in yazarını. Sonra bileğimi ellerinin arasına aldı ve dudaklarını
avucuma bastırdı. Elimi göğüslerinin arasına yerleştirdi. Dudaklarını yüzüme
çevirip bekledi. Ve büyük yazar Arturo Bandini renkli imgelemine daldı ve
zekice tasarlanmış cümleleri ile ünlü Arturo alçak sesle, bir kedi yavrusu gibi,
“Merhaba,” dedi.
“Merhaba?” diye karşılık verdi sözcüğü soruya dönüştürerek. “Merhaba?”
Ve güldü. “Ee, nasılsın bakalım?”
Ah şu Arturo! Bal ağızlı Arturo!
“İyiyim,” dedi.
Şimdi ne olacak? Hani tutku, hani arzu? O gittikten sonra deli gibi
arzulayacaktım onu. Fakat buna izin vermemelisin, Arturo! Muhteşem
atalarını anımsa! Onlara layık olmalısın. Ellerinin üstümde gezindiğini
hissettim, engellemek için ellerini tuttum. Bir kez daha öptü beni. Soğuk bir
jambon parçasını öpse daha iyi ederdi.
İtti beni.
“Git,” dedi. “Bırak beni.”
İğreniyordum kendimden. İçim dehşet ve utanç duygusu ile yanıyordu.
Bırakmadım onu, sarıldım, soğuk ağzımı sıcak tenine bastırdım. Benden
kurtulmak için çırpınıyordu ama kollarımla sıkıca sarmış, göstermeye
utandığım yüzümü omuzuna gömmüştüm. Kurtulmak için mücadele ederken
ondaki küçümseme duygusunun nefrete dönüştüğünü hissettim ve ben de
ondan nefret etlim o anda, ve onu arzuladım, onun kara öfkesi arttıkça benim
arzum arttı ve mutlu oldum, coşku ve güç, coşkudan doğan güç, o tadına
doyulmaz duygu, istersem ona sahip olabileceğimi bilmenin memnuniyeti.
İstemedim ama, aşkım bana yeterdi. Arturo Bandini’nin gücü ve coşkusu
başımı döndürmüştü. Bıraktım onu, elimi ağzından çekip yataktan fırladım.
Kalakalmıştı, ağzının kenarlarında tükürük birikmiş, dişleri kenetlenmişti.
Elleri ile saçım çekiyor, içinden gelen çığlığı bastırmaya çalışıyordu ama
önemi yoktu; çığlık atabilirdi, fark etmezdi, çünkü Arturo Bandini ibne
değildi, sapına kadar erkekti; altı erkeğe bedeldi, bunu hissetmişti; has erkek,
has yazar, has aşık; dünyayla barışık, sanatıyla barışık.
Üstünü başını düzeltişini izledim. Ayağa kalktı, nefes nefeseydi, ürkmüştü,
aynaya gidip kendini seyretti. Kendi olduğundan emin olmak istermiş gibi bir
hali vardı.
“Kötüsün,” dedi.
Oturup tırnaklarımdan birini kemirdim.
“Başka bir şey sanmıştım seni,” dedi. “Sertlikten nefret ederim.”
Sertlikmiş: peh. Ne önemi vardı ne düşündüğünün? Asıl mesele
kanıtlanmıştı: ona sahip olabilirdim, ne düşündüğü önemsizdi. Büyük bir
yazar olmakla kalmıyordum, başka bir şeydim de: ondan korkmuyordum
artık: bir erkeğin bir kadının yüzüne bakması gerektiği gibi bakabiliyordum
yüzüne. Tek kelime daha etmeden gitti. Harikulade bir düşteymişim gibi
oturdum, bir özgüven yumağının içinde: dünya çok büyüktü, hakkından
gelebileceğim şeylerle doluydu. Ah, Los Angeles! Yalnız sokaklarının tozu
ve sisi, yalnız değilim artık. Acele etmeyin bu odanın hayaletleri, bekleyin,
bir kez daha yaşanacak. O Camilla çöldeki Sammy’sine kavuşsun, o ucuz
öykülerin yazarına, ama benim tadımı alana dek bekleyin, çünkü cennette bir
Tanrı varsa bir kez daha yaşanacak.
Hatırlamıyorum. Belki bir hafta geçti, belki de iki. Döneceğini biliyordum.
Beklemiyordum. Hayatımı yaşıyordum. Birkaç sayfa yazdım. Birkaç kitap
okudum. Huzurluydum: geri dönecekti. Gece gelecekti. Gündüz
görüşeceğimiz aklımın köşesinden bile geçmezdi. Bir kez olsun gündüz
görüşmemiştik. Ayın doğmasını bekler gibi bekliyordum onu.
Geldi. Bu kez penceremin camına çakıl taşları atıldığını duydum.
Pencereyi sonuna kadar açtım ve tepede duruyordu, önlüğünün üstüne bir
kazak giymişti. Başını kaldırmış bana bakarken ağzı hafif aralıktı.
“Ne yapıyorsun?” diye sordu.
“Hiç. Oturuyorum.”
“Bana kızgın mısın?”
“Hayır. Ya sen?”
Güldü. “Biraz.”
“Neden?”
“Kötüsün.”
Arabası ile gezmeye çıktık. Silahlar hakkında bilgim olup olmadığını
sordu. Yoktu. Main sokağındaki atış poligonuna götürdü beni. Keskin
nişancıydı. Poligonun sahibini tanıyordu, deri ceketli bir gençti. Hiçbir şey
vuramadım, ortadaki büyük hedefi bile. Parayı o ödüyordu, bana sinir olmaya
başlamıştı. O tüfeği koltuğunun altına sıkıştırıp büyük hedefi tam ortasından
vurabiliyordu. Elliye yakın mermi sıktım ve hepsini ıskaladım. Bana tüfeği
nasıl tutmam gerektiğini göstermeye kalktı. Tüfeği elinden kapıp rastgele
sıkmaya başladım. Deri ceketli genç kendini tezgahın altına attı. “Dikkat et!”
diye bağırdı. “Dikkat et!”
Camilla bana sinir olmaktan geçmiş, benden utanmaya başlamıştı.
Cebindeki bahşişlerden bir elli sent çıkardı. “Tekrar dene,” dedi. “Ve bu sefer
ıskalama. Iskalarsan ödemem.” Yanımda para yoktu. Tüfeği tezgahın üstüne
koyup ateş etmeyi reddettim. “Canı cehenneme,” dedim. “Arturo muhallebi
çocuğunun tekidir, Tim,” dedi Camilla. “Tek bildiği şiir yazmaktır.”
Tim sadece silahtan anlayan insanlardan hoşlanıyordu anlaşılan. Bana pis
pis bakmakla yetindi. Seri ateş eden bir Winchester tüfek kaptım, doğrulttum
ve sıkmaya başladım. Yirmi metre uzaktaki hedefte hiçbir kıpırdama olmadı.
Hedefi ortasından vurduğunda zil çalması gerekiyordu. Zil mil çalmadı.
Silahı boşalttım, barut tozunun keskin kokusu genzimi yakmıştı. Tim’le
Camilla muhallebi çocuğuna güldüler. Kaldırımda kalabalık oluşmuştu.
Camilla’nın iğrenme duygusu onlara da geçmişti. Bulaşıcıydı, ben de
iğreniyordum kendimden. Camilla arkasına döndü, kalabalığı fark etti ve
yüzü kızardı. Onu mahcup etmiştim, bana sinir olmuştu. Ağzının kenarından
gitmemiz gerektiğini fısıldadı, kalabalığı yardı ve çabuk adımlarla yürümeye
başladı, iki metre önümde. Hiç acele etmeden onu izledim. Ha, ha, lanet bir
tüfekle nişan almayı bilmemek umurumda mıydı, o haydutların ve
Camilla’nın bana gülmesi umurumda mıydı? O avanakların, pis pis sırıtan
Main sokağı kerizlerinin kaçı Çoktan Yitik Tepeler gibi bir öykü yazabilirdi?
Hiçbiri! Beni diledikleri kadar küçümseyebilirlerdi öyleyse.
Araba bir kafenin önünde duruyordu. Arabaya bindim ama oturmamı
beklemedi. Sırıtarak bana doğru döndü ve ayağını debriyajdan çekti. Önce
koltuğa, sonra da ön cama yapıştım. İki arabanın arasına park etmişti. Önce
öndekine vurdu, sonra da arkadakine. Aptalca davrandığımı ima ediyordu
kendince. Kaldırımdan uzaklaşıp yola çıktığımızda arkama yaslanıp rahat bir
nefes aldım.
“Allaha şükür,” dedim.
“Kes sesini!” dedi.
“Bak,” dedim. “Bu şekilde davranmaya devam edeceksen neden beni
indirmiyorsun? Yürüyebilirim.”
Sözümü bitirmemle gaz pedalını köklemesi bir oldu. Kent merkezinde deli
gibi sürüyordu. Koltuğa yapışıp atlamayı düşündüm. Sonra trafiğin seyrek
olduğu bir semte geldik. Bunker Hill’den dört kilometre uzakta, kentin
batısında, bira fabrikalarının bulunduğu bir semt. Hızını düşürüp kaldırıma
yanaştı. Siyah tel örgü vardı yol boyunca. Tel örgünün arkasına çelik borular
istiflenmişli.
“Neden burada durdun?” diye sordum.
“Yürümek istiyordun,” dedi. “İn ve yürü.”
“Şimdi de canım yürümek istemiyor,”
“İn arabadan,” dedi. “Ciddiyim. Tüfek tutmayı bile bilmiyorsun! Hadi, in!”
Sigara paketimi çıkartıp ona sigara ikram ettim.
“Bu konuyu tekrar konuşalım,” dedim.
Elimdeki sigara paketini tokatladı, paket yere düştü. Küstahça baktı bana.
“Nefret ediyorum senden,” dedi. “Tanrım, nasıl nefret ediyorum senden!”
Yerdeki sigara paketini alırken gece ve terkedilmiş fabrikaların semti
titredi nefreti ile. Anlıyordum. Nefret ettiği Arturo Bandini değildi aslında.
Arturo’nun onun beklentilerine uymamasıydı. Arturo’yu sevmek istiyor ama
sevemiyordu. Sammy gibi olmasını istiyordu: sessiz, suskun, suratsız, keskin
nişancı, onu bir garson olarak kabul edip fazlasını beklemeyen bir barmen.
İndim arabadan. Sırıtıyordum çünkü onu sinirlendireceğini biliyordum.
“İyi geceler,” dedim. “Çok güzel bir gece. Yürümek hoş olacak.” “Oteline
varamayasın,” dedi. “Sabah bir çukurda ölünü bulurlar inşallah!”
“Elimden geleni yaparım,” dedim.
Gazlayıp uzaklaşırken bir hıçkırık yükseldi gırtlağından, acılı bir feryat.
Kesin olan bir şey vardı: Arturo Bandini Camilla Lopez’e iyi gelmiyordu.
ON ALTINCI BÖLÜM
Güzel günler, dopdolu günler, sayfalarca metin; bereketli günler, anlatacak
bir şey, Vera Rivken’in öyküsü, ve sayfalar birikiyordu ve mutluydum.
Harikulade günler, kira ödenmiş, cebimde hâlâ elli dolar, yazmak ve yazmayı
düşünmekten ibaret günler ve geceler: ah, o eşsiz günler, büyüdüğünü
görmek, onun için endişelenmek, kendim, benim kitabım, önemli belki, belki
de ebedi, ama ne olursa olsun benim. Yılmaz savaşçı Arturo Bandini ilk
romanını bitirmek üzere.
Derken bir akşam üstü geldi çattı, ne yapsam acaba, sözcüklerle yıkanmış
ruhum serin, ayaklarım yere sağlam basıyor. Diğerleri ne yapıyorlar acaba,
dünyadaki diğer insanlar ne alemde? Birahaneye gidip oturacağım ve Camilla
Lopez’i seyredeceğim.
Öyle yaptım. Eskisi gibiydi, gözlerimizle birbirimize saldırıyorduk.
Değişmişti ama, incelmişti. Yüzü sağlıksız görünüyordu, dudağı uçuklamıştı.
Kibar gülümsemeler. Bahşiş verdim, teşekkür etti. Müzik dolabına para atıp
sevdiği parçaları çaldım. Artık masalara dans edermiş gibi gitmiyor, bana
eskisi kadar sık bakmıyordu. Sammy’ydi belki de nedeni: Sammy’yi
özlüyordu.
Sordum: “Sammy nasıl?”
Omuz silkti. “İyidir herhalde.”
“Görmüyor musun?”
“Tabii ki görüyorum.”
“İyi görünmüyorsun?”
“İyiyim.”
Kalktım. “Gitmem gerek. Hatırını sormak için uğramıştım.”
“Çok naziksin.”
“Nezaketle ilgisi yok. Neden beni görmeye gelmiyorsun?”
Gülümsedi. “Bir gece gelirim belki.”
Sevgili Camilla, geldin sonunda. Penceremin camına çakıl taşları attın, seni
içeri aldım. Nefesin viski kokuyordu ve sen çakırkeyif daktilomun başına
oturup kıkırdayarak tuşlara basarken seni seyrettim şaşkınlıkla. Sonra sen
bana bakmak için yüzünü kaldırdın ve ay ışığında yüzünü gördüm, alt
dudağındaki şişi, sol gözünün etrafındaki mor halkayı.
“Kim vurdu sana?” diye sordum ve “Trafik kazası,” dedin ve ben “Öbür
arabayı Sammy mi kullanıyordu?” diye sordum ve sen ağladın, sarhoş ve
yüreğin yaralı ve ben arzu endişesi taşımadan sana dokunabildim. Yanına
uzanıp seni kollarıma alabildim ve Sammy’nin senden nefret ettiğini, işten
çıktıktan sonra çöle sürdüğünü ve sabahın üçünde onu uyandırdığın için sana
iki kez vurduğunu anlattın.
Ben, “Neden görüyorsun öyleyse onu?” diye sordum.
“Çünkü ona aşığım,” dedin.
Çantandan küçük bir şişe viski çıkardın ve bitirdik şişeyi; önce sen, sonra
ben. Şişe boşaldığında markete gidip bir şişe daha aldım, bu kez büyük.
Sabaha kadar ağlaşıp içtik ve sarhoşluğumla yüreğimde köpüren şeyleri
söyledim sana, bütün o güzel sözcükler, zekice gülümsemeler, ama sen
başkası için ağlıyordun ve o sözcüklerin tekini bile duymadın, ama ben
duydum onları ve Arturo Bandini yabana atılmazdı o gece çünkü gerçek
aşkına konuşuyordu. Sen değildin o, Vera Rivken de değildi, gerçek aşkıydı
sadece. Ama çok güzel şeyler söyledim o gece, Camilla. Yatağın kenarına diz
çöküp ellerini tuttum ve “Ah, Camilla, yitik kız!” dedim. “Uzun parmaklarını
aç ve yorgun ruhumu geri ver. Ağzınla öp beni çünkü açım Meksika
ekmeğine. Burun deliklerime yitik kentlerin kokusunu üfle ve ellerim
unutulmuş bir güney sahilini andıran beyaz gerdanında ölmeme izin ver. Şu
uykusuz gözlerimdeki özlemi al ve bir güz tarlasında uçuşan kırlangıçları
besle onunla çünkü seni seviyorum, Camilla, ve adın dönmeyen sevgilisi için
son nefesini verirken gülümseyen cesur prensesin adı kadar kutsal.”
Sarhoştum o gece, Camilla, ben yetmiş sekiz sentlik viski sarhoşu sense
viski ve elem. Işıkları söndürdükten sonra bana inatla direnen sol ayakkabım
dışında çıplak olarak yanına yattığımı hatırlıyorum. Seni kollarıma alıp
uyuduğumu. Huzurluydum hıçkırıklarının arasında ama ağzıma damlayan
sıcak gözyaşlarının tuzunu her tattığımda Sammy’yi ve korkunç metinlerini
düşünüp öfkeleniyordum. Sana onun vurması. O aptalın! Noktalama
işaretlerinden bile bihaberdi.
Uyandığımızda sabah olmuştu, ikimizin de midesi bulanıyordu ve şiş
dudakların daha da acayip görünüyorlardı ve mor gözün yeşilimtrak bir renk
almaya başlamıştı. Kalktın, sendeleyerek lavaboya gidip yüzünü yıkadın.
İnlediğini duydum. Giyinişini seyrettim. Gitmeden önce beni alnımdan öptün,
midem daha çok bulandı. Sonra pencereden çıktın ve tepeyi sendeleyerek
çıkışını dinledim; çimin hışırtısını, ince dalların kararsız ayaklarının altında
çıtırdayışını.
Tarih sırasına göre anımsamaya çalışıyorum. Kış, bahar ya da yaz, fark
etmiyordu, aynı geçiyordu günler. Gece vardı allahtan, karanlık vardı, yoksa
bir günün bitip yeni bir günün başladığını fark edemezdim. İki yüz kırk sayfa
yazmış ve sonuna yaklaşmıştım, gerisi durgun suda gezintiydi. Sonra
Hackmuth’a gidecekti, tra la ve işkence başlayacaktı.
İşte o günlerden birinde Camilla ile Terminal Adası’na gittik. İnsan yapımı
bir ada, Catalina’yı işaret eden bir parmak. Toprak ve balıkçılar ve balık
kokusu, Japon çocuklarla dolu kahverengi evler, boydan boya geniş siyah
kaldırımı olan uzun bir kumsal ve sokaklarda futbol oynayan Japon çocuklar.
Camilla asabiydi, fazlaca içmişti, gözlerinde tavuklarda rastlanan o yaşlı
kadın bakışı vardı. Arabayı geniş caddeye park ettik ve elli metre uzaktaki
kumsala yürüdük. Deniz kenarında yengeç kaynayan sivri taşlar vardı.
Yengeçlerin başları beladaydı çünkü martılar peşlerindeydiler. Martılar çığlık
çığlığa aralarında kavga ediyorlar, birbirlerini pençeliyorlardı. Kuma oturup
onları izledik. Camilla martıları çok güzel bulduğunu söyledi.
“Nefret ederim martılardan,” dedim.
“Sen!” dedi. “Sen herşeyden nefret edersin.”
“Bak şunlara,” dedim. “Ne istiyorlar zavallı yengeçlerden. Yengeçlerin
kimseye zararı yok. Neden sürü halinde yengeçleri yağmalıyorlar?”
“Yengeç,” dedi. “Ihh.”
“İğrenç hayvandır martı,” dedim. “Ne bulsa yer, leş yiyicidir.”
“Allahaşkına sus. Herşeyi berbat etmekte üstüne yok. Yediklerinden bana
ne?”
Küçük Japon çocukları caddede futbol maçına başlamışlardı. On iki
yaşından küçüktüler hepsi. İçlerinde iyi bir pasör vardı. Denize sırtımı dönüp
maçı izlemeye koyuldum. İyi pasör takım arkadaşlarından birinin kollarına
çok güzel bir pas attı. İlgilenip ayağa kalktım.
“Denizi seyret,” dedi Camilla. “Güzel şeylere hayranlık duymalısın, yazar
olacaksın bir de.”
“Çocuğun kolu süper, nefis paslar atıyor,” dedim.
Dudağının şişi inmişti ama gözü hâlâ mordu. “Çok gelirdim buraya
eskiden,” dedi. “Hemen hemen her gece.”
“Şu öbür yazarla,” dedim. “Şu muhteşem yazarla, dahi Sammy ile.”
“Severdi burayı.”
“Büyük yazar olduğu kesin. Sol gözüne yazdığı öykü bir baş yapıt.”
“Çenesi düşük değildir hiç olmazsa. Yeri geldiğinde susmasını bilir.”
“Budalanın teki.”
Kapışmak üzereydik. Kaçmaya karar verdim. Kalkıp çocuklara doğru
yürümeye başladım. Nereye gittiğimi sordu. “Oyuna katılacağım,” dedim.
Delirdi. “Onlarla mı?” dedi. “O Japonlar’la mı?” Kumda yürümeye devam
ettim.
“Geçen gece ne olduğunu hatırla.”
“Ne oldu?”
“Eve yürüyerek döndüğünü unuttun mu?”
“Bana uyar,” dedim. “Otobüs daha güvenli.”
Çocuklar oyuna katılmama izin vermediler çünkü taraflar eşitti, ama
hakemlik yapmama razı oldular. Sonra iyi pasörün takımı diğerine fark
yapınca değişiklik yapmaya karar verdiler, ben karşı takıma geçtim. Takım
kaptanı pas atmayı bilip bilmediğimi sordu ve bana oyun kurucu olarak bir
şans tanıdı. Pasım yerini buldu. Ondan sonra bayağı tat aldım oyundan.
Camilla çoktan gitmişti. Hava kararana dek oynadık, az farkla yenildik. Sonra
Los Angeles otobüsüne bindim.
Onu bir daha görmemeye and içmenin yararı yoktu. Bir günden diğerine ne
olacağını bilemiyordum. Terminal Adası’nda beni bırakıp gittiği günden iki
gün sonraki gece var mesela. Sinemaya gitmiştim. Merdivenden inip odama
geldiğimde saat gece yarısını geçmişli. Kapım kilitliydi, üstelik içerden.
Kapının tokmağını çevirirken içerden birinin seslendiğini duydum. “Bir
dakika, Arturo. Benim, Camilla.”
Hayli uzun bir dakikaydı. Olması gerekenin beş katı uzunluğunda. Odanın
içinde dolandığını duyabiliyordum. Dolabın kapısını kapattı, pencereyi açtı.
Bir kez daha kurcaladım kapının tokmağım. Kapıyı açtı ve karşıma dikildi.
Nefes nefeseydi, göğüsleri bir kabarıyor bir iniyordu. Gözleri siyah alevden
noktalardı sanki, yanaklarına kan yürümüştü, çok coşkulu bir hali vardı.
Gördüğüm değişikliğin karşısında bir tür korku duymuştum; hızla açılıp
kapanan kirpikleri, o ani ve ıslak gülüş, köpürmüş tükürüğü ile parlak ve ipe
dizilmiş gibi duran dişleri.
“Hayrola?” dedim.
Kollarını boynuma doladı. Samimi olmayan bir tutku ile öptü beni. Bu
abartılı sevgi gösterisi ile içeri girmemi engelliyordu. Benden bir şey
saklıyor, odaya girişimi engellemeye çalışıyordu. Omuzunun üstenden içeri
baktım. Yataktaki yastıkta başının izi duruyordu. Ceketini iskemleye asmıştı,
komodinin üstü küçük taraklar ve firketelerle doluydu. Bunların önemi yoktu.
Yatağın yan tarafındaki iki küçük kırmızı paspas dışında herşey yerli
yerindeydi. Paspaslar yer değiştirmişlerdi ama, emindim çünkü ben onları her
zamanki yerlerinde seviyordum, sabah yataktan kalkarken ayağımın değdiği
yerde.
Kollarını boynumdan çözdüm ve dolap kapısına doğru baktım. Hemen
sırtını dolabın kapısına dayadı, nefes nefeseydi, kollarını kapıyı korumak
istermiş gibi açmıştı. “Açma, Arturo!” diye yalvardı. “Lütfen!”
“Nedir bütün bunlar?” dedim.
Titredi. Dudaklarım ıslatıp yutkundu, gözlerine yaş dolmuştu, aynı anda
ağlıyor ve gülüyordu. “Bir gün anlatırım sana,” dedi. “Ama şimdi açma o
kapıyı, Arturo. Lütfen açma. Lütfen!”
“Kim var dolapta?”
“Kimse,” dedi nerdeyse bağırarak. “Hiç kimse. Öyle bir şey değil, Arturo.
Lütfen.”
Bana doğru geldi, sendeleyerek, kapıyı korumak için kollarım açmış, beni
kucaklamaya hazır. Hoşuma gitmedi. İçinde bir yer başka bir yere ihanet
ediyor ve ben ne olduğunu bulamıyordum. O dolap kapısının önünde
dururken ben yatağa oturup onu seyrettim. Müstehzi bir mutluluğu gizlemek
için büyük çaba sarfediyordu. Sarhoşluğunu gizlemek zorunda kalan biri
gibiydi ama sözünü ettiğim mutluluğu gizlemek mümkün değildi, ordaydı.
“Sarhoşsun, Camilla. Bu kadar çok içmemelisin.”
Sarhoş olduğunu kabul etmekte o kadar istekli davrandı ki içimde hemen
şüphe uyandı. Karşıma dikilmiş, şımarık bir çocuk gibi başını sallayarak
sözlerimi onaylıyor, cilveli cilveli gülümsüyordu. Kalkıp öptüm onu. Sarhoş
olmasına sarhoştu ama sarhoşluğunun alkolle ilgisi yoktu, nefesi fazlası ile
tatlıydı. Çekip yatağa, yanıma oturttum. Mutluluk akıyordu gözlerinden,
dalga dalga, kollarını boynuma doladı. Parmaklarını saçımda, dudaklarını
alnında gezdirdi.
“Sen o olsaydın keşke,” diye fısıldadı. Çığlık attı birden, duvarları
tırmalayan tiz bir çığlık. “Neden o değilsin! Tanrım, neden?” Beni
yumruklamaya başladı, sağlı sollu yumruklarla başıma vuruyor, Sammy
olmadığım için kadere delice isyan ediyor, bağırıyor, çağırıyor, tırmalıyordu.
Bileklerinden kavrayıp sesini kesmesini söyledim. Kollarını yatağa yapıştırıp
elimle ağzını örttüm. Pırtlamış şiş gözleri ile bana bakarken nefes almaya
çalışıyordu. “Sessiz olacağına söz vermezsen bırakmam,” dedim. Başını
salladı, elimi ağzından çektim. Kapıya gidip ayak sesi var mı diye dinledim.
Yatakta yüzükoyun yatmış ağlıyordu. Parmak uçlarımda dolabın kapısına
doğru gittim. İç güdüsel olarak hissetmiş olmalıydı. Bana doğru döndü. Yüzü
yaşlarla ıslanmış, gözleri ezilmiş üzümler gibi.
“O kapıyı açarsan bağırırım,” dedi. “Durmaksızın bağırırım.”
Hiç işime gelmedi. Omuz silktim. Yüzükoyun yatıp ağlamaya başladı yine.
Bir süre ağlayıp susacak, ben de onu eve yollayacaktım. Öyle olmadı ama.
Yarım saat geçmişti ve hâlâ ağlıyordu. “İstediğin nedir, Camilla?”
“O” dedi. “Gidip onu görmek istiyorum.”
“Bu gece mi?” dedim. “Tanrım, üç yüz kilometre yol var.”
Bin kilometre, bir milyon kilometre de olsa umurunda değildi, o gece onu
görmek istiyordu. Gitmesini söyledim; onun bileceği işti; arabası vardı, beş
saatte varırdı.
“Benimle gelmeni istiyorum,” dedi hıçkırarak. “Benden hoşlanmıyor ama
senden hoşlanıyor.”
“Mümkün değil,” dedim. “Ben yatıyorum.”
Yalvarmaya başladı. Önümde diz çöküp bacaklarıma sarıldı ve bana baktı.
Çok seviyordu onu, benim gibi büyük bir yazar böyle sevmenin ne olduğunu
bilirdi elbette; oraya neden yalnız gidemeyeceğini bal gibi biliyordum; elini
şiş gözüne götürdü. Onunla gidersem Sammy onu kovmazdı. Sammy beni
gördüğüne memnun olacaktı; sonra Sammy ile uzun uzun konuşabilecektim
çünkü yazmakla ilgili ona öğretebileceğim çok şey vardı, bana minnetkâr
kalacaktı, dolayısıyla da ona. Ona baktım ve öne sürdüğü nedenleri
çürütmeye çalıştım. Bir süre sonra dayanamadım, onunla gitmeyi kabul
ettiğimde ikimiz de ağlıyorduk. Ayağa kalkmasına yardım ettim, gözlerini
sildim, saçım düzelttim ve sorumluluk duydum. Sessizce merdivenleri
tırmandık, lobiden geçip arabasını park ettiği sokağa çıktık.
Güney istikametinde yola koyulduk. Bir süre sonra ben geçtim
direksiyona. Şafak sökerken çorak ve ıssız çöle girmiştik; kaktüs, çalılar ve
kayalardan ibaret uçsuz bucaksız bir kara parçası. Sonra anayoldan çıkıp
toprak bir yola saptık. Kanyonların ve derin derelerin olduğu bir yere
geldiğimizde gün ışımış, Mojave çölüne otuz kilometre girmiştik. Sammy
aşağıda bir yerde yaşıyordu, Camilla üç dik tepenin altındaki küçük barakayı
işaret etti. Kumluk bir ovanın sonundaydı. Ova batıya doğru alabildiğine
uzanıyordu.
Yorgunduk ikimiz de, Ford’un sarsıntıları ile sersemlemiştik. Hava çok
soğuktu o saatte. Barakadan iki yüz metre uzakta bir yere park edip taşlık bir
patikadan kapıya vardık. Önden ben yürümüştüm. Kapının önünde durdum.
İçerden horlama sesi geliyordu. Camilla arkamda duruyordu, soğuğa karşı
kollarını kavuşturmuştu. Kapıyı vurdum, karşılık olarak bir homurtu geldi
içerden. Kapıyı bir kez daha vurdum ve Sammy’nin sesini duydum. “Yine
sen geldiysen dişlerini eline vereceğim pis Meksikalı.”
Kapıyı açtı, uykunun inatçı parmaklarına yakalanmış yüzünü gördüm.
Gözleri gri ve uykulu, saçı darmadağındı. “Merhaba, Sammy.” “Oo,” dedi.
“Camilla sanmıştım.”
“O da burada,” dedim.
Camilla geri çekilmiş, barakanın duvarına yaslanmıştı. Ona baktığımda
utancını gizlemek için gülümsedi. Üçümüz de soğuktan titriyorduk,
dişlerimiz takırdıyordu. Sammy kapıyı sonuna kadar açtı. “Sen girebilirsin,”
dedi. “Ama o giremez.”
İçeri girdim. Kirli çamaşır ve hasta uykusu kokuyordu içerisi. Karanlıktı.
Bir çuval parçası ile örtülmüş pencereden zayıf bir ışık sızıyordu.
Engellememe fırsat tanımadan kapıyı kilitledi.
Uzun çamaşır vardı üstünde. Döşeme topraktı, kuru, kumlu ve soğuk.
Penceredeki çuval parçasını çekti, odaya günün ilk ışığı doldu. Ağzımızdan
buhar çıkıyordu. “İçeri al onu, Sammy,” dedim.
“Almam o kaltağı içeri.”
Uzun çamaşırı ile karşıma dikildi, dizleri ve dirsekleri kirden kararmıştı.
Uzun, ince, iskelet gibi adamdı, çöl güneşi ile kavrulmuş, kapkara. Barakanın
köşesindeki sobaya gidip yakmaya girişti. Konuştuğunda sesi değişmiş,
yumuşamıştı. “Geçen hafta bir öykü daha yazdım,” dedi. “Bu seferki iyi oldu
galiba. Okumanı isterim.”
“Elbette,” dedim. “Sammy, allahaşkına. Camilla benim arkadaşım.”
“Peh,” dedi. “Kaçığın teki. Başını belaya sokar.”
“Yine de al onu içeri. Dışarısı çok soğuk.”
Kapıyı açıp başını dışarı çıkardı.”
“Hey, sen!”
Kızın ağladığını duydum, toparlanmaya çalıştı. “Efendim, Sammy.”
“Aptal gibi dikilme orda,” dedi Sammy. “Giriyor musun, girmiyor
musun?”
Sammy sobanın başına giderken Camilla içeri girdi, ürkek bir geyikten
farksızdı.
“Sana bir daha buraya gelmemeni söylediğimi sanıyordum,” dedi Sammy.
“Onu getirdim,” dedi Camilla. “Arturo’yu getirdim. Seninle konuşmak
istedi. Öyle değil mi, Arturo?”
“Evet.”
Bir yabancıdan farkı kalmamıştı Camilla’nın benim için. O savaşçı ruhu, o
muzaffer edası kanın damarlardan akıp gidişi gibi akıp gitmişti. Bir başına
duruyordu, ruhunu ve iradesini yitirmiş bir yaratık gibi, kamburu çıkmış, başı
boynuna ağır geliyormuşçasına eğik.
“Sen,” dedi Sammy ona. “Git biraz odun getir.”
“Ben giderim,” dedim.
“O gitsin,” dedi Sammy. “Yerini biliyor.”
Kapıdan sıvışışını izledim. Çok geçmeden döndü, kolları doluydu.
Odunları sobanın yanındaki kutuya koydu, tek kelime etmeden ateşi
beslemeye başladı, odunları tek tek tutuşturarak. Sammy bir kutunun üstüne
oturmuş çoraplarını giyiyordu. Öykülerinden söz ediyordu, çenesi düşmüştü.
Camilla kasvetli bir şekilde sobanın yanında duruyordu.
“Sen,” dedi Sammy. “Kahve yap.”
Camilla söyleneni yaptı, bize teneke fincanlarda kahve getirdi. Uykudan
yeni uyanmış Sammy heyecanlı ve merak doluydu. Sobanın etrafına oturduk.
Sıcaklık göz kapaklarımı ağırlaştırdı. Camilla etrafta dört dönüyor,
durmaksızın çalışıyordu. Yeri süpürdü, yatağı yaptı, bulaşıkları yıkadı, sağa
sola saçılmış elbiseleri toplayıp astı. Sammy giderek daha samimi ve kişisel
konuşmaya başlamıştı. Yazmanın maddi yönü yazmaktan daha çok
ilgilendiriyordu onu. Şu dergi kaç para ödüyordu, o dergi kaç para ödüyordu,
öykülerin sadece torpille satıldığından emindi. Editörün odasında çalışan bir
kuzenin ya da kardeşin ya da bir ahbabın yoksa zahmet edip öykü yollama.
Fikrini değiştirmeye çalışmak beyhudeydi, denemedim, yazma yetersizliği
karşısında kendini avutmak için bir bahane bulmak zorundaydı.
Camilla bize kahvaltı hazırladı, tabaklarımızı kucağımıza koyup yedik.
Pastırmalı yumurta ve mısır. Sammy hastalara özgü bir iştahla yiyordu.
Kahvaltı bittikten sonra Camilla teneke tabaklan toplayıp yıkadı. Sonra kendi
yedi, uzak bir köşede, çatalının teneke tabakta çıkardığı sesi saymazsak
tamamen sessiz. O uzun sabah boyunca Sammy hiç susmadı. Sammy’nin
yazmak konusunda öğüte ihtiyacı yoktu aslında. O yarı uykulu halimle bana
nasıl yapılacağını ve nelerden kaçınmak gerektiğini anlatışını dinledim. Ama
öyle yorgundum ki. Affını diledim sonunda. Beni dışarı çıkarıp palmiye
dalları ile kaplı bir çardağa götürdü. Hava ısınmıştı, güneş tepedeydi.
Hamağa uzandım ve uyuyakaldım. Aklımda son kalan Camilla’nın siyah su
dolu bir leğende çamaşır yıkayan görüntüsü oldu.
Altı saat sonra Camilla beni uyandırıp saatin iki olduğunu ve dönme
zamanının geldiğini söyledi. Saat yedide Columbia birahanesinde işe
başlamak zorundaydı. Uyuyup uyumadığını sordum. Olumsuz bir şekilde
başını salladı. Istırap ve bitkinlik okunuyordu yüzünde. Hamaktan kalkıp
sıcak çöl havasında durdum. Elbiselerim terden sırılsıklam olmuşlardı, ama
kendimi dinlenmiş ve zinde hissediyordum. “Dahi nerde?” dedim.
Başıyla barakayı işaret etti. Temiz ve kuru çamaşırların asılmış olduğu
çamaşır ipinin altından geçip kapıya gittim. “Sen mi yıkadın bütün bu
çamaşırları?” diye sordum. Gülümsedi. “Zevk duydum.” Horlama sesi
geliyordu barakadan. İçeri bir göz attım. Sammy ranzada uyuyordu, ağzı bir
karış açık, yarı çıplak, kollarını ve bacaklarını açmış. Parmak uçlarıma
basarak geri çekildim. “Fırsat bu fırsat,” dedim. “Gidelim.”
Camilla barakaya girip sessizce Sammy’nin yanına gitti. Kapıdan
Sammy’nin üstüne eğilip yüzünü ve vücudunu izleyişini seyrettim. Sonra
öpmek istermişçesine yüzünü yüzüne yaklaştırdı. Sammy o anda uyandı ve
gözleri buluştu. “Defol buradan,” dedi Sammy.
Camilla döndü ve dışarı çıktı. Los Angeles’e dönüş yolu boyunca tek
kelime etmedik. Beni Alta Loma oteline bıraktığı zaman bile tek kelime
etmedi, müteşekkir olduğunu belirten bir şekilde gülümsedi sadece. Ben de
anladığımı belirten bir şekilde gülümsedim ve gazladı. Hava kararmıştı,
güneşin batışından arda kalan bir pembelik solmaktaydı batıda. Odama
indim; esnedim ve kendimi yatağa attım. Yatarken elbise dolabı geldi birden
aklıma. Kalkıp dolabın kapısını açtım. Herşey yerli yerindeydi, takım
elbiselerim asılı, bavullarım üst rafta. Ama karanlıktı dolabın içi. Bir kibrit
çakıp yere baktım. Köşede yanık bir kibrit çöpü ve öğütülmüş kahveyi
andıran kahverengi bir şeyler vardı. Parmağımı bastırıp tadına baktım.
Biliyordum ne olduğunu: marihuana. Emindim, çünkü Benny bir keresinde
beni uyarmak için göstermişti. Dolaba girmesinin nedeni buydu demek.
Marihuanayı hava sızdırmayan bir mekanda içmek en iyisiydi. Paspasların
neden yer değiştirdiği şimdi açıklığa kavuşuyordu: kapının altındaki aralığı
kapatmak için kullanmıştı onları.
Camilla bir ot kafaydı. Dolabın içini kokladım, burnumu elbiselerime
dayadım. Mısır püskülü kokusu geldi burnuma. Camilla, ot kafa.
Beni ilgilendirmezdi ama Camilla söz konusuydu; beni kandırmıştı,
benimle alay etmişti, başka birini seviyordu, ama öyle güzeldi ve ona o denli
ihtiyacım vardı ki beni ilgilendirdiğine karar verdim. O gece on birde onu
arabasında bekliyordum.
“Ot kafanın tekisin demek,” dedim.
“Sadece arada sırada kullanırım,” dedi. “Yorgun olduğum zaman.”
“Bırakacaksın,” dedim.
“Bağımlı değilim,” dedi.
“Yine de bırak.”
Omuz silkti. “Beni rahatsız etmiyor.”
“Bırakacağına dair söz ver bana.”
Kalbinin üstünde istavros çıkardı. “Bir daha içersem Allah canımı alsın.”
Ama Arturo ile konuşuyordu şimdi, Sammy ile değil. Sözünü
tutmayacağından emindim. Arabayı çalıştırdı ve Broadway’den sekizinci
caddeye saptı, oradan da güney istikametine sürmeye başladı. “Nereye
gidiyoruz?” diye sordum.
“Bekle ve gör.”
Los Angeles’ın zenci mahallesine girdik; gece kulüpleri, terkedilmiş evler,
harap iş yerleri, beyazların caka sattığı yoksul zenci mahallesi. Tabelasında
Kulüp Cuba yazan bir gece kulübünün önünde durduk. Camilla kapıcıyı
tanıyordu, altın düğmeli mavi üniforma giymiş bir dev. “İş,” dedi Camilla.
Adam gülümsedi, yerini alması için birine işaret etti ve arka koltuğa sıçradı.
Rutin bir işmiş gibi gerçekleşmişti herşey, daha önce yapılmış gibi.
Köşeden sapıp iki sokak boyunca sürdü ve bir ara sokağa saptı. Işıklarını
kapattı, karanlıkta dikkatli bir şekilde yol aldı. Sonra bir aralığın önüne
geldik, durup motoru söndürdü. Dev zenci arabadan fırlayıp el fenerini yaktı
ve onu takip etmemizi işaret etti. “Bütün bu olup bitenlerin ne anlama
geldiğini sorabilir miyim?” dedim.
Bir kapıdan girdik. Zenci önden gidiyordu. Camilla’nın elini tutmuştu,
Camilla da benim elimi. Uzun bir koridordan geçtik. Yerde halı yoktu,
döşeme tahtaydı. Ayak seslerimiz ürkmüş kuşlar gibi üst katlara uçup
yankılanıyordu. Üç kal merdiven çıkıp bir koridor daha katettik. Koridorun
sonunda bir kapı vardı. Zenci kapıyı açtı. Zifiri karanlıktı içerisi. Girdik.
Göremediğimiz bir dumanla kaplıydı oda, gözlerim yandı. Güçlükle nefes
alıyor, dumandan boğuluyordum. Sonra zenci el fenerini yaktı.
El fenerinin ışığı odayı taradı, küçük bir odaydı. Bedenlerden geçilmiyordu
oda, zenciler, kadın ve erkek, yirmi kadar, yerde ve bir şiltenin üstünde. El
fenerinin ışığı üstlerine düştükçe gözlerini görebiliyordum, iri, gri ve
istiridyemsi. Yavaş yavaş dumana alışmaya başlamıştım, odanın değişik
yerlerinde küçük kırmızı ışıkların yanıp söndüğünü gördüm. Marihuana
içiyordu hepsi, karanlıkta, sessizce. Keskin koku genzimi yaktı. İri zenci
yatağın üstündekileri tutup patates çuvalı atar gibi sağa sola atıp ve yatağı
boşalttı. El fenerinin ışığında elini şiltenin yarığından içeri sokup bir şeyler
aradığını gördüm. Bir Prince Albert tütün tenekesi çıkardı şiltenin içinden.
Kapıyı açtı ve peşinden gittik. Merdivenlerden indik, geldiğimiz karanlıktan
geçip arabaya ulaştık. Teneke kutuyu Camilla’ya verdi, Camilla da ona iki
dolar verdi. Zenciyi kulübün önüne bıraktıktan sonra tekrar Los Angeles’ın
merkezine döndük.
Nutkum tutulmuştu. Camilla’nın evine gittik, Temple sokağına. Viran bir
binaydı, ahşap, hastalıklı. Binadaki dairelerinden birinde yaşıyordu.
Duvardan açılan bir yatak, bir radyo ve kirli mavi mobilyalar. Yerler halıydı,
toz ve kırıntı kaplıydı, bir köşede çıplak biri gibi yatan bir sinema dergisi
vardı. Bebekler vardı etrafta, deniz kenarındaki panayırlarda geçirilmiş
zevksiz gecelerden yadigar. Bir bisiklet duruyordu bir köşede, havası kaçmış
lastiklerden uzun zamandır kullanılmadığı anlaşılıyordu. Bir başka köşede
misinesi karışıp düğümlenmiş bir olta ve bir başka köşede bir tüfek, tozlu.
Yatağın altında bir beysbol sobası, eşya dolu divanın minderleri arasına
sıkıştırılmış bir İncil. Yatak açıktı ve çarşaflar temiz değildi. Bir duvarda
Blue Boy röprodüksiyonu, karşı duvarda göğü selamlayan Cesur
Kızılderili’nin bir baskısı.
Mutfağa girdim. Lavabodan çöp kokusu geliyordu, ocağın üstünde yağlı
bir tava duruyordu. Buzdolabını açtım, bir şişe süt ve bir paket tereyağından
başka bir şey yoktu. Buzluğun kapısı kapanmıyordu, buna şaşmamıştım.
Yatağın arkasındaki elbise dolabına baktım, çok giysi ve bir o kadar elbise
askısı vardı ama giysilerin hepsi yerdeydi, bir tek şapka asılıydı dolapta,
saçma sapan görünüyordu tek başına.
Böyle bir yerde yaşıyordu demek! Parmaklarımı gezdirdim, kokladım,
gezindim. Tahayyül ettiğim gibiydi. Burasıydı evi. Gözüm kapalı girsem
bilirdim onun evi olduğunu, kokusu sinmişti odaya, onun hummalı ve yitik
mevcudiyeti ümitsiz bir entrikanın bir parçası olarak burayı ifşa ediyordu.
Temple sokağında bir daire, Los Angeles’da bir daire. Tepelere aitti o, çöllere
ve dağlara, her daireyi alt üst etmesi kaçınılmazdı, böylesine küçük, hapis
gibi bir dairede büyük tahribata yol açabilirdi. Böyleydi, böyle
düşünüyordum onun hakkında, böyle tasarlıyordum. Onun eviydi burası,
onun viranesi, parçalanmış düşü.
Ceketini fırlatıp kendini divanın üstüne attı. Sessizce o çirkin halıyı
izleyişini seyrettim. Üstü giysi dolu koltuğa oturup bir süre sırtının ve
kalçalarının kıvrımlarına baktım. O otelin karanlık koridoru, o fesat zenci,
karanlık oda ve ot kafalar ve ondan nefret eden adama aşık kız. Bütün
bunların kumaşı aynıydı, habisti, büyüleyici bir çirkinliğin içinde yitip
gitmekti. Temple sokağında gece yarısı, aramızda bir teneke marihuana.
Öylece yatıyordu divanda, uzun parmakları halıya dökülmüş, beklenti içinde,
huzursuz, yorgun.
“Hiç denedin mi?” diye sordu.
“Denemem,” dedim.
“Bir kereden bir şey çıkmaz.”
“Denemem.”
Doğruldu ve çantasından teneke kutuyu çıkardı. Bir paket de sigara kağıdı.
Bir kağıt çekip otu dizdi, sardı, uçlarını kıvırdı ve bana uzattı. “Denemem,”
dedim ama yine de aldım.
Bir tane de kendine sardı. Sonra kalkıp pencereleri kapattı, yatağın
üstündeki battaniye ile kapının aralığını örttü. Etrafını dikkatle süzdü. Bana
baktı. Gülümsedi. “Herkes farklı biçimde etkilenir,” dedi. “belki de
hüzünleneceksin, ağlayacaksın.”
“Bana bir şey olmaz.”
Kendininkini yaktı, kibritin alevini uzattı. “Bunu yapmamalıyım aslında,”
dedim.
“İçine çek,” dedi. “Tut içinde. Acıyana dek. Sonra bırak.”
“Aklımı kaçırmış olmalıyım,” dedim.
İçime çektim. Tuttum. Uzun, acıyana dek. Sonra bıraktım. Camilla
arkasına yaslanıp aynı şekilde bir duman aldı. “Bazen iki tane içmek gerekir,”
dedi.
“Beni etkilemeyecek,” dedim.
Sonuna kadar içtik tek kağıtlıları. Sonra ben iki tane sardım. İkincisinin
ortasında beni çarptı, yükselmiştim, havada gibiydim, olağanüstü güçlü
hissediyordum kendimi. Bir kahkaha atıp bir nefes daha çektim. Camilla yine
uzanmıştı, yüzünde bir gece önceki soğuk şevksizlik, o küçümseyici tutku.
Ama ben odanın boyutlarından çıkmış, sınırlarımı aşmıştım. Parlak ayların ve
parıldayan yıldızların olduğu bir semada uçuyordum. Görünmezdim. Kendim
değildim, hayır, o vahşice mutlu ve çılgın adam ben olamazdım. Yanımdaki
masanın üstünde bir gece lambası vardı. Elime aldım, baktım ve bıraktım.
Paramparça oldu. Bir kahkaha attım. Camilla gürültüyü duydu, yerdeki
parçalara baktı, bir kahkaha da o attı.
Sonra bir kahkaha daha attı. Kalktım, yanına gittim ve kollarıma aldım.
Kollarım öyle güçlü, öyle arzuluydular ki nefesi kesilmişti.
O soyunurken ben onu seyrettim. Yüzündeki ifadeyi daha önce bir yerde
gördüğümü anımsadım, o itaatkâr ve korkulu ifadeyi, ve bir baraka geldi
gözümün önüne; Sammy’nin ona gidip odun getirmesini emredişi. Herşey er
ya da geç olacağını düşündüğüm gibi gerçekleşti. Kollanma sokuldu ve
gözyaşlarına güldüm.
Patlayan yıldızlara doğru uçma hissi geçip de bedenim kanımı alelade
kanallarında tutmak üzere geri geldiğinde; pis ve iğrenç oda, çıplak tavanın
anlamsızlığı, yılgın ve tükenmiş dünya geri geldiğinde; bir şeyleri yıkmışım,
ırza geçmişim hissine kapıldım. O yatakta yatarken yanında oturdum. Halıya
baktım. Kırdığım lambanın cam parçaları vardı her yerde. Kalkıp odanın
karşı tarafına yürüdüğümde acıyı hissettim, ayağıma batan cam parçalarının
dayanılmaz acısını. Hak ediyordum ama, azdı bile. Ayakkabılarımı giyip
çıktım. Gecenin şaşırtıcı aydınlığına çıktığımda ayak tabanlarım kesikti.
Topallaya topallaya odama yürüdüm. Camilla Lopez’i bir daha
görmeyeceğimi sanıyordum.
ON YEDİNCİ BÖLÜM
Ama büyük olayların arifesindeydim ve paylaşabileceğim biri yoktu. Vera
Rivken’in öyküsünü bitirdiğim gün örneğin; öyküyü bir kez daha okuyup son
haline getirdiğim o harikulade günler, limana girmek üzereyim Hackmuth,
birkaç gün daha sabredersen büyük bir eser okuyacaksın. Sonra öykünün
üstünde yaptığım çalışma da bitti ve yolladım, ve bekleyiş, ümit ediş. Dua
etmeye başladım bir kez daha. Ayinlere gidiyordum. Adak tuttum. Kutsanmış
Bakire’nin kürsüsünde mumlar yaktım. Bir mucize için dua ettim.
Mucize gerçekleşti. Şöyle; penceremde oturmuş pencerenin çerçevesinden
tırmanan bir böceği seyrediyordum. Bir Perşembe öğle sonrasının üç
buçuğuydu. Kapım vuruldu. Kapıyı açtığımda bir haberci çocuk duruyordu
karşımda. İmzalayıp telgrafı teslim aldım, yatağa oturdum. Şarap babamın
yüreğini durdurdu mu yoksa, diye geçirdim içimden. Şöyle yazıyordu
telgrafta: Kitap kabul edildi, sözleşmeyi bugün postalıyorum Hackmuth. Bu
kadar. Telgrafı elimden bıraktım. Öylece oturdum. Sonra dizüstü çöküp
telgrafı öpmeye başladım. Yatağın altına girip uzandım. Güneş ışığına
ihtiyacım yoklu artık. Ne de dünyaya, ne de cennete. Öylece yattım orda.
Ölmeye hazırdım. Başka hiçbir şey olamazdı hayatta bana. Hayatım son
bulmuştu.
Sözleşmeyi uçak postası ile mi yolluyordu? Birkaç saat volta attım odada.
Gazeteleri okudum. Uçak postası fazlası ile riskliydi, güvenilir değildi. Uçak
postasının Allah belasını versin. Her allahın günü uçaklar düşüyor, pilotlar
ölüyordu: hiç güvenilir değildi, bir tür macera, ve nerdeydi benim
sözleşmem? Postaneyi aradım. Sierra’larda uçuş koşulları nasıldı? Güzel.
Düşen uçak yok demek. Benim sözleşmem nerde öyleyse? Saatler süren bir
imza çalışması yaptım. Göbek adımı da kullanmaya karar verdim. Arturo
Dominic Bandini, A.D.Bandini, Arturo D.Bandini, A.Dominic Bandini.
Sözleşme Pazartesi sabahı geldi, özel ulak. Sözleşme ile birlikte beş yüz
dolarlık bir de çek. Tanrım, beş yüz dolar. Emekliye ayrılabilirdim.
Avrupa’da savaş, Hitler’in söylevi, Polonya zor durumda, gündem
böyleydi. Abesle iştigal! Siz savaş yanlıları, Alta Loma Oteli’nin lobisinde
oturan siz yaşlılar, işte haber: havalı hukuk terimleri ile dolu şu sözleşme,
benim kitabım! Hitler’in canı cehenneme, bu Hitler’den daha mühim, bu
benim kitabıma dair. Dünyayı sarsmayacak, kimseyi öldürmeyecek, tek bir
mermi bile sıkmayacak ama siz onu ölünceye kadar unutmayacaksınız, son
nefesinizi verirken kitabımı anımsayacak ve gülümseyeceksiniz. Vera
Rivken’in öyküsü, hayattan bir dilim.
Ama ilgi duymuyorlardı. Avrupa’daki savaş daha çok ilgilendiriyordu
onları. Çizgi filmler, Lourella Parsons, trajik insanlar, yoksul insanlar
çekiyordu ilgilerini. Lobide oturup başımı sallamakla yetindim.
Biri ile paylaşmalıydım ve o Camilla’ydı. Üç hafta olmuştu onu görmeyeli,
Temple sokaktaki marihuana gecesinden beri. Birahanede yoktu ama. Başka
bir kız bakıyordu masalara. Kıza Camilla’yı sordum, bilgi vermedi. Columbia
Birahanesi mezar gibi bir yer olmuştu birden, sır vermiyordu. Şişman
barmene sordum. Camilla iki haftadır yoktu. Kovulmuş muydu? Bilmiyordu.
O da bilgi vermiyordu.
Taksi tutacak param vardı. Yirmi taksi tutup gece gündüz dolaşacak kadar
param vardı. Bir taksi durdurup Camilla’nın Temple sokağındaki evine
gittim. Kapıyı çaldım ama karşılık almadım. Kapıyı denedim. Açıktı. İçerisi
karanlıktı, ışığı açtım. Yatağına uzanmıştı. Yüzü kitap arasına konup
kurutulmuş sarı bir güldü. Gözleri ise o yüzde hayat olduğunun tek belirtisi.
Oda iğrenç kokuyordu. Kapıyı zor açmıştım, altına sıkıştırılmış bezi ayağımla
itmek zorunda kalmıştım. Beni görünce derin bir nefes aldı. Sevinmişti.
“Arturo,” dedi. “Ah, Arturo.”
Ne kitaptan söz ettim, ne de sözleşmeden. Kimin umurundaydı. Lanet bir
roman daha. Gözlerimdeki yanma hissi onaydı, ay ışığında kumsalda koşan
çılgın ve diri bir kızı hatırlamıştı gözlerim, yuvarlak kollarının arasında
tuttuğu bira tepsisi ile dans eden bir kızı. Şimdi öylece uzanmıştı, kırık,
yanında sigara izmaritlerinin taştığı bir fincan. Vazgeçmişti. Ölmek istiyordu.
Bana bakıp, “Umurumda değil,” dedi.
“Yemek yemelisin,” dedim. Yüzü sarı deri gerilmiş bir kafatasından
farksızdı. Yanına oturup parmaklarını tuttum, sırf kemiktiler. Oysa bir
zamanlar ne kadar dolgun ve diriydi. “Karnın aç,” dedim. Ama yemek
istemiyordu. “Olsun, yine de ye,” dedim.
Çıktım ve alışverişe giriştim. Evin birkaç dükkan aşağısındaki küçük
markete girdim. Raflardan bazı bölümler sipariş ettim. Bütün bunlar, ve
bunlar, şu, şu da. Süt, ekmek, meyve suları, meyve, tereyağ, sebze, et,
patates. Taşımak için üç kez gidip gelmek zorunda kalmıştım. Herşeyi
mutfağa dizdikten sonra aldıklarıma bakıp başımı kaşıdım. Hangisinden
başlasaydım?
“Hiçbir şey istemiyorum,” dedi.
Süt. Bir bardak yıkayıp süt doldurdum. Doğruldu. Pembe geceliğinin omuz
kısmı yırtıktı, doğrulurken daha da yırtılmıştı. Burnunu tıkayıp üç yudum içti,
sonra derin bir nefes alıp arkasına yaslandı. Dehşete kapılmıştı, midesi
bulanıyordu.
“Meyve suyu,” dedim. “Üzüm suyu. Tatlıdır, daha güzeldir.” Şişeyi açıp
bir bardak doldurdum, uzattım. Bir dikişte içti, arkasına yaslandı, nefes
nefese kalmıştı. Sonra başını yatağın yan tarafına eğip kustu. Temizledim.
Bütün daireyi süpürdüm. Bulaşıkları yıkayıp lavaboyu ovdum. Yüzünü
yıkadım. Bir koşu aşağı inip taksiye atladım ve ona giyebileceği temiz bir
gecelik bulabilmek için kentin öbür ucuna gittim. Biraz da şekerleme satın
aldım. Birkaç da magazin dergisi. Look, Pic, Sec, Sic, Sac, Whack ve
benzerleri -bir şeyle meşgul olmalı, biraz rahatlamalıydı.
Döndüğümde odanın kapısı kilitliydi. Ne anlama geldiğini biliyordum.
Yumrukladım kapıyı, tekmeledim. Müthiş bir gürültü kopmuştu. Holün
açılan kapılarından başlar uzanıyordu. Alt kattan eski bir bornoz giymiş bir
kadın çıktı yukarı. Ev sahibesiydi. Ev sahibelerini görür görmez tanırım.
Merdivenin başında durdu, yaklaşmaya korkuyordu.
“Ne istiyorsun?” diye sordu..
“Kapı kilitli,” dedim. “İçeri girmeliyim.”
“O kızı rahat bırak,” dedi. “Bilirim senin gibilerini. O zavallı kızı rahat
bırak yoksa polis çağırırım.”
“Ben arkadaşıyım,” dedim.
Camilla’nın isterik kahkahaları geldi içerden, inkar çığlıkları. “O benim
arkadaşım filan değil! Gitsin buradan.” Ve bir kahkaha daha, tiz, korkulu,
kafeste bir kuşun kahkahası gibi. Hol yarı çıplak insanlardan geçilmiyordu.
Atmosfer tekin değildi. Holün sonunda kısa kollu gömlek giymiş iki adam
belirdi. İri olanın ağzında puro vardı. “Atalım şunu dışarı,” dedi. Topukladım,
aksi istikamette yürüyüp pis pis bakan ev sahibesinin yanından geçtim ve
aşağı indim. Sokağa çıkar çıkmaz koşmaya başladım. Broadway’le Temple
kavşağında bir taksi gördüm. Taksiye binip gazlamasını söyledim.
Hayır, karışmaya hakkım yoktu. Ama saçlarının siyahlığını, gözlerinin
derinliğini, onu tanıdığım günlerde yaşadığım heyecanı unutamıyordum. İki
gün uzak durdum, sonra tahammül edemedim: yardım etmek istiyordum,
güneye yollamak, deniz kenarına. Yapabilirdim. Çuval dolusu param vardı.
Sammy geldi aklıma, ama Camilla’ya duyduğu nefret çok derindi. Onu
kentten çıkmaya ikna edebilseydim çok yararı olacaktı. Bir kez daha
denemeye karar verdim.
Öğle üstüydü. Çok sıcaktı, odam kaynıyordu. Sıcak yüzünden böyle bir
karar vermiştim, o yapış yapış can sıkıntısı yüzünden, tozun ve Mojave
çölünden esen sıcak rüzgârın yüzünden. Temple sokağındaki binanın arka
kapısına gittim. İkinci kata çıkan tahta bir merdiven vardı. Böyle sıcak bir
günde cereyan yapsın diye kapısını açık bırakmıştı mutlaka.
Haklıydım. Kapısı açıktı, ama odada yoktu. Eşyaları odanın ortasına
toplanmıştı. Koliler ve içinden elbiseler taşan bavullar. Yatak açıktı,
üstündeki çarşaf alınmıştı. Hayat belirtisi kalmamıştı odada. Burnuma ilaç
kokusu geldi. Odayı ilaçlamışlardı. Basamakları üçer üçer inip ev sahibesinin
kapısını çaldım.
“Sen!” dedi kapıyı açarken. “Sen!” ve yüzüme kapattı. Dışardan
yalvarmaya başladım. “Ben onun arkadaşıyım, yemin ederim,” dedim. “Ona
yardım etmek istiyorum. Bana inanmak zorundasınız.” “Git, yoksa polis
çağırırım.”
“Hastaydı,” dedim. “Yardıma ihtiyacı var. Ona yardım etmek istiyorum.
İnanmalısınız.”
Kapıyı açtı. Kapıda durup gözlerini yüzüme dikti. Orta boyluydu, yüzü
duygusuz, katı. “İçeri gir,” dedi.
Kasvetli bir odaya girdim, süslü ve tuhaf. Biblolar, üstüne ağır fotoğraflar
dizilmiş bir piyano, frapan şallar, lambalar, vazolar. Oturmamı söyledi ama
oturmadım.
“Kız gitti,” dedi. “Aklını yitirmişti. Başka çarem yoklu.” “Nerede? Ne
oldu?”
“Mecbur kaldım. O kadar da iyi bir kızdı ki.”
Polis çağırmak zorunda kalmıştı -bana öyle demişti en azından. Orda
bulunduğum gecenin ertesindeki gece olmuştu her şey. Camilla çıldırmış,
tabakları fırlatmış, eşyaları pencereden aşağı atmış, çığlıklar atarak duvarları
tekmelemiş, eline geçirdiği bir bıçakla perdeleri parçalamıştı. Kadın, polis
çağırmıştı. Polis gelip kapıyı kırmış ve Camilla’yı denetim altına almıştı.
Ama onu götürmeyi reddetmişlerdi. Ambulans gelene dek onu sakinleştirip
beklemişlerdi. Ambülansa götürülürken Camilla karşı koymuş, kıyametleri
koparmıştı. Hepsi buydu. Camilla’nın üç haftalık kira borcu olduğunu ve
daireye zarar verdiğini de ilave etti. Bir rakam çıktı ağzından, hemen ödedim.
Bana makbuz keserken bütün riyakarlığı ile gülümsedi. “Senin iyi bir çocuk
olduğunu anlamıştım,” dedi. “Seni görür görmez, işte iyi bir çocuk, demiştim
kendime. Ama yabancılara güven olmaz bu kentte, bilirsin.”
Tramvaya atlayıp Belediye Hastanesi’ne gittim. Resepsiyondaki hemşire
Camilla Lopez adını verdiğimde listeye baktı. “Burada,” dedi. “Ama ziyaret
edemezsiniz.”
“Durumu nasıl?”
“Bu soruyu yanıtlayamam.”
“Ne zaman ziyaret edebilirim?”
Ziyaret günü çarşambaydı. Dört gün beklemek zorundaydım. Devasa
binadan ve bahçeden çıktım. Bahçede yürürken pencerelere bakıp
durmuştum. Sonra Bunker Hill tramvayına bindim. Dört gün. Tilt ve kumar
makinelerinde zaman öldürerek geçirdim günleri. Şans benden yana değildi.
Çok para kaybettim ama çok da zaman öldürdüm. Salı akşamüstü kent
merkezine gidip Camilla’ya bir şeyler aldım. Portatif bir radyo, gecelik,
şekerleme, yüz kremi filan. Sonra çiçekçi dükkanına girip iki düzine kamelya
sipariş ettim. Çarşamba öğle üstü hastaneye girdiğimde ellerim doluydu.
Kamelyaları gece suya koymayı akıl edemediğim için solmuşlardı.
Hastanenin basamaklarını çıkarken yüzümden ter boşalıyordu. Çillerimin
iyice şiştiklerini hissediyordum, yüzümden fırlayacaklardı sanki.
Resepsiyonda aynı hemşire vardı. Yükümü iskemleye bırakıp Camilla
Lopez’i ziyaret etmeye geldiğimi söyledim. Hemşire listeye baktı. “Camilla
Lopez artık bu hastanede değil,” dedi. “Başka hastaneye nakledilmiş.” Çok
sıcaktı ve çok yorgundum. “Nereye?” dedim. Bana bu bilgiyi verme yetkisi
olmadığını söylediğinde isyan ettim. “Ben onun arkadaşıyım. Ona yardım
etmek istiyorum.”
“Üzgünüm,” dedi hemşire.
“Kimden öğrenebilirim?”
Evet, kimden? Bütün hastaneyi dolaştım, üst kata çıktım, alt kata indim.
Doktorlarla görüştüm, asistanlarla görüştüm, hemşirelerle görüştüm, yardımcı
hemşirelerle görüştüm, lobilerde bekledim, hollerde bekledim, ama kimseden
bir şey öğrenemedim. Hepsi kendi listelerine bakıyor ve aynı şeyi
söylüyorlardı: nakledilmişti. Ama ölmemişti. Hepsi lafı uzatmadan öldüğünü
inkar ediyordu: hayır, ölmedi: başka bir hastaneye nakledildi. Yararı yoktu.
Binadan çıkıp kör edici güneşte tramvay durağına yürüdüm. Tramvaya
binerken hediyeler geldi aklıma. Hastanede unutmuştum, hangi bekleme
odasında kaldıklarını bile hatırlamıyordum. Umurumda değildi. Kederli bir
şekilde Bunker Hill ’e döndüm.
Nakledilmişse başka bir eyalet ya da belediye hastanesinde olmalıydı
çünkü parası yoktu. Benim param vardı. Üç cebim para doluydu, evdeki
pantolonumun ceplerinde de vardı. Paramı toparlayıp onlara verebilirdim ama
yine de söylemeyeceklerdi nerede olduğunu. Para neye yarardı? Hepsini
harcayacaktım nasıl olsa. Ve o holler, eter kokan o holler, alçak sesle
konuşan muamma doktorlar, sessiz ve ketum hemşireler. Bütün bunlar
kafamı karıştırıyordu. Tramvaydan indiğimde düşteydim sanki. Bunker Hill
basamaklarının yarısını çıktım ve bir kapı eşiğine oturup akşam üstünün o
dumanlı ve tozlu pusunda altımda yatan kente baktım. Sıcak bir rüzgâr
esiyordu. Kentin üstüne sisimsi bir bulanıklık yayılmıştı ama sis değildi:
çölden, Santa Ana ve Mojave çöllerinden gelen sıcak hava dalgasıydı. Çölün
soluk beyaz parmakları esir düşmüş yavrusunu geri istiyordu.
Ertesi gün Camilla’ya ne yaptıklarını öğrendim. Kente inip telefon
kulübesinden Del Maria Akıl Hastanesi’nin santralına bağlanmayı başardım.
Santralci kıza yetkili doktorun kim olduğunu sordum. “Doktor Danielson,”
dedi.
“Bürosunu bağlayın lütfen.”
Büroyu bağladı ve başka bir kadın sesi geldi hattan. “Doktor Danielson’un
bürosu.”
“Ben Doktor Jones,” dedim. “Doktor Danielson ile konuşmam gerek. Çok
önemli.”
“Bir dakika lütfen.”
Ve bir erkek sesi. “Buyrun, ben Danielson.”
“Merhaba Doktor,” dedim. “Doktor Jones ben. Edmond Jones, Los
Angeles’dan. Hastalarımızdan biri size nakledilmiş, Bayan Camilla Lopez.
Durumunu öğrenebilir miyim?”
“Kesin bir şey söyleyemeyeceğim,” dedi Danielson. “Müşahade altında.
Doktor Edmond Jones mu demiştiniz?”
Kapattım. Nerede olduğunu öğrenmiştim hiç olmazsa. Ama bunu bilmek
bir şey, onu görmekse başka bir şeydi. Olanaksızdı. Bu işlerden anlayan
insanlara danıştım. Hastanın akrabası olmak ve olduğunu kanıtlamak
zorundaydın. Ziyaret dilekçesi yazıyordun, önce araştırıyorlar sonra izin
veriyorlardı. Hastalara mektup yazamıyordun, hediye gönderemiyordun.
Gitmedim Del Maria’ya. Elimden geleni yapmıştım. Aklını yitirmişti ve onun
için yapabileceğim bir şey kalmamıştı. Ayrıca, Sammy’yi seviyordu.
Günler geçti, kış yağmurları başladı. Ekim sonunda düzeltmem için
kitabımın son provasını yolladılar. Bir araba satın aldım. 1929 model bir
Ford. Üstü açıktı, rüzgâr gibi gidiyordu, yağmurların kesilmesi ile mavi kıyı
şeridi boyunca uzun yolculuklara çıktım. Ventura, Santa Barbara, San
Clemente, San Diego, kaldırımın beyaz çizgisini izleyerek, yıldızların altında,
ayaklarım kontrol panelinde, kafamda yeni kitap planları. Harikulade,
sorgulamaktan çekindiğim huzur dolu günler. Kenti keşfediyordum: gizemli
ara sokaklar buldum, maziden arda kalmış, çürümeye yüz tutmuş eski evler,
yalnız ağaçlar. Gece gündüz Ford’umda yaşıyor, bir tek hamburger ve kahve
molası veriyordum. Hayat böyle yaşanmalıydı, gayesizce dolaşarak, bir mola
ve yola devam, beyaz çizgiyi izle, bir sigara yak ve çölün şaşırtıcı göğünde
anlamları ara boşuna.
Bir gece kendimi Camilla ile o ilk günlerde yüzmeye gittiğimiz Santa
Monica kumsalında buldum. Durdum ve köpüren dalgalan seyrettim, o
gizemli buğuyu. Gecenin sonsuz özgürlüğünü simgelercesine dalgaların
arasında koşan o kızı hatırladım. Ah, o Camilla, o kız!
Kasım ortasında Spring sokağında dolaşıp sahaflarda eski kitapları
karıştırdığın gün vardı bir de. Columbia Birahane’si sadece bir blok
uzaklıktaydı. Eski günlerin hatırına girip bir bira söyledim. Müdavimdim ne
de olsa, etrafıma bakıp eskiden ne kadar güzel bir yer olduğunu anımsamak
isteyebilirdim. Öyle olmadı ama. Kimse beni tanımadı. Ne ağzı sakız dolu
yeni barmen, ne de keman ve piyano ile hâlâ Viyana Ormanlarından
Masallar’ı çalan kadın müzisyenler.
Ama şişman barmen hatırladı beni. Steve ya da Vinnie ya da Vince ya da
adı her ne idiyse. “Çoktandır görünmüyorsun,” dedi. “Camilla ayrıldığından
beri,” dedim.
Dilini şaklattı. “Yazık oldu,” dedi. “İyi kızdı.” Hepsi bu. Bir bira daha
içtim, sonra üçüncüsünü. Dördüncüyü barmen ısmarladı, sonra ben ikimize
ısmarladım. Bir saat kadar bir süre geçmişli. Elini cebine sokup bir gazete
küpürü çıkardı. “Bunu görmüşsündür her halde,” dedi. Aldım elinden. Dört
satırlık bir haberdi.
Del Maria Hastanesi’nden kaçtığı dün akşam tespit edilen yirmi iki
yaşındaki Camilla Lopez polis tarafından aranıyor.
Haber bir haftalıktı. Biramı yarım bırakıp çıktım, tepeyi tırmanıp odamın
yolunu tuttum. İçimde bir ses bana geldiğini söylüyordu. Odama gelmek için
duyduğu dayanılmaz arzuyu hissedebiliyordum. İskemlemi pencerenin
yanına çektim, oturdum, ayaklarımı pencereye uzattım, bir sigara yaktım ve
beklemeye başladım. Geleceğine dair derin bir inanç vardı içimde, benden
başka gidebileceği kimsesi olmadığından emindim. Gelmedi ama. Işıkları
söndürmeden yatağa girdim. Ertesi günü ve geceyi odamda geçirdim,
pencereme çakıl taşlarının atılmasını bekleyerek. Üçüncü gece inancımı
yitirmeye başladım. Hayır, bana gelmeyecekti. Sammy’ye gidecekti, gerçek
aşkına. En son Arturo Bandini gelirdi aklına. Bana göre hava hoştu. Her ne
kadar kendim söylüyorsam da, bir romancı ve öykücüydüm.
Ertesi sabah ödemeli telgraflarının ilkini aldım. Western Union’ın San
Francisco şubesine Rita Gomez adına havale çıkarmamı istiyordu. Telgrafı
Rita diye imzalamıştı ama kimden geldiği aşikârdı. Yirmi dolar yollayıp
güneye, Santa Barbara’ya gelmesini, onu orda bekleyeceğimi yazdım. Cevap
telgrafı: “Kuzeye gitmeyi yeğlerim teşekkürler üzgünüm Rita.”
İkinci telgraf Fresno’dan geldi. Para yollamamı istiyordu, Rita Gomez
adına. İlk telgrafın üstünden henüz iki gün geçmişti. Kent merkezine inip on
beş dolar yolladım. Postahanede uzun süre oturup ne yazabilirim diye
düşündüm ama bir türlü karar veremedim. Sonunda vazgeçip parayı
yollamakla yetindim. Ne yazarsam yazayım Camilla Lopez’i ikna
edemeyecektim. Kesin olan bir şey vardı ama. Otele dönerken and içtim:
bundan böyle para yollamayacaktım. Dikkatli olmak zorundaydım.
Üçüncü telgraf Pazar akşamı geldi. İçeriği aynıydı, bu kez Bakersfield’den
geliyordu. İki saat direndim. Sonra sokaklarda beş parasız dolaştığı geldi
gözümün önüne, yağmurun altında, sırılsıklam. Elli dolar yolladım, üstüne bir
şeyler almasını ve yağmur altında dolaşmamasını yazdım.
ON SEKİZİNCİ BÖLÜM
Üç gece sonra araba gezintisinden döndüğümde otel odamın kapısı içerden
kilitlenmişti. Bunun ne anlama geldiğini biliyordum. Kapıyı çaldım ama
karşılık almadım. Adını seslendim. Holü hızla geçip arka kapıdan çıktım,
tepenin yamacını penceremin hizasına kadar tırmandım. Onu suçüstü
yakalamaktı niyetim. Pencere kapalıydı ve perde örtülmüştü ama perdenin
aralığından odanın içini görebiliyordum. Masanın üstündeki çalışma lambası
yanıyordu, odanın tamamı görünüyordu ama o hiçbir yerde yoktu. Elbise
dolabının kapısı kilitliydi, dolapta olduğundan şüphem yoktu. Pencereyi
zorlayarak açtım ve içeri süzüldüm. Yatak paspasları yerde değillerdi.
Parmak uçlarıma basarak dolabın kapısına gittim. İçerde hareket ettiğini
duyabiliyordum, yere oturmuş olmalıydı. Marihuananın Mısır püskülünü
andıran kokusu geldi burnuma.
Dolap kapısının tokmağına uzandım ama birden onu basma arzusu yok
oldu içimden. Şok beni de onu etkilediği kadar etkileyecekti. Küçük bir
çocukken başıma gelen bir şey geldi aklıma. Böyle bir dolaptı ve annem
dolabın kapısını birden açmıştı. Keşfedilmenin dehşetini hatırladım ve
sessizce dolaptan uzaklaşıp iskemleye oturdum. Beş dakika geçti, odada daha
fazla kalamayacağımı hissettim. Bilmesini istemiyordum. Pencereden çıktım,
kapattım ve otelin arka kapısına gittim. Bir süre oyalandım. Ona yeterince
zaman tanıdığıma kani olduktan sonra sert ve kararlı adımlarla odamın
kapısına yürüyüp içeri daldım.
Yatağa uzanmıştı, incecik bir el gözlerini örtüyordu. “Camilla” dedim.
“Buradasın!” Doğruldu ve çılgın siyah gözlerle bana baktı, boyun damarları
şişmişti. Dudakları ile söyleyecek sözü yoktu. Ama yüzünün korkunç
görünümü, artık fazlası ile beyaz ve iri dişleri, ürkek gülümsemesi günlerini
ve gecelerini saran dehşeti haykırıyordu zaten. Yatağa doğru yürüdüğümde
bacaklarını karnına çekip korkulu bir pozisyon aldı, ona vuracağımı sanmıştı.
“Telaşlanma,” dedim. “Herşey yoluna girecek. Çok iyi görünüyorsun.”
“Para için teşekkürler,” dedi. Sesi aynıydı, derin ama genizden. Yeni
giysiler almıştı kendine. Ucuz ama gösterişli şeyler: parlak sarı, sentetik
ipekten bir elbise, siyah kadife bir kemer, mavi sarı ayakkabılar, konçları
yeşil kırmızı diz altı çorap. Tırnakları manikürlüydü, kan renginde,
bileklerinde yeşil sarı boncuklardan yapılmış bilezikler vardı. Kül sarısı yüzü
ve boynu bütün bu renklere tezattı. Oysa bir zamanlar beyaz garson önlüğü
ona ne kadar yakışırdı. Hiçbir şey sormadım. Bilmek istediğim herşey kederli
yüzünde elem verici cümlelerle yazılıydı. Delilik gibi görünmüyordu bana.
Korku gibiydi, uyuşturucunun etkisi ile irileşmiş aç gözleri korku
haykırıyorlardı.
Los Angeles’dan uzaklaşması gerekti. Dinlenmeye ihtiyacı vardı, iyi
beslenmeye, iyi uyumaya, bol bol süt içip uzun yürüyüşlere çıkmaya. Birden
fikirler çakmaya başladı beynimde. Laguna Beach! Tam ona göreydi, mevsim
kış olduğu için ucuza bir ev tutabilirdik. Onunla ilgilenirken bir yandan da
yeni kitabıma başlardım. Yeni kitabı kafamda tasarlamıştım. Evli olmamız
gerekmiyordu, kardeş olduğumuzu söylerdik, benim için sakıncası yoktu.
Yüzerdik, Balboa sahili boyunca uzun yürüyüşlere çıkardık. Sis bastırdığında
şöminenin karşısına otururduk. Rüzgâr denizden kükrerken kalın
battaniyelerimizin altına girip uyurduk. Fikrin özü buydu: ama süsledim,
masalsı sözcüklerle kulaklarına akıttım. Yüzü aydınlandı ve ağladı.
“Ve bir köpek!” dedim. “Yavru bir köpek alacağım sana. Adını da
Willie koyarız.”
Ellerini çırptı. “Willie!” dedi. “Gel, Willie, hadi Willie!”
“Ve bir kedi” dedim. “Bir Siyam kedisi. Onun adını da Chang koyarız.
Altın gözlü iri bir kedi.”
Titredi ve ellerini yüzüne götürdü. “Hayır,” dedi. “Nefret ederim
kedilerden.”
“Peki. Kedi yok. Bende sevmem kedileri.”
Düşlüyordu herşeyi. Çizdiğim resmi kendi fırçası ile tamamlıyor, gözleri
mutluluktan cam gibi parlıyordu. “Bir de at,” dedi. “Sen çok para kazanınca
ikimize de birer at satın alırız.”
“Milyonlar kazanacağım,” dedim.
Soyunup yatağa girdim. Kötü uyuyor, aniden sıçrayıp uyanıyor, inliyor,
sayıklıyordu. Bir ara doğruldu, ışığı yaktı ve bir sigara içti. Ben gözlerimi
açmadım, uyumaya çalışıyordum. Sonra kalktı, bornozumu giydi ve masanın
üstünden çantasını aldı. Beyaz, kumaştan bir çantaydı, içi tıka basa dolu.
Terliklerimi holde sürüyüp banyoya gittiğini duydum. On dakika kadar kaldı
banyoda. Döndüğünde huzura ermiş gibiydi. Beni uykuda sanıyordu,
şakağımdan öptü. Marihuananın kokusu geldi burnuma. Gecenin kalan
kısmında derin uyudu, yüzü son derece huzurlu.
Sabah sekizde pencereden çıkıp tepeyi indik, Ford’umu park ettiğim otelin
arka tarafına gittik. Camilla berbat görünüyordu, yüzü buruk ve uykusuzdu.
Kentin içinden Crenshaw’a, oradan da Long Beach Bulvarına sürdüm. Başını
önüne eğmiş, kaşlarını çatmıştı. Serin sabah rüzgârı saçlarım tarıyordu.
Maywood’da yol kenarındaki bir kafede kahvaltı molası verdim. Ben sosisli
yumurta, meyve suyu ve kahve söyledim. O kahve dışında hiçbir şey
istemedi. Kahveden bir yudum alıp sigara yaktı. Çantasını karıştırmak
istiyordum çünkü içinde marihuana olduğunu biliyordum, ama can simidine
sarılır gibi sarılmıştı çantaya. Birer kahve daha içip yola koyulduk. Kendini
biraz daha iyi hissediyordu ama hâlâ kasvetliydi. Ben konuşmuyordum.
Long Beach’in üç kilometre dışında bir köpek çiftliğine rastgeldik. Çiftliğe
girdim, arabadan indik. Palmiye ve okaliptüs ağaçları ile kaplı bir
bahçedeydik. Her yönden bir düzine kadar köpek bize doğru koşmaya
başladı, sevinçli bir şekilde havlayarak. Köpekler Camilla’yı sevmişler, onun
bir dost olduğunu hemen hissetmişlerdi. Camilla o sabah ilk kez gülümsedi.
İskoç çoban köpekleri, polis köpekleri ve teriyerler vardı. Camilla diz çöküp
hepsini kucakladı, köpekler küçük sevinç çığlıkları atıp iri pembe dilleri ile
ellerini yaladılar. Camilla teriyerlerden birini kucağına alıp bebek sallar gibi
salladı, şefkat sözcükleri mırıldanarak. Yüzü aydınlanmış, yüzüne renk
gelmişti. Eski yüzüydü sanki.
Çiftlik sahibi arka balkondan çıkıp bize doğru yürüdü. Kısa beyaz sakallı,
yaşlıca biriydi. Topallıyor, baston kullanıyordu. Köpekler benimle hiç
ilgilenmemişler, yanıma gelip ayakkabılarımı ve bacaklarımı kokladıktan
sonra benden hoşlanmadıklarını ima edermişcesine uzaklaşmışlardı. Asıl
neden benden hoşlanmamaları değildi; sevgisini müsrifçe dağıtıp tuhaf bir
köpek dili konuşan Camilla’yı yeğlemişlerdi. İhtiyara bir yavru almak
istediğimizi söyledim, ne cins istediğimizi sordu. Tercih Camilla’nındı ama
bir türlü karar veremiyordu. Birkaç yavru gördük. El kadardılar, insanda
dayanılmaz bir şefkat duygusu uyandırıyorlardı. Sonunda istediği köpeği
buldu, kar gibi bir çoban köpeği. Altı haftalık bile değildi, öyle şişkoydu ki
zor yürüyordu. Camilla onu yere bıraktı, yavru sendeledi, birkaç adım
yürüdü, oturdu ve uyuya kaldı. Camilla hepsinden çok o yavruyu istedi.
İhtiyar, “Yirmi beş dolar,” dediğinde yutkundum ama onu aldık. Saf beyaz
annesi bizi arabaya kadar izledi, onu özenle büyütün demek ister gibi
havlıyordu. Uzaklaşırken omuzumun üstünden arkama baktım. Anne
harikulade kulaklarını dikmiş çiftlik kapısının önünde oturuyordu. Başını
hafifçe yana eğmiş gidişimizi izliyordu.
“Willie,” dedim. “Adım Willie.”
Yavru Camilla’nın kucağındaydı, tuhaf sesler çıkarıyordu.
“Hayır,” dedi Camilla. “Adı Pamuk Prenses.”
“Bu kız ismi,” dedim.
“Olsun. Benim için fark etmez.”
Yol kenarına çektim. “Benim için fark eder,” dedim. “Ya ona başka bir ad
bulursun ya da gider.”
“Peki,” dedi. “Willie.”
Kendimi daha iyi hissetmiştim. Kapışmamıştık. Willie iyi gelmişti
Camilla’ya. Daha uysal, mantıklı olmaya daha istekli görünüyordu.
Huzursuzluğu gitmiş, ağzının çizgisi yumuşamıştı. Willie Camilla’nın
kucağında derin uykudaydı ama bir yandan da Camilla’nın serçe parmağını
emiyordu.
Long Beach’in güneyinde bir markette durup bir biberonla bir şişe süt satın
aldık. Camilla biberonu Willie’nin ağzına dayar dayamaz Willie gözlerini
açtı. Çılgın gibi emiyordu. Camilla kollarını havaya kaldırdı, parmaklarını
saçında gezdirip memnuniyetle gülümsedi. Çok mutluydu.
O harikulade beyaz çizgiyi izleyip güneye indik. Ağır sürüyordum.
Yumuşak bir gündü. Gök deniz gibi, deniz gök gibi. Solumuzda altın tepeler.
Tek kelime edilmeyecek bir gündü, ağaçları, kum tepeciklerini, yol boyunca
dizilmiş beyaz kayaları izlemek yetiyordu. Camilla’nın toprağı, Camilla’nın
yurdu, çöl ve deniz, uçsuz bucaksız gök ve kuzeyde geceden kalma ay.
Öğleye doğru Laguna’ya vardık. İki saat kadar emlakçılara girip çıktıktan
ve evleri gördükten sonra aradığımız evi buldum. Camilla nerede olsa kalırdı
aslında. Willie aklını başından almıştı. Nerede kaldığı umurunda değildi,
Willie olsun yeter ki. Beğendiğim ev sahilden elli metre içerde, beyaz çitle
çevrilmiş bir evdi. Arka bahçesi beyaz kumdan bir yatak. Zevkli döşenmişti,
perdelerin renkleri canlıydı. En sevdiğim yanı üst kattaki odasıydı. Denize
bakıyordu. Daktilomu pencerenin önüne yerleştirip yeni kitabımı yazacaktım.
Pencereden şöyle bir bakmak insanı coşturmaya yeterdi. Odaya baktıkça
sabırsızlanıyor, cümlelerin peş peşe dizildiklerini görebiliyordum.
Aşağı indiğimde Camilla, Willie’yi sahilde gezdirmeye çıkmıştı. Arka
kapıya çıkıp onları izledim. Camilla eğilip ellerini çırptı ve koşmaya başladı.
Willie sendeleyerek peşinden gitti. Willie’yi iyi seçemiyordum, öyle minik,
kumun rengine öyle uyumluydu ki. İçeri girdim, mutfak masasının üstünde
Camilla’nın çantası duruyordu. Çantayı açıp içindekileri masaya boşalttım.
İki teneke kutu marihuana düştü masaya. Marihuanayı klozete döküp kutuları
çöpe attım.
Sonra dışarı çıkıp balkonun basamaklarına oturdum, Camilla ile Willie’nin
kızgın güneşin altında eve doğru gelişlerini izledim. Saat ikiye geliyordu. Los
Angeles’a dönmek zorundaydım. Eşyalarımı toplayıp otelden ayrılacaktım.
Beş saatimi alırdı. Camilla’ya yiyecek ve diğer gereksinimler için para
bıraktım. Ayrıldığımda sırt üstü yatmış, yüzünü güneşe vermişti. Willie
karnına kıvrılmış uyuyordu. Hoşça kal, diye bağırdım, debriyajı saldım ve
yola çıktım.
Daktilomu, kitaplarımı ve bavullarımı yüklemiş dönerken lastiğim patladı.
Hava çabuk karardı. Sayfiye evinin önüne çektiğimde saat dokuza geliyordu.
Anahtarımla ön kapıyı açıp seslendim. Cevap alamadım. Bütün ışıkları açıp
her odaya, her dolaba baktım. Gitmişti. Willie’yi alıp gitmişti. Eşyalarımı eve
taşıdım. Köpeği gezdirmeye çıkmış olabilirdi. Ama kendimi kandırıyordum.
Gitmişti. Geceyarısı olduğunda döneceğine dair ümidimi yitirmeye başladım.
Saat birde emindim dönmeyeceğinden. Bir not, bir açıklama aradım. Tek iz
bile yoktu. Sanki o eve ayak basmamıştı.
Kalmaya karar verdim. Bir aylık kirayı peşin ödemiştim ve üst kattaki
odayı denemek istiyordum. O gece orda uyudum ama ertesi sabah evden
nefret ettim. Camilla ile ev bir düşün parçasıydı, oysa onsuz sadece bir ev.
Eşyalarımı arabaya yükleyip Los Angeles yolunu tuttum. Otele vardığımda
odamın tutulduğunu öğrendim. Her şey ters gidiyordu. Giriş katında bir oda
tuttum ama memnun kalmadım. Yeni oda tuhaf ve soğuktu, tek anım bile
yoktu odada. Pencereden baktığımda zemin beş kat aşağıdaydı. Pencereden
çıkmalara, camımı tıklatan çakıl taşlarına paydos. Daktilomu önce bir yere
yerleştirdim, sonra başka bir yere. Olmuyordu. Bir şeyler yolunda
gitmiyordu, hiçbir şey yolunda gitmiyordu.
Çıkıp sokaklarda gezinmeye başladım. Tanrım, başladığım yere dönmüş
sokakları arşınlıyordum yine. Etrafımdaki yüzlere baktım. Yüzümün onların
yüzlerinden farklı olmadığını biliyordum. Kanı çekilmiş, gergin, endişeli,
yitik yüzler. Köklerinden koparılıp güzel bir vazoya yerleştirilmiş çiçeklerden
farksız yüzler. Bir an önce kentten çıkmalıydım.
ON DOKUZUNCU BÖLÜM
Bir hafta sonra kitabım çıktı. Bir süre için keyifliydi. Büyük kitapçılara
girip binlerce kitabın arasında kitabımı görebiliyordum, benim kitabım,
benim adım, hayatta olma nedenim. Ama Minik Köpek Güldü Hackmuth’un
dergisinde çıktığında duyduğum memnuniyeti duyamadım.
Bir süre sonra heyecanım tamamen geçti. Camilla’dan hiç haber
alamamıştım, telgraf çekmemişti. Ayrılırken on beş dolar bırakmıştım. En
fazla on gün dayanırdı. Parası bitince telgraf çeker diye hissediyordum.
Camilla ile Willie -ne gelmişti başlarına?
Derken Sammy’den bir posta kartı:
Sevgili Bay Bandini: şu Meksikalı kız burada ve onun hakkında ne
hissettiğimi biliyorsun. Kız sevgilinse gel onu al çünkü burada olmasına
tahammülüm yok. Sammy.
Kart iki gün önce yazılmıştı. Depoyu doldurdum, kitabımın bir nüshasını
ön koltuğa attım ve Sammy’nin Mojave çölündeki barakasına doğru yola
çıktım.
Vardığımda gece yarısını geçmişti. Barakanın penceresinde ışık vardı.
Kapıyı çaldım, açtı. Konuşmadan önce içeri baktım. Sammy gidip yağ
lambasının yanındaki iskemleye oturdu, ucuz kovboy dergilerinden birini alıp
kaldığı yerden okumaya devam etti. Tek kelime etmemişti. Camilla
görünürde yoktu.
“Camilla nerede?” diye sordum.
“Bilmiyorum. Gitti.”
“Yani onu kovdun.”
“Burada kalmasına izin veremezdim. Hasta bir adamım ben.”
“Nereye gitti?”
Parmağı ile güneydoğu istikametini işaret etti.
“Şu tarafa.”
“Çöle mi?”
Başını salladı. “Yavru ile,” dedi. “Minicik bir köpek. Çok şirin.”
“Ne zaman gitti?”
“Pazar akşamı,” dedi.
“Pazar!” dedim. “Sen ne diyorsun be adam! Üç gün geçti! Yiyecek bir
şeyler aldı mı yanına?”
“Süt,” dedi. “Köpek için bir şişe süt.”
Dışarı çıkıp güneydoğu istikametine baktım. Hava soğuk, ay tepedeydi.
Göğün mavi kubbesinde yıldızlar kümelenmişti. Batı, doğu, güney, her taraf
çalılar, kasvet verici cılız ağaçlar, bodur tepelerle kaplıydı. Hızla barakaya
girdim. “Dışarı çık ve bana ne tarafa gittiğini göster,” dedim. Elindeki dergiyi
bırakıp güneydoğuyu işaret etti. “Bu tarafa,” dedi.
Dergiyi elinden çekip aldım, ensesinden tutup ite kaka dışarı çıkardım.
Zayıf ve hafifti, dengesini bulana kadar sendeledi. “Göster,” dedim. Açıklığın
kenarına gittik. Hasta olduğuna, onu itip kakmaya hakim olmadığına dair bir
şeyler mırıldandı. Orada durup gömleğini kemerinden içeri soktu. “Onu son
gördüğünde nerede olduğunu göster bana,” dedim. İşaret etti.
“Şuradaki bayırdaydı.”
Onu orda bırakıp beş yüz metre ötedeki bayırın tepesine çıktım. Hava öyle
soğuktu ki ceketimi kaldırıp boynumu örttüm. Ayağımın altındaki toprak
siyah kumdan ve çakıldan ibaretti, tarih öncesi bir denizin tabanı. Bayırın
ötesinde başka bayırlar vardı, yüzlercesi sonsuzluğa doğru uzanıyordu.
Kumlu toprakta tek bir iz bile yoklu. O iğrenç kumlu toprakta güçlükle
yürümeyi sürdürdüm.
Üç kilometre kadar yürüdükten sonra beyaz, yuvarlak bir kayaya oturup
dinlendim. Terliyordum, oysa zehir gibi soğuktu. Ay kuzeye doğru iniyordu.
Saat üçü geçiyor olmalıydı. Ağır adımlarla durmaksızın yürümüştüm ama
bayırların ve tepeciklerin sonu gelmiyordu. Bitki örtüsü kaktüs, çalı ve
adlarını bilmediğim çirkin bitkilerden ibaretti.
Bölgenin yol haritalarını hatırladım. Bulunduğum yerle çölün öbür ucu
arasında ne yol vardı, ne kasaba, ne de insan, yüz elli kilometrelik çorak arazi
sadece. Kalktım ve yürümeye devam ettim. Soğuktan her tarafım uyuşmuştu,
yine de ter fışkırıyordu vücudumdan. Batı tarafı aydınlandı önce, pembeye
dönüştü, sonra kırmızıya. Siyah tepelerin arkasından ateşten koca bir top
yükseldi. Bütün bu yalnızlığın içinde mükemmel bir kayıtsızlık vardı,
gecenin ve yeni bir günün kaygısızlığı, ama o tepelerin mahremiyeti, sessiz
tesellisi, ölümü sıradanlaştırıyordu. Ölebilirdin ama çöl ölümümün sırrını
ebediyen saklayacaktı. Senden sonra da var olacak, hatıranı yıllanmış
rüzgârlarla, sıcakla ve soğukla örtecekti.
Yararı yoktu. Nasıl arayabilirdim ki onu? Ayrıca neden? Onu, mahvına
sebep olan bu acımasız dünyaya geri getirmek neye yarayacaktı? Şafak
sökerken yüreğim kan ağlayarak dönüş yürüyüşüne başladım. Camilla
tepelere aitti artık. Tepeler saklasın onu! Tepelerin mahrem yalnızlığına
dönsün! Taşlarla ve gökle yaşasın, rüzgâr uçursun saçlarını sonuna dek. Bırak
o yolda gitsin.
Açıklığa ulaştığımda güneş yükselmiş, hava ısınmıştı. Sammy barakanın
kapısındaydı. “Bulabildin mi?” diye sordu.
Cevap vermedim. Yorgundum. Bir an için bana baktı, sonra içeri girip
kapıyı kilitledi. Patikayı yürüyüp Ford’a gittim. Koltukta kitabım duruyordu,
ilk kitabım. Kalem buldum, ilk sayfayı açtım ve şöyle yazdım:
Camilla ’ya sevgi ile, Arturo
Kitabı güneydoğu istikametinde iki yüz metre kadar taşıdım, sonra var
gücümle Camilla’nın gittiği yöne fırlattım. Sonra arabaya bindim, çalıştırdım
ve Los Angeles’a döndüm.

You might also like